İdris Küçükömer, 1960’lı yıllarda TİP ve FKF çevreleriyle belli bir ilişkisi bulunan, iktisatçı bir akademisyendi. 27 Mayıs darbesinin siyasal yaşamı belirlediği, 1961 Anayasası’nda yer alan kısmi demokratik haklar temelinde örgütlü bir halk muhalefetinin yükselmeye başladığı, CHP’nin “Ortanın Solu” siyasetine geçerek halk kitlelerinin sola kayışına set çekme arayışında olduğu bir dönemde “Düzenin Yabancılaşması” başlığı altında toplanacak çeşitli makaleler yazdı. Makalelerin ilan edilmiş amacı; CHP’nin bu yeni sloganına karşı sosyalistleri uyarmaktı. Ancak “Sol sağdır, sağ da soldur” şeklinde özetlenen tezleriyle O, Türkiye soluna, CHP’den kopma çağrısı yapmakla kalmıyor, Adalet Partisi’ni destekleme tavsiyesi de veriyordu. Dolayısıyla, onun tezleri, tarihte, Adalet Partisi ve türevlerine sol entelijansiya içinden beklenmedik bir destek olarak iz bıraktı. Küçükömer’in adı ve tezleri, özellikle AKP’nin Avrupa Birliği projesinin yürütücülüğünü yaptığı 2002-2010 döneminde sıkça gündeme geldi, “Yetmez ama Evet” koalisyonuna uzanan sürecin teorik gıdasını oluşturdu. Ne var ki 2010 sonrasında hızla unutuldu.
Makalemize, bu kitap ekseninde Küçükömer’in tarih üzerine görüşlerini inceleyerek başlayacak, ardından İbrahim Kaypakkaya’nın onunla yaptığı pek bilinmeyen polemiği aktararak, İbrahim’in reformizmden kopuşunu bizzat kendi görüşlerinden takip edeceğiz ve nihayet, bütün bu tarih okumaları üzerinden Türkiye’de devrim olasılığının hangi bağlamda ortaya çıkabileceğine dair fikir yürüteceğiz.
Osmanlı’nın Niteliği, Sened-i İttifak, Tanzimat, Meşrutiyet
İdris Küçükömer, Osmanlı’nın feodal olmadığı, dahası sınıfsal karakterinin belirgin olmadığı görüşündedir. Osmanlı’ya dair analizlerinde sınıf öğesi bariz biçimde eksiktir, hatta daha da ileri gidersek “yok”tur. Örneğin, şöyle der:
Emekçiler karşısında, bu üretim gücüne sahip olarak sadece Padişah vardı. Padişah sınıf olmadığı gibi onun rütbe verdiği ve istediği zaman değiştirebildiği alt gruplara da sınıf olarak bakılamaz. … Yani, emekçi olmadıkları gibi, üretim aracı sahibi de değillerdi. (Küçükömer, 2007: 36)
Bu doğru değildir, Osmanlı ailesi toprak sahibi soylu bir aileydi; ailenin fertleri de (kadınlar dahil) üretim aracı sahibiydi. Avrupa’daki feodalizmin aksine çok sayıda soylu aile yoktu, tek soylu aile ve ona bağlı olarak üretim ilişkilerine dahil olan kapıkulları vardı. Başka soylu ailelerin gelişmesi, böylece merkezi feodalitenin zayıflaması, sürekli ve sistematik biçimde Saray tarafından bastırılıyor ve (Osmanlı tabiri ile) “sivrilen baş koparılıyor” idi. Oysa aynı süreklilikte, yerel feodal aileler filizleniyor ve ekonomik güç kazanıyordu. Yerel feodaller, tımar sisteminden iltizam sistemine geçişle (16. ve 17. yüzyıl) birlikte özellikle güçlendiler ve kalıcılık kazandılar. Kimi mülkler üzerinde az çok sürekli bir özel sahipliği tesis edebildiler. Yerel tefeci-tüccar sermayesi bunların ellerinde birikti. “Mütegallibe” ve daha sonra “âyan” tabir edilen bu aileler, vergiyi toplayan güç olarak yerelde devlet iktidarını paylaştılar. Merkezi devlet otoritesinin zayıfladığı dönemlerde güçlendiler.1 O kadar ki, 18. yüzyıl boyunca yükselen güçleri, nihayet onlara, 1808’de Sened-i İttifak ile Saray’a bir güç paylaşımını dayatma imkanı sağladı. Gerçi bu Senet hiçbir zaman uygulanmadı, hemen ardından gelen II. Mahmud iktidarı, bir kez daha merkezi feodalitenin mutlak egemenliğini en acımasız yöntemlerle, özellikle de âyan üzerinde sağladı. Ama Sened-i İttifak’tan itibaren, artık âyanın toprak üzerindeki sahipliği tescillenmiş oldu.2 Devlet iktidarına ortaklıkları ise prensipte kabul edilmiş oldu, her ne kadar bu prensip sadece, Tanzimat döneminde kurulan ve âyandan oluşan yerel meclisler ve 1. ve 2. Meşrutiyet dönemlerinde kurulan “Âyan Meclisi” ile karşılık bulacak olsa da.3
Osmanlı’da kapitalist gelişmenin hiçbir tohumu bulunmadığını, sermaye ilişkilerinin tümüyle dışarıdan geldiğini söylemekle Küçükömer büyük bir hataya düşer. Oysa daha Kanunî devrinde, yerel feodalleşme ve iltizam etrafında kapitalist ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Celalî İsyanları’nın ve Büyük Kaçgunluk’un özü, merkezi feodaliteye dayanan eski üretim tarzının bozulması, parçalanması ve dağılmasıdır. Yüz yıla (1550-1650) yayılan bu uzun bunalımdan, merkezi feodalite galip çıkmış, kapitalist filizlenmeleri bastırmayı başarmıştır. Ancak Osmanlı ailesi bütün ekonomik ve siyasal iktidarı ellerinde toplamayı başarmakla, tarih dışına da düşmüş oldu. Avrupa’da dolu dizgin gelişen kapitalizm karşısında geri bir konuma yerleşti. Avrupa’da atılım yapan üretici güçlerin sonucu olarak merkezi imparatorlukların (Osmanlı’dan farklı olarak kapitalist zeminde) kurulmasıyla, Osmanlı’nın Avrupa’ya göreli üstünlüğü son buldu. Oysa, yüzyıllara yayılan bir durgunluk içinde çürüyen ve dağılan Avrupa feodalizminin yerel derebeyliklere dayanan cılız devlet yapıları karşısında, Osmanlı’nın yerel derebeyleşmeyi dışlayan güçlü merkezi feodalizmi 17. yüzyıla kadar bu üstünlüğü sağlıyordu. Eski ticaret rotalarının (Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz) Osmanlı’nın eline geçmesi, Avrupa derebeyliklerinin bu devasa imparatorluğa sürekli haraç ödemesine neden oluyordu. İspanyol-Portekiz-Hollanda deniz imparatorluklarının gelişmesi, Amerika kıtasının ve Ümit Burnu’nun “keşfedilmesi”, Hindistan’ın yağmalanması ve kapitalist dünya pazarının oluşmasıyla bu ticari üstünlük de son buldu. Avrupa’da fetihlerle oluşan altın-gümüş bolluğu Osmanlı’yı ekonomik güçsüzlüğe itti. (Kapitülasyonlar)
Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu, yükselen Avrupa kapitalizmi karşısında yok olmakla yüz yüze kaldı. 16. yüzyıldan beri kesintisizce birbiriyle mücadele eden merkezi ve yerel feodal gruplar, bu çöküş karşısında çareyi “Batılılaşmakta” buldular (Tanzimat Fermanı). İktidarın yürütmesini Bab-ı Ali’ye, Tanzimat paşalarına bıraktılar. Sened-i İttifak ile Tanzimat arasındaki büyük fark; birincisinde yerel ve merkezi feodaller arasında bir iktidar paylaşımı söz konusuyken, ikincisinde ise, iktidar merkezî feodalitenin ellerinde kalmak kaydıyla, Osmanlı ailesiyle Bab-ı Ali paşaları arasında bir güç paylaşımı vardır. Padişah yerine Tanzimat paşaları yürütmede öne çıkar. Hatta Tanzimat Fermanı’nda yerel feodallerin belini kırabilecek bir tedbir olarak, iltizamın kaldırılması bile kararlaştırılır ─ama devletin merkezi bir vergi toplama aygıtı olmadığı için uygulanamaz. Tanzimat-Islahat Fermanları döneminde Paşalar İktidarı o denli güçlenir ki, nihayet bu unsurlar Abdülaziz’i bir nevi askeri darbe ile yerinden edebilirler (1876). Şimdi, tepeden burjuva devrimiyle Meşrutiyet’e geçme, anayasayı ilan etme, padişahların yetkisini kalıcı olarak sınırlama anıdır, bu an’a önderlik etmek üzere Mithat Paşa tarih sahnesine çıkar. Ne var ki, bu kez Saray ile yerel feodaller ellerini birleştirirler. Abdülhamid, Meşrutiyet’i hem ilan eder, hem de onun yaşayan canlı ruhu Mithat Paşa’yı sürgün eder (1877). ’93 Harbi ile Osmanlı’nın yıkılmanın eşiğine gelmesi üzerine Abdülhamid, “Mahmud dedesinin yolunu izlemeye mecbur kalır”, Meclis-i Mebusan’ı fesheder, mutlak diktatörlüğünü ilan eder (1878).
II. Mahmud mutlakiyetçiliğinin dolaysız hedefi, Sened-i İttifak ile iktidara ortak olan âyan idiyse, Abdülhamid istibdadının hedefi ise Tanzimat-Islahat-Meşrutiyet ile iktidara ortak olan Bab-ı Ali Paşalarıdır. İstibdat boyunca, bir daha paşaların bağımsız bir inisiyatifinden söz edilemeyecektir. Sadrazamlar epey sık biçimde değiştirilecek, Valiler sürekli yerinden edilecek, hiçbir devlet bürokratına güçlenme imkanı verilmeyecektir. Nihayet, Abdülaziz’i tahtından indirme “küstahlığını” sergilemiş olan Mithat Paşa (Mahmud Celadeddin Paşa ile birlikte) Arabistan’a, Taif Kalesi’ne sürgüne gönderilerek orada boğdurtulacaktır.4
Ne var ki, Abdülhamid’in 30 yıllık mutlak diktatörlüğü, 1908 Hürriyet Devrimi’yle son buldu. Bu kez âyan ve ordu, 2. Meşrutiyet için birleşmişti. 31 Mart (1909) askeri kalkışmasının sonrasında, Abdülhamid’in Âyan ve Mebusan Meclislerinin ortak toplantısında azledilmesi, gerçekte padişahların yetkilerinin önemsizleştiği bir burjuva yönetim biçimine geçiş anlamına geliyordu. Kapitalizmin ekonomide hakim biçim haline gelmesinden önce gerçekleşen 1908 Devrimi’ne, burjuva üretim ilişkilerinin taşıyıcısı konumundaki Ermeni, Rum, Yahudi halkları kadar vergi isyanlarıyla sesini duyurmaya başlayan Müslüman eşraf da destek vermişti. Türkiye’de gerçek manada burjuva devrimi, 1908’di. Ne var ki, Türk kapitalizmi kapitalden yoksundu. Kapital “gayrı-müslim” idi.5 Kapitalizmin geliştirilmesi doğrultusunda atılacak adımların “gayrı-müslimleri” güçlendirmesi, dahası, yabancı sermayenin etki ve nüfuzunu büyütmesi, dolayısıyla Türk-İslam temeline dayanan Osmanlı egemenliğini tehdit etmesi kaçınılmazdı. 1908 Devrimi’nin kazanımlarını gasp ederek, 1909’dan itibaren bir sürekli sıkıyönetim rejimi kuran, 1912’de Meclis seçimlerini “sopa” ve hileyle alan, devamında 1913 Ocak’ında Bab-ı Ali darbesiyle iktidarı da zorla gasp eden İttihat ve Terakki Partisi, Osmanlı’nın zorla Müslümanlaştırılması programını bu şartlarda devreye soktu. İnsanların “Rum”, “Ermeni” ve “Müslüman” olarak sınıflandırıldığı 1912 Nüfus Sayımı bunun bir hazırlığıydı. 1915 Ermeni-Süryani Soykırımı bunun en korkunç uygulamasıydı. Aynı program 1919 sonrasında Karadeniz’de Topal Osman çeteleri eliyle Pontoslara yönelik kırımla sürdürüldü. Nihayet 1923’te “mübadele” ile Rum ve Pontos topluluklarının toplu halde Yunanistan’a gönderilmesiyle Anadolu nüfus bakımından “Müslümanlaştırıldı”. Sıra bu Müslümanların Türkleştirilmesine geldi. Özellikle de, Kürtlerin.
1923’te Cumhuriyet’in ilanı, mütegallibe-âyan sınıfının tam desteğiyle gerçekleşti. Böylece yerel feodaller Saray’ın boyunduruğundan kurtuldular. İlk kez, tartışmasız yasal toprak sahibi haline geldiler.6 1923 cumhuriyeti, şeklen bir burjuva cumhuriyetiydi, ama bu devletin sınıf temelini gelişkin bir Türk burjuvazisinden ziyade toprak ağaları (ve onlarla kaynaşmış tefeci-tüccar sermayesi) oluşturuyordu. Bu ağalar, hem Osmanlı’nın mülkiyete getirdiği her türlü sınırlamadan kurtulmuş, hem sürülen-katledilen Hristiyan köylülerin topraklarına ve zenginliklerine el koymuş, hem de Meclis’te dolaysız temsil olanağına kavuşmuşlardı.7 Kemalist burjuvazi, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul köylü yığınlarını toprak ağalarının boyunduruğu altında bıraktı.
CHP’nin içte ve dışta tecrit olduğu 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, köylü nüfustan destek alabilmek için çıkarttığı göstermelik 1946 Toprak Reformu Kanunu’na karşı gelişen toprak ağaları muhalefeti (Dörtlü Takrir) yeni bir partinin doğuşunu haber veriyordu. Nihayet Adnan Menderes şahsında toprak ağalarının, Celal Bayar şahsında mali sermayeyle kurdukları bu ittifak Demokrat Parti’ye dönüştü. 1950 seçimleriyle “âyan” iktidara geldi. Tabii, artık bu kapitalist dönüşüme uğramış bir sınıftı. DP’nin tarıma traktörü sokma politikaları, feodal toprak ağaları sınıfının, kapitalist toprak sahipleri sınıfına evrimci dönüşümünü tamamladı. Tarımın devamı olan sanayi dalları hızla gelişti. Türkiye’nin kapitalist gelişimi 1950’li yıllarda büyük bir hız ve derinlik kazandı.
İdris Küçükömer, Tanzimat Paşaları kadar Kemalist subayların da herhangi bir sınıfı temsil etmediklerini, adeta toplumun üstünde ve bütün toplumsal sınıflara rağmen hükmettiklerini yazarken idealist bir zemindedir. Bürokrasiyi kendisi için bir özne haline getirir, oysa tarih sayısız kere ispatlamıştır ki; bürokrasi başlı başına bir güç değildir, farklı sosyal sınıfların bir aletidir. Bürokrasinin yönetiyor gibi göründüğü dönemler, belli sosyal sınıfların ittifakına dayanan özgün ara dönemlerdir. Küçükömer’in bürokrasiye verdiği aşırı ağırlık onun teorisinin en zayıf yönüdür, bu nokta karşımıza, bürokrasinin karşısında görünen her türlü hareketin ilerici ve sol sayılmasıyla da çıkar.
Kuşkusuz, Küçükömer’in idealizme savrulmasının daha derin temelleri de vardır. Osmanlı’nın feodal değil “Asya Tipi Üretim Tarzı” (ATÜT) sayılması, Divitçioğlu ve Küçükömer’in ortak duruşu olarak, gerçek bir tarihsel çözümlemenin önündeki en büyük engeldir. Marx’ın birkaç yerde vurgulayarak geçtiği ve kapsamlı bir çözümlemeye konu etmediği “ATÜT”, 1960’larda Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı tartışmalarında ağırlıklı bir yer tutmuştu. Bu tartışmaya geri dönmek niyetinde değiliz. Bu makalenin hacmini de zorlamak istemiyoruz. Ne var ki, birkaç temel vurguyu yapmak, yazının bütünlüğü bakımından vazgeçilmez görünüyor.
İlkin, ATÜT tezi, Avrupa feodalizmini sınıflaşma biçimine indirger. Çok sayıda soylu ailenin bulunması, yerel derebeyliklere parçalanma, merkezi devletin yokluğu, şehirlerin sonradan ve ticaret merkezileri olarak gelişmesi vurgulanır. Oysa feodalizm bir üretim tarzıdır, emeğe el koyma biçimidir. Feodalizm toprak sahipliği esasına dayanır, bu üretim tarzında zenginliğin ana kaynağı topraktır ve köylünün emeğine toprak sahibi tarafından el konulur. Kapitalist üretim tarzına sahip toplumlar arasında olduğu gibi, feodal toplumlar arasında da sınıfsal yapılaşmalarda belirgin farklılıklar görülebilir. Örneğin, aynı mantıkla bugün ABD ve Çin ekonomileri incelense, her halde Çin’in kapitalist olmadığı ve “Asya Tipi Üretim Tarzı”na sahip olduğu öne sürülecektir. Açık ki; o dönem Avrupa’da da Osmanlı’da da emeğe el koyma biçimi feodaldir. Angarya (emek rant), ürün rant, para rant aşamaları her ikisinde de görülür. Ne var ki, Avrupa’da çok sayıda soylu aile mevcuttur, hatta o kadar çok ki, soylu nüfusu azaltmakta Haçlı Seferleri hayli “faydalı” bir rol oynamıştır. Osmanlı’da ise, tek soylu aile vardır, yerel derebeyleşmeye izin verilmez. Bunun yerine tımar sahipleri Osmanlı ailesi adına feodal rantı toplar, aralarından bazıları sivrilerek feodalleşir, vakıf, toprak temlikleri gibi yöntemlerle fiili mülk sahibi haline gelirler.8 (Klasik dönemde) Ne var ki, Büyük Kaçgunluk öncesinden başlayarak bu klasik şema da bozulmuştur. Avrupa kapitalizminin gelişmesi, ateşli silahlara sahip orduların kurulması, Avusturya ve İran’la uzun süreli savaşların hazineyi boşaltması gibi etkenler, feodal rantın para cinsinden toplanmasını (iltizam) zorunlu kılmış ve daha 1550 gibi erken bir tarihte Osmanlı feodalizmi para rant aşamasına geçmiştir. Para rant aşamasını karakterize eden, tımardan iltizama geçiştir. Tımar düzeninin çözülmesi, aynı zamanda Divitçioğlu, Küçükömer vd.’lerinin ATÜT olarak tanımladıkları sınıfsal yapının da bozulması demektir. Yani yerel feodalleşmenin gelişmesi, mütegallibenin yerel hakimiyeti, tefeci tüccar sermayesinin bu ailelerin ellerinde toplanması, Osmanlı’nın en azından son 350 yılına damgasını vuran gelişmelerden birisidir. Osmanlı’ya dair sosyo-ekonomik yapı tartışmasının Klasik Dönem tımar sistemi üzerinden yapılması, İmparatorluğun tarihinin yarısından fazlasında etkin olmuş yerel feodalleşme olgusunun görünmesini de engellemektedir.
Diğer yandan Osmanlı’nın bir Asya ülkesi olduğu tespiti de son derece hatalıdır. Doğuşundan itibaren Osmanlıların bütün yönelimi Avrupa’ya doğru olmuştur. Osmanlı devletini belirleyen ana etken her zaman Avrupa Osmanlısı olmuştur. Nihayet Balkan Savaşlarına kadar öyle ya da böyle Osmanlı bir Avrupa gücü olmuştur. Diğer kıtalar üzerindeki hakimiyeti, Avrupa’daki hakimiyetinin gelişmesi nispetinde gerçekleşmiştir. Nihayet Avrupa’daki topraklarını neredeyse tümüyle kaybetmesinden (Balkan Savaşları) 6 yıl sonra, Ortadoğu ve Afrika’daki topraklarını da yitirmiştir. Osmanlı, başlangıcından itibaren merkezi feodal bir devlet olarak, dağınık Avrupa feodalizmini parça parça gerileterek Avrupa’da kendisine yer açmış ve oradan hareketle de bir “cihan imparatorluğuna” dönüşmüştür. Ne var ki, 16. yüzyıla kadar Osmanlı’nın üstünlüğü olan merkezi feodal devlet, Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve Osmanlı’da bu gelişimin şiddetle bastırılmasının ardından, bu kez Osmanlı’nın tarihsel ayak bağı haline gelmiş ve onun yıkılmasına giden sürecin temel öğesi olmuştur.9
Türk Egemen Sınıflarının İkiye Bölünmesi
Küçükömer’in “Türkiye kapitalistleşemez” tezinin tarih tarafından yanlışlandığı, tartışmaya dahi değmeyecek kadar açık bir konudur. Türkiye kapitalistleşmiştir. Fakat daha da ilginci şudur ki; Türkiye’nin kapitalistleşmesinde en büyük payı olanlar, Küçükömer’in “kapitalizme karşı koyduğunu” varsaydığı liderler ve siyasi güçlerdir. Örneğin, Türkiye kapitalizminin temellerini atan, altyapısını kuran, Abdülhamid’den başkası değildir.10 Türkiye’de geniş ölçekli kapitalist üretimi kuran, Adnan Menderes’tir. Nihayet tekelci kapitalizm aşamasına geçişe liderlik eden de Süleyman Demirel’dir.
Ona göre, üretim güçlerini geliştirmeyen CHP sağ, üretim güçlerini geliştiren DP soldu.11 Onun ünlü tarihi şeması içinde, “Yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen doğucu-islamcı halk cephesine dayanan: Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı, Hürriyet ve İtilaf, 1. Meclis’te ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ndeki 2. Grup, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi”, sol yanı oluşturuyordu. Sağ yanı ise; “Batıcı-laik bürokratik geleneği temsil eden: Jön Türklerin İttihat ve Terakki Kanadı, İttihat ve Terakki Partisi, 1. Meclis’te ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ndeki 1. Grup ve CHP” oluşturuyordu (Küçükömer, 2007: 72).
Türkiye’nin en azından Lale Devri’nden sonraki tarihi, bu iki grup arasındaki mücadele tarafından belirlenmişti. Bu ikilik içerisinde: Batıcı-laik bürokrat, batılaşma ile devleti kurtarmak isterken, yeterli derecede üretim güçleri yaratamadığından, tarihi büyük halk cephesiyle ters düşmektedir. Böylece iki cephe arasındaki mücadele kızışınca, laik batıcılar ile dindar doğucular arasındaki bir mücadeleye gelip dayanmaktadır. Bürokrat (sivil subay) laik, güya ilerici sayılacak, emperyalist kıskacı içinde, bürokrat oyunlarıyla içine kapanan İslamcı-Doğucu kamp ise, gerici (mürteci) sayılacaktı (Küçükömer, 2007: 74).
Bu ikileşme, egemen sınıflar arasındaki bu bölünme, Küçükömer’in eserinde temel taşıdır. Ona göre;
(Doğucu-İslamcı) akım, son yüzyıl içinde Osmanlı Toplumuna yön vererek onu kurtarmak amacında olan iki ana akımdan biridir. Diğeri batıcı-laik akımdır. Bu sonuncu akım, tarihi gelişme içinde İslamcı akımın sözde ve devamlı anti-tezidir. Batıcı akımın önemli yanı, gerçek bir tezin ortaya çıkmasını önleyen bir akım olarak gözükmesindedir. … İslamcı denilen akım, dini kılığına rağmen, bazı sınıfları, daha doğrusu bazı üretim gücü sahiplerinin ideolojisini biçimlendiriyordu. Batıda devletin sınıfsal yapısı açıkça görülebilir. Oysa tarihi oluşum içinde sınıfsal yapısı açıkça görülemeyen bir devlette, batıcı–laik grup, ortaya çıkan anarşik ortamda iktidara konabilen bürokratlardı. Osmanlı koşulları altında gelişen bu bürokratlar bir sınıf olamıyordu. (Küçükömer, 2007: 13-14)
Osmanlı ve Türkiye tarihine has bir anlamda bürokrat olarak kabul edeceğimiz bu grup, üretim güçlerinin daha süratli gelişimini engellemiştir. Hatta bazı dönemlerde (özellikle Tanzimat’ta) açıkça üretim güçlerinin azalmasına, hatta tasfiyesine dahi sebep olmuştur. Batıcı akım bu yoldan:
a) Hem doğucu-islamcı, hatta halkçı diyebileceğimiz akım içinden gerçek bir sınıf hareketinin doğmasını engellemiştir. Ve bununla:
b) Hem de mevcut düzenin temelden reddine (negation) dayalı bir oluşumun gelişmesini devamlı olarak engellemiştir. Bu tarihi bir misyondur. Kanıma göre, Türkiye’deki sınıf meselelerinin anlaşılmasında anahtar bir noktadadır. (Küçükömer, 2007: 15)
Diyeceğim ki, Türkiye kapitalist olmadan Batılaşamaz. Ve dolayısıyla Batıcıların istediği gibi laik de olamaz. Gerçekte Batıdaki gibi kapitalist (Japonya dahil) bir ülke olmadığı sürece (ki bunun olanakları artık tarihi olarak yoktur) diyeceğiz ki; Bugün anayasası adalet mekanizması, laiklik ilkesi, NATO’su ve ikili anlaşmalarıyla olsa da; Osmanlıların son döneminde ve Meşrutiyet’te olduğu gibi halifelikle olsa da bu gün mevcut düzenin ekonomik temelinin çok farklı olacağı düşünülemez.(Küçükömer, 2007: 15-16)
İdris Küçükömer, Türk egemen sınıflarının, Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve Cumhuriyet’le devam eden ikiye bölünüşünü sezgisel biçimde tarif eder. Olguya dikkati çeker. Ama hem olguyu ele alışı, tanımlayışı fevkalade yüzeysel ve biçimseldir, Marksist yönteme tamamen zıt, sivil-toplumcu liberal çizgidedir; hem de aldığı pozisyon, egemen sınıfların “Doğucu-İslamcı” kanadının organik aydını olmak yönündedir.
CHP’nin “ortanın solu” olmak iddiasına karşı kaleme aldığı bu broşürün temel tezinin bir yanı; yani CHP’nin sağcı olduğu doğrudur, ama tezin diğer yanı; yani Türk egemen sınıflarının “Doğucu-İslamcı” kanadının solcu olduğu tezi en hafif tabirle halüsinasyondan ibarettir. CHP ve askeri sivil bürokrasinin “sol olmadığı” ne kadar doğruysa, Serbest Fırka-Terakkiperver Fırka-DP-AP-ANAP-DYP-AKP hattının “sol olmadığı” da o kadar doğrudur.
Ayrıca, “Batıcı-laik” ve “Doğucu-islamcı” kavramları da sorunludur. Abdülhamid de, Menderes de, Demirel de Batıcıydı, Batı emperyalizminin işbirlikçisiydi. Hatta Türkiye’nin emperyalizmin yarı (ve sonrasında yeni) sömürgesi olmasında bu üç ismin belirleyici payı vardır. Abdülhamid Düyun-u Umumiye’yi getirmiştir, Menderes Türkiye’yi NATO’ya sokmuştur, vb.
Türkiye’de 1960’lara kadar bir “sağ demokrasi”12 hakimdir, burada solun hiçbir rengine yer yoktur. Egemen sınıfların iki gerici kanadı arasındaki mücadele bütün siyasal yaşamı belirlemiştir. Bu dönemin yegane muhalefet partisi TKP ise, sol çizgiyi tek başına temsil etmekle birlikte, Şefik Hüsnü önderliğinin çizdiği stratejik hat nedeniyle asla politik bir etken haline gelememiş, esasen CHP ve Kemalist burjuvazinin kuyruğuna takılmıştır.
Küçükömer, DP’nin (ve öncellerinin) “sol” olduğu iddiasına, Menderes’in üretim güçlerini geliştirmiş olmasını dayanak yapıyor. Bu pozitivist bir değerlendirmedir. Üretici güçleri geliştirmek tek başına, hiçbir siyasal hareketi sol ya da ilerici yapmaz. Örneğin, Almanya’yı emperyalist bir ülke konumuna yerleştiren, üretici güçlerde büyük bir sıçrama yaratan Bismarck dönemidir. Oysa bugüne kadar kimsenin aklına Bismarck’ı solcu saymak gelmemiştir.
Küçükömer bütün eleştirisini “bürokrasi” kavramına oturtsa da, nihayetinde onun bakımından da özne, yine bürokratlardır! Düzenin Yabancılaşmasını “nitelik değiştirerek”, “emekçi halkın yanına” geçmesini beklediği asker-sivil bürokratlara hitaben yazmıştır.13 Bu bakımından, o da Doğan Avcıoğlu ile aynı noktadadır. Küçükömer, Talat Aydemir grubu ile yaşadığı acı deneyimin14 ardından, kendisine, organik aydını olacağı yeni bir egemen sınıf zümresi arıyordu.
Sıkça iddia edildiği üzere; sosyalistlerin “Küçükömer’in kıymetini bilmediği” söylenemez. Onun kıymetini bilmeyen, egemen sınıfların “Doğucu-islamcı” kanadıdır. O, Talat Aydemir cuntası ile yaşadığı olumsuz deneyimin ardından, egemen sınıfların Kemalist kanadından uzaklaşarak “Doğucu-İslamcı” kanadına yanaşmış ama yapısal olarak her türlü ilerici düşünceye düşman bu cenahtan da yüz bulamamıştır.
Kaypakkaya’nın Küçükömer’le Bilinmeyen Polemiği
İbrahim Kaypakkaya da devrimciliğe adım attığı ilk dönemden itibaren, 27 Mayıs darbesiyle egemen sınıfları ikiye bölen ayrımın farkındadır. Bütün Eserleri’nde yayımlanan en erken tarihli makalesinde, bu tartışmaya girer. Anlaşılan İdris Küçükömer’in görüşleri, TİP yönetiminin bir kesiminin görüşlerini yansıtmakta, ya da bunlarla örtüşmektedir. Zira İbo, bu makalesinde TİP Taksim mitingi konuşmalarından, o dönemin TİP MYK üyesi yazar Yaşar Kemal’in görüşlerini aktarır:
Yaşar Kemal Türkiye’deki partileri de şöyle değerlendirdi: “Türkiye’de yedi parti vardır. Bunlar Türk halkının, Türkiye’nin üstüne çullanmış yedi başlı ejderhadır. Ejderha’nın en büyük başı CHP’dir… O her boyaya girer. Girmeyeceği boya yoktur. O Osmanlı’nın devamıdır. Bürokrasinin devamıdır. CHP’nin temeli bu memleketi yıllarca inletmiş bürokrasiye dayanır. Bütün zulümlerin anası odur. AP’nin anası odur. Bir tek muhafelet partisi vardır Türkiye’de, o da TİP’tir” diyordu (Kaypakkaya, 2016: 19).
Bu noktada İbo, bu görüşlerin İdris Küçükömer’in görüşlerinin bir yankısı olduğunu ilan edercesine şu notu düşer:
Bu konuda proleter sosyalistler görüşlerini defalarca açıkladıkları için yeniden üzerinde durmayı gereksiz buluyoruz (Geniş bilgi için bak.: “Düzenin Yabancılaşması Üzerine”, Osman Ulagay, Aydınlık, Cilt 2, sayı 9, Sayfa 218) (Kaypakkaya, 2016: 19).
Osman Ulagay’ın TÜSTAV internet arşivinden rahatça erişilebilir durumda olan bu makalesine baktığımızda, Küçükömer’in Osmanlı devlet ve toprak düzenine dair görüşlerinin hayli yetkin bir eleştirisinin yapıldığını15, ama iş burjuva cumhuriyetine geldiğinde, “proleter sosyalistlerin görüşlerinin” hayli sıkıntılı olduğunu görüyoruz! Örneğin bu makaleye göre; “Asker-sivil bürokrat zümre, bilinçlendiği oranda emekçi sınıflarla ittifak arayacaktır ve gerçekler gelişmenin bu yönde olduğunu göstermektedir”. Keza, Atatürk “tavizsiz bir küçük burjuva devrimcisidir” ve Atatürk devrimleri “sosyalizmin önündeki en küçük engelleri temizlemeye çalış”mıştır (Ulagay, 1969).
Keza İbrahim, kendisi de bu ilk makalesinde CHP’yi “TİP gibi reformcu bir küçük burjuva partisi” olarak değerlendirerek, 1950’ye “Anti-Kemalist karşı devrim” olarak bakarak, sonradan aşacağı vahim bir hata yapıyordu (Kaypakkaya, 2016: 15-23).
İbo’nun bu görüşlerle polemiği bir sonraki makalesinde de sürer, ama yine isim vermeden:
İşte sözü geçen derginin ‘büyük kongreler döneminde’ kazandığı teorisyenin (!) bir forumda ileri sürdüğü tezleri: “Türkiye’de yeni olarak ortaya çıkmakta olan işçi sınıfı ile Anadolu’daki emekçi sınıflar, kendileriyle aralarında çelişme olan sınıfları, üretim güçleri yeterli seviyeye gelmedikçe açıklıkla göremeyeceklerdir. Üretim güçlerinin gelişimini engelleyici bir yasayı savunmak (1961 Anayasası kastediliyor) bu ortamda başka bir çeşit tutuculuktan başka bir şey olmayacaktır.
(…) Bunların sonucu olarak, AP, tarihi ileri götürücü rolünü oynamış ve alternatifini, karşıtını da yaratmış olacaktır. Emekçi sınıfların, kendileri için oy verecekleri ve mücadele edecekleri ortam gelişecektir.”
AP’nin ‘üretim güçlerini yeterli seviyeye getirmesi görevini’ ‘yerine getirmesinden önce’ tarihi bürokratik mekanizmanın hükümet olarak iktidarını işbaşına getirici hareketlerden medet ummak (küçük burjuvazinin en uyanık kesimi olan asker sivil aydın zümre iktidarı kastediliyor) bu gelişmeyi durduracak, tarihi tekrar geriye doğru işletecektir.
Bu ‘teorisyenin’ ‘tahlillerinin’ vardığı nokta şudur: Bugün ‘devrimciler’e, ‘sosyalistler’e düşen görev; ‘üretim güçlerinin yeterli seviyeye gelmesi’ ve böylelikle ’emekçi sınıfların kendileri için oy verecekleri ve mücadele edecekleri ortamın gelişmesi’ için, ‘üretim güçlerini geliştirerek’, ‘tarihi ileri götürücü bir rol oynayan AP’yi desteklemektir. Bunun için ‘tam uygulandığında giderek üretim güçlerinin gelişimini durdurucu bir kimliğe bürünen Anayasa’yı değiştirme çabalarında AP ile beraber olmak gerekir. ‘Devrimcilik’ budur. Buna karşı çıkmak ‘bu ortamda, başka bir çeşit tutuculuk’tur. Evet. Bütün işbirlikçilerin iddiası da böyledir. Emperyalizm de aynı propagandayı yaymaya çalışmaktadır.16
Kaypakkaya’nın adını anmadığı bu teorisyenin kim olduğunu, referans verdiği Milliyet gazetesinin arşivine girdiğimizde görüyoruz. Bu, yine, İdris Küçükömer’den başkası değildir. Küçükömer, burada seçim sonuçlarını değerlendirirken, kitabındaki genel akademik düzlemin çok ötesinde, İbrahim’in de aktardığı gibi, açıktan açığa Adalet Partisi destekçiliği yapmaktadır.
Bir kez daha, İbrahim, devrimci eleştiriyi egemen sınıfların muhafazakar-milliyetçi kanadını destekleyen düşünce akımına yöneltmiştir. Ne var ki burada da “asker sivil zümre iktidarı”na dair olumlu görüş dikkat çekmektedir.
İbo sorar:
Bu tahlillerin Aybar’ın tahlillerinden bir farkı var mıdır? Yoktur. Bu tahliller Aybar’ın tahlillerinin geliştirilmişidir. ‘Osmanlı tipi ceberrut devlet’ tezleriyle, ‘1950 halk devrimi’ naneleriyle, Aybar da aynı şeyleri söylemektedir. Hatta ‘teorisyenimiz’, 1961 Anayasasını aynen bir AP’li ağzıyla açık açık reddederek, irticayı Mustafa Kemalcilikten üstün tutarak, emperyalizmin Türkiye’deki varlığını, ‘üretim güçlerini geliştirdiği’ iddