Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter bireylerin seçilmiş temsilciler yoluyla politik sürece müdahil oldukları ve sonuçlar üzerinde son sözü söyleyerek ortak bir kamu yararını tesis etmeye çalıştıkları kurumsal düzeneği ‘klasik demokrasi anlayışı’ olarak tanımlar. Buna göre, bütün yurttaşların malumu bir kamu yararı mevcuttur. Verilecek her karar, atılacak her adım kamu için tartışmasız bir şekilde faydalı ya da zararlı olarak değerlendirilebilir. Bu, bütün yurttaşların birçok konuda hemfikir olduğu çelişkisiz bir ‘kamu iradesi’ne denk düşer.
Bu demokrasi tahayyülünü safça bulan Schumpeter itirazlarını sıralar: Kusursuz bir uzlaşıyla tanımlanmış bir kamu yararından söz edilemez. Aynı karar, toplumun bir kesimine fayda sağlarken bir başka kesimi için zarar içerebilir. Öyle ki, iktisatçıların varsaydığı şekilde bütün bireylerin faydalarını ençoklaştırdığı bir dünyada bile çıkar ve fikir çatışmasından kaçmak mümkün değildir. Örneğin tüm ‘rasyonel’ bireyler sağlık hizmetleri sunan bir sistem arzulasa da bunun nasıl finanse edileceği noktasında bir fikir birliği oluşmaz. Böylece tek sesli bir ‘kamu’ ya da ‘halk iradesi’nden bahsetme olanağı da ortadan kalkar (Schumpeter, 2003: 250-253).
Bu nedenle Schumpeter, biricik halk iradesinin seçilmişler tarafından hayata geçirilmesini öngören bu anlayışı terk eder. Gerçekte demokrasi, karar verici politik önderlik konumlarını ele geçirmek için girişilen rekabette, yani seçim rekabetinde ortaya çıkar. Her bir yurttaşın politik önderlik için aday olma ve rekabet etme özgürlüğünün bulunduğu, yöneticilerin toplum tarafından yeniden seçilerek veya seçilmeyerek ödüllendirildiği/cezalandırıldığı bu durum birçok tehlikeyi de beraberinde getirir. İktidar, elindeki erki rıza ve destek imal etmek için kullanabilir. Böylece demokrasinin yapı taşı olan rekabet süreci zedelenebilir. Yine de Schumpeter’e göre sonuçtan ziyade sürece vurgu yapan bu demokrasi anlayışı, tüm zaaflarına rağmen gerçekçi olması itibarıyla diğerlerinin önüne geçer (Schumpeter, 2003: 22. bölüm).
Çağımız Schumpeter’in bahsettiği rekabetin en haksız biçimde yürütüldüğü durumlara tanıklık ediyor. Politik ‘serbest rekabet’, gerek kendi içinden, gerekse ekonomik rekabetin sonucu olarak ortaya çıkan politik ve ekonomik (daha doğrusu, politik ekonomik) güç odakları tarafından hakim ve yöneten sınıflar lehine kısıtlanıyor. Medya tekellerinin, partilerin aldığı hazine yardımlarının ve seçim kampanyalarına yapılan özel bağışların, yeri geldiğinde politik ve hukuki baskıların seçim rekabetini ne derece şekillendirdiğini hatırlatmamıza dahi gerek yok. Birçok ülkede – Türkiye dahil – egemenlerin repertuarında miting bombalatma, kalabalığın üstüne ateş açtırma gibi başka araçlar bulunduğunu söylememize de…
Bu yazıda klasik/liberal demokrasiyi aşma iddiası taşıyan radikal demokrasi anlayışından hareketle ekonomi ve demokrasi arasındaki ilişki üzerine kafa yoracağız. Bunu yaparken, kapitalizm ve yurttaşların bireysel/toplumsal yaşamları üzerinde söz sahibi oldukları bir halk demokrasisinin bir arada var olup olamayacağı sorusuna cevap arayacağız.
Parlamenter Demokrasinin Ötesinde
Liberal demokrasi anlayışının teorik açmazları ve yirminci yüzyıl boyunca ürettiği/karşılaştığı krizler, SSCB’nin kapitalist restorasyon sürecine girmesi ve ardından dağılması, ve özellikle Soğuk Savaş döneminden itibaren toplumsal mücadelelerin kendini ifade ettiği parçalı, dinamik yapı (feminist hareket, LGBTİ hareketi, savaş karşıtı hareket, sömürgecilik karşıtı bağımsızlık hareketleri, çevre hareketi, insan hakları hareketi, sivil haklar hareketi, vs.) solda hem teorik hem de pratik yeni arayışları beraberinde getirdi.
En popüler ifadesini Laclau ve Mouffe’un Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru isimli eserinde bulan bu yaklaşım (şüphesiz yazarlara ve bu yaklaşımı benimseyen hareketlere özgü farklılıklar içermekle beraber) emekçi sınıflar önderliğinde örgütlenecek bir sosyalist kurtuluş perspektifini aşma gerekliliğini vurgular. Söylem düzeyinde sosyalizm iddiası sürdürülse de, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve bu zeminde toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesinin yerini özerklik ve özyönetim alır.
Radikal demokratik yaklaşımda politik olana ayrıcalıklı bir rol biçilir. Buna göre, merkezi politik kategori olan hegemonya, Hobbes/Rousseau tarzı bir toplumsal sözleşme ya da Marksist-Leninist bir sınıf ilişkisi olarak ele alınamaz. Hegemonya politik alanın içinde ve öncelikli olarak bir söylemsel pratik olarak anlaşılmalıdır. Aynısı bu alandaki özneler (kimlikler) ve bunların karşı-hegemonya mücadelesi için de geçerlidir (Laclau ve Mouffe, 2001: x – xix).
Bu açıdan bakınca, sınıf hareketi de feminist hareketin, LGBTİ hareketinin, çevre hareketinin, ırkçılık karşıtı hareketin ve diğerlerinin yanına yatay bir düzlemde eklemlenmeli, radikal ve çoğulcu bir demokrasi mücadelesine katılmalıdır.
Öncelikle, yukarıda sayılan her bir hareketin haklı davasının ‘devrim ertesine’ bırakılamayacak kadar acil ve meşru, indirgemecilikle sınıf mücadelesinin ‘altına’ monte edilemeyecek kadar özerk (ve onunla iç içe geçmiş) olduğunun altını çizelim. Ayrıca, sosyalist bir devrimin bütün bu sorunları kendiliğinden çözeceğini varsaymak da saflık olur. Yatay eklektizme karşı çıkmamızın sebebi bu yataylığın sınıf mücadelesine halel getirecek olması değil. Aksine, kimlik ve hak mücadeleleriyle çok boyutlu olarak iç içe geçmiş niteliği politik ifadesini bulmadığı müddetçe sınıf, içi boş, kadük bir kategori olarak kalır.
Ancak, sınıf meselesinin bu şekilde bir yataylığa indirgenmesi, onun politik alana hapsedilmesine denk düşer. Emek–sermaye çelişkisi böylece bir demokrasi sorunu olarak yeniden tanımlanır; uzlaşmaz nitelikteki bu iki unsur, politik alanın içinde uzlaştırılır. İktidara, tabiyet ve baskı ilişkilerine karşı verilen mücadelelerde hiçbir öznenin (yani, sınıfın) ayrıcalıklı bir konumu kalmaz (Laclau ve Mouffe, 2001: 152f.).
El çabukluğuyla makas değiştirilmiş, ekonomik alanda ve sınıf özelinde de sömürünün yerini tabiyet, baskı ve tahakküm almıştır. Donmuş, ölü emeğin (üretim araçlarının ve emek nesnelerinin) canlı emekle girdiği ilişkide sermaye niteliğine bürünmesinin üstü örtülür. Bir toplumsal ilişki olarak ele alındığında sermayenin ücretli emeği gereksindiği ve girdiği her döngüden kendini genişleten değer olarak çıktığı, dolayısıyla yapısal olarak ücretli emeği sömürerek var olduğu gerçeği önemsizleştirilir. Sorun, tabiyet/baskı/tahakküm çerçevesinde yapılan politik alan analizi değil, bunun ekonomik olanla ilişkisinin koparılıp atılmasıdır.
Sermaye birikimi yalnızca canlı emeğin ücretli emek biçiminde kalmasıyla mümkün olur. Tek tek işçiler A ya da B firmasında çalışmak zorunda değildirler. İstedikleri takdirde başka bir firma yahut sektörde de iş arayabilirler. Ancak yaşamlarını sürdürmek için emek güçlerini ücret karşılığında satmak zorundadırlar – yani, bir sınıf olarak üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalist sınıfa mecburdurlar.
Aynı şekilde, tek tek işletmeler, şu ya da bu işçiyi istihdam etmek zorunda değildir. Piyasadaki milyonlarca işçiden/işsizden uygun gördüklerini seçebilirler. Fakat kâr elde etmek, sermaye birikimini mümkün kılmak için kapitalist sınıf işçi sınıfına, onun ücretli emeğine mecburdur. Marx’ın kapitalizm analizinin merkezine bireyleri değil sınıfları koymasının sebebi de bu yapısal mecburiyette gizlidir. Birbirinin konumunu ve niteliğini karşılıklı olarak (yeniden) üreten bu maddi üretim ilişkileri, içinde yapısal olarak sömürüyü, eşitsizliği, baskıyı barındırır.
Kısacası, tahakküm ve baskının yegane kaynağı üretim ilişkilerinde olmamakla beraber, bundan tümüyle bağımsız ele alınması da mümkün değildir. Tam da eleştirdiğimiz bu zeminde hareket eden Laclau ve Mouffe, şu sonuçlara ulaşır: Ekonomik alan belirli içsel yasalara tabi olarak kendi kendisini düzenleyen bir yer değildir. Buna bağlı olarak, sınıfsal bir çekirdekte sabitlenebilecek ve çıkarını burada ifade edecek toplumsal öznelerin oluşumunu gerekli kılan bir ilke de yoktur (Laclau ve Mouffe, 2001: 75-88). Böylece ‘özcülüğün son kalesi’ olan ekonomi de fethedilmiş, mülkiyet ilişkileriyle belirlenmiş yapısal niteliklerinden arındırılarak söylemsel pratik zemininde çoğulcu/radikal demokrasi saflarına kazandırılmıştır.
Radikal demokrasi paradigmasını benimseyen yazar ve hareketlerin Laclau/Mouffe ile her konuda hemfikir olmadığını bir kez daha belirtmekte fayda var (ilgilisi için daha detaylı bir değerlendirme şurada bulunabilir: Saygılı, 2016). Ancak, ekonomik olanın politik olana tabi kılınması ve kooperatifçilik, yerellik ve özerklik gibi biçimlerin öne çıkarılması sonucunda sosyalist devrim tahayyülünün gözden kaybolması hepsinin ortak özelliğidir.
Somut koşullara bağlı olarak demokratik devrim stratejisinin, ezilen kimlik ve emekçi sınıfları bir araya getirebileceğini, böylelikle deneyimlenen özneleşme sürecinin devrimci bir potansiyeli açığa çıkarabileceğini özellikle belirtmemiz gerekiyor. Ezilenlerin demokrasi ve eşitlik mücadelesi, bu yönüyle, devrimci bir sosyalist stratejiye ters düşmez.
Bu notu düştükten sonra yazının esas konusuna, yani kapitalizmin içsel dinamikleriyle bir halk demokrasisinin nasıl ters düştüğünü incelemeye geçebiliriz.
Meta Üretimi ve Eşitlik Fikri
Marx ve Engels Komünist Manifesto’nun ilk sayfalarında, feodal ilişkilerin yerini alan kapitalist üretim tarzının ve bu değişimin taşıyıcısı konumundaki burjuva sınıfının ortaya çıktığı dönemdeki ilerici rolünü önemle vurgular. Buna göre, tarihte son derece devrimci bir rol oynayan burjuvazi, iktidarı ele geçirdiği her yerde insanı ‘doğal üst’lerine tabi kılan bağları parçalamıştır. Efendi – köle, feodal bey – serf, lonca ustası – kalfa gibi ilişkileri tanımlayan görünür bağlar ortadan kalkmış, birer eşit olan, birbiriyle göz hizasında duran insan ile insan arasında tek bir ilişki kalmıştır – ödeme yoluyla gerçekleşen mübadele (Marx ve Engels, 2018: 19-21).
Manifesto’daki bu materyalist tarih anlayışını biraz açalım: Meta üretiminin baskın unsur olduğu (ya da evrenselleştiği) durumda bireyler birbirlerinin karşısına meta sahibi eşitler olarak çıkarlar (emek gücünün de bir meta olduğunu, dolayısıyla işçinin de bu eşitlik ilişkisinin bir parçası olduğunu hatırlayalım). Kökü maddi üretim ilişkilerinde bulunan bu biçimsel eşitlik ilişkisi, politik olarak ifadesini kapitalizmin gelişmesiyle kazanmaya başlar. Soyut insan emeğinin eşitliğine dayanan kapitalist piyasa ekonomisi, yukarıda değindiğimiz efendi – köle, bey – serf, lonca ustası – kalfa vb. arasındaki belirleyici ‘doğal’ eşitsizlikle uzlaşmazlık içindedir. Dolayısıyla bu bağlar tasfiye edilir ve (en azından) Franzsız Devrimi’nden itibaren eşit yurttaşlık ‘zamanı gelmiş bir düşünce’ olarak tarih sahnesine çıkar.
Ancak burjuvazi, eşitlik şiarını benimsemiş olsa da bu hakların hiçbirini kendiliğinden bahşetmemiştir. ABD’de otobüslerin beyazlar için ayrılan sıralarından birine oturduğu ve kalkmayı reddettiği için Rosa Parks hakkında cezai işlem başlatılırken takvim yapraklarında 1955 yazdığını hatırlayalım. Bugün çok ‘doğal’ bir hakmış gibi gözüken genel oy hakkıysa birçok ülkede – uzun süren mücadeleler sonucunda – İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda tanınmıştır.
Yine de, eşitlik fikrinin insan aklına düşmesini izleyen dönemde fikir ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, seçme ve seçilme hakkı, vs. gibi unsurları içeren, hak ve özgürlükleri temel alan bir düzenin tesis olduğunu, bizim de demokrasi ve ekonomik olan arasındaki ilişkiye böyle bir bağlamdan baktığımızı varsayalım. Kapitalizm ve demokrasi bu çerçevede örtüşür mü? Birbirlerini besleyerek güçlendirirler mi? Yoksa tersine, biri ötekinin altını mı oyar? Kapitalizm ve halk demokrasisi bir arada var olabilir mi?
Kapitalizm ve Demokrasi
Öncelikle, temsili demokrasinin yerleşmesi ve genel oy hakkının tanınmasıyla (elde edilmesiyle) birlikte kapitalizm, burjuvazi dışındaki toplumsal sınıfların da politik alanda söz sahibi olmasının yolunu açmıştır. Politik iktidarı elinde bulunduran yönetici tabaka, hakim sınıf olan burjuvaziyle özdeş (ya da onun bir kesimi) olmak zorunda değildir. Şüphesiz, kapitalizmle demokrasinin paralel mecralarda aktığı tezine karşı akla gelen ilk itiraz, elinde bulundurduğu muazzam zenginlik aracılığıyla burjuvazinin bir gölge iktidar oluşturacağı, böylece demokrasinin yalnızca bir oy verme ritüeline indirgeneceğidir. Bunu olumsuzlamamakla beraber, kapitalizm ve demokrasi arasındaki daha örtülü uzlaşmazlıkları masaya yatıralım:
Kapitalist üretim tarzı, üretim araçlarını özel mülkiyetinde bulunduran kapitalist sınıfın yanı sıra, yaşamını idame ettirmek için emek gücünü satmaktan başka hiçbir çaresi bulunmayan, tarihsel olarak mülksüzleştirilmiş bir sınıfı gereksinir. Burjuva hukuk sisteminde özel mülkiyet en kalın duvarlarla koruma altına alınmıştır. Böylece kapitalistlerin emek üzerindeki örtük hakimiyeti – yani, emekçinin hayatta kalmak için emek gücünü satmaya mecbur olması, politik hak ve özgürlükler alanında değil, değiştirilmesi (bırak teklif etmeyi) akıldan bile geçirilemeyecek mülkiyet ilişkileri alanında tesis edilir.
Emekçiler, ‘politik’ değil ‘ekonomik’ nedenlerden dolayı emek güçlerini satmak zorundadırlar. Böylelikle ‘politik olan’ ve ‘ekonomik olan’ görünüşte birbirinden ayrışır. Demokrasi, burjuva tahayyülünde yalnızca politik alana ait bir sorundur. Hak ve özgürlükler, yasa önünde eşitlik, seçim yoluyla halk iradesinin temsiliyetinin sağlanması bu alanda ele alınır. Başka bir gezegen olan ekonomik alandaysa gelir dağılımı bozukluğu, işsizlik, ücretlerin düzeyi, açlık ve yoksulluk gibi ‘teknik’ meseleler ‘uzmanlar’ tarafından değerlendirilir.
Demokrasi bu şekilde politik alanla sınırlı biçimde tanımlandığı ölçüde kapitalizmle yan yana var olabilir. İnsanların günlerinin (hatta yaşamlarının) çok büyük bir kısmını zihinsel ve maddi olarak içinde geçirdikleri iş yerindeyse demokrasiye yer yoktur. Burada – kapitalizm öncesi üretim tarzlarında olduğu gibi – emek ürününün bir kısmına işveren tarafından el koyulur; karar alma ve uygulama mekanizmaları katı bir hiyerarşi içinde tanımlanır; çalışanlar titizlikle gözetlenir; şartlar gerektirirse emekçi, geçim aracından koparılıp sokağa atılır. Ancak bütün bunlar demokrasiye ters düşmez, çünkü her şey ekonomik alanda, piyasa topraklarında olup biter.
Politik ve ekonomik olanın ayrıştırılmasında mülkiyet ilişkilerinin (üretim araçlarının özel mülkiyetinin) rolünün altını çizmeliyiz. Emek gücünü satma zorunluluğu, işçinin üretim araçlarından yoksun olmasının dolaysız sonucudur. Tabiyet, tahakküm ve baskı ilişkilerini incelerken özel mülkiyetin sorunsallaştırılmaması, politik olanla ekonomik olanın birbirinden bağımsız iki alan olarak kavranmasıyla ilintilidir. Bu yanılsamanın sonucunda, bir yandan politik alanda demokrasi ve eşitlik herkes için tanımlanırken, diğer yandan insan hayatının büyük kısmının içinde geçtiği ekonomik alan bu haklardan arındırılır.
Liberal düşünürler, özellikle Soğuk Savaş döneminden itibaren politik olan – ekonomik olan ikiliğine sıkça başvurmuş, kapitalizm/büyüme ve demokrasi/özgürlük arasında çift yönlü nedensel bir ilişki önermiştir. Ülkemizde sıklıkla dillendirilen ‘yabancı sermaye demokrasinin gelişkin olduğu, hak ve özgürlüklerin hukuk tarafından güvenceye alındığı ülkelere giriş yapar, yatırım çekmek için demokratikleşmeliyiz’ görüşü, (yatırımları insan hak ve özgürlüklerinin üstüne koyma abesliği bir yana) bu yanılsamanın bir sonucudur. Sermaye birikimi mülkiyet ilişkileriyle belirlenmiş ve demokrasinin kapıdan içeri sokulmadığı ekonomik alanda gerçekleşir. Sermayenin küresel haritada batıdan doğuya, kuzeyden güneye doğru göçmesinin sebebi de ‘gelişmekte olan’ bu ülkelerde emek gücünün bol ve ucuz, çalışma koşullarının kölelikten hallice, kısacası maliyetlerin düşük olmasıdır. Birikim dinamiklerini, ya da bir bütün olarak kendi hakimiyetini tehlikeye atacak dengesizlikler oluşmadığı müddetçe sermaye, liberal demokrasiden sosyal demokrasiye, hatta faşizme kadar her türlü politik çerçevede uyumla işini görebilir.
Kapitalizmin demokrasi konusundaki bu ‘esnekliği’, kapı kapı gezip dünyaya ‘başarının sırrını’ anlatan demokrasi havarisi ve refah şampiyonu ülkelerin ‘dışarıdaki’ tutumlarında da ortaya çıkar. Gerçekten de, bu ülkelerin sicili köle ticareti, sömürgecilik, soykırım, küresel barış bekçiliği görevine eşlik eden rekor silah imalatı ve ihracatı, çevre ülkelerin yağma ve talanı, bu ülke halklarına yaşamı zindan eden gerici rejimlere verilen maddi ve askeri destekten geçilmez.
Kapitalizm, çatışan bireysel/sınıfsal/ulusal çıkarlar üzerinde yükseldiği ölçüde demokrasi ve özgürlüklerle ilişkisinde fırsatçı ve ikiyüzlüdür. Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı bu toplumsal ilişki ilga edilmediği müddetçe bir halk demokrasisinden söz etmek mümkün olmayacaktır.
Radikal Demokrasi mi Sosyalist Demokrasi mi?
Son cümlede dile getirdiğimiz iddiayı biraz açalım: Demokrasi kavramından yurttaşların yönetimde söz söyleme hakkını, doğrudan ya da dolaylı olarak kendi kendilerini yönetmesini anlıyorsak kapitalist piyasanın işlevine daha yakından bakmalıyız.
Diyelim ki ‘politik alanda’ tanımlandığı kadarıyla epey gelişkin bir demokratik rejime sahibiz. Bu, üretimin kâr için yapıldığı, toplumsal kaynakların piyasa kanalıyla (ortalamanın üzerinde) kâr vadeden alanlara doğru yönlendirildiği gerçeğini değiştirmez. Neyin ne kadar üretileceğini, hangi üretim tekniklerinin kullanılacağını, hangi alanda istihdam yaratılacağını birbiriyle rekabet içinde bulunan tekil sermayelerin aldığı kararlar tayin eder. Ancak, kapitalist rekabetin doğası gereği bu kararlar tek bir prizmadan geçirilerek alınır: Maliyetler kısılmalı, kâr ençoklaştırılmalıdır.
Bu açıdan bakıldığında gerek bireyin, gerek toplumun maddi varoluş koşullarını düzenleyen birçok unsur demokrasi ve eşitliğin (yani, politik alanın) erişim alanının dışında kalır. Kendini gerçekleştirme, çalışma hakkı herkes için tanımlanmış olsa da fiilen sermayenin dayattığı ücret ve koşullarda çalışma hakkına dönüşür. Bunun yanı sıra, istihdam bile kâr üzerindeki etkileriyle değerlendirildiği için emekçinin geçim araçlarına erişimi piyasa buyruklarına terk edilir. Yaşam, hem varlığı hem de niteliğiyle, piyasanın durumuna, kâr beklenti ve gerçekleşmelerine bağlıdır.
Örnek olarak, verili bir anda milyonlarca işsizin bulunduğu bir ülkeyi ele alalım. Planlı bir geçiş süreciyle bu kitle, ülkenin üretim yapısına uygun bir eğitim/staj sürecinden geçirilerek istihdam edilebilir ve işsizlik sorunu tarihe karışabilir. Üstelik, yine planlı bir uyum sürecinin sonucunda tam istihdamla birlikte çalışma saatlerinin önemli oranda azaltılması işten bile değildir. Ancak, tüm mesele ‘plan’ konusunda düğümlenir. Kutsal özel mülkiyet topraklarında üretim araçlarının sahiplerine hiçbir plan dayatılamaz. Demokrasi ve eşitlik, bilhassa da kendi kendini yönetme iddiası, sınırları mülkiyet ilişkilerince korunan bu alana giremez.
Sonuç olarak, halkın yaşamın (yeniden) üretimi ve örgütlenmesi sürecine demokratik katılımı, kâr ve piyasa boyunduruğu parçalanmadığı müddetçe bir hayaldir. Kapitalist meta üretimi, eşitlik fikrinin tarih sahnesine bir daha kaybolmaksızın çıkmasına önayak olmuş, bu hayalin kurulmasını mümkün kılmıştır. Ancak, hayalin gerçeğe dönüşmesinin önündeki engel de kapitalizmin kendisinden başka bir şey değildir.
‘Politik olan’ ve ‘ekonomik olan’ arasındaki yarılma, bir yanıyla kapitalizmin demokrasiyle olan ilişkisinin özüne denk düşerken, diğer yanıyla da bir yanılsama üretir. Ekonomik olanın politik olan içinde eritilmesi yazı boyunca vurgulamaya çalıştığımız mülkiyet ilişkilerinin içerdiği uzlaşmazlığı karartır. Sermaye ve emek arasındaki karşıtlık, politik mücadele yoluyla uzlaştırılamaz. Böyle bir uzlaşmayı öngören radikal demokrasi düşüncesi, mülkiyetin niteliği yerine niceliğine odaklandığı, yani yoğunlaşmış ve merkezileşmiş sermaye yerine küçük mülkiyeti, kooperatifçiliği öne çıkardığı ölçüde sermaye ilişkisini ve bunun içerdiği birikim dinamiklerini ortadan kaldırmaz.
Politik olan – ekonomik olan ikiliğinin içerdiği soru, birinden birine öncelik verilmesiyle değil, ekonomik olanın politik ifadesini bulacağı mücadele kanallarının açılması ve politik olanın ekonomik olanla iç içeliğinin anlaşılmasıyla cevaplanabilir. Hegemonya ancak toplumsal ilişkilerin bütünlüğünün gözetildiği, yani bahsedilen ikiliği aşmayı hedefleyen bir çerçevede anlam kazanır.
Politik ve ekonomik olanın arasındaki makas bu bütünlüğü kavrayan bir pratik yoluyla daraltılabilir. İkiliğin tamamen ortadan kalmasıysa, kendi kendini yönetme pratiğinin politik alanı aşarak maddi üretim sürecini de kapsaması sonucunda gerçekleşebilir. Ancak bunun için, ekonomik alanın etrafını ören özel mülkiyet duvarının parçalanmasından başka bir yol yoktur. Böylelikle, kendi yasalarına sahip, özerk bir ekonomik alan ortadan kalkmış, dolayısıyla politik olan – ekonomik olan ikiliği de aşılmış olur. Ne mülkiyet ilişkilerini kutsayan burjuva demokrasisi, ne de bunu sorunsallaştırmaktan kaçınan radikal demokratik proje gerçek bir halk demokrasisi tesis edebilir.
KAYNAKLAR
Engels, F. ve Marx, K. (2018) The Communist Manifesto, Middletown: Tribeca.
Laclau, E. ve Mouffe, C. (2001) Hegemony and Socialist Strategy. Towards a Radical Democratic Politics, New York: Verso.
Saygılı, A.H. (2016) “Laclau ve Mouffe’da ve Öcalan’da Radikal Demokrasi”, http://www.abstraktdergi.net/laclau-ve-mouffe-da-ve-ocalan-da-radikal-demokrasi/, indirilme tarihi: 11 Şubat 2018.
Schumpeter, J.A. (2003) Capitalism, Socialism and Democracy, New York: Routledge.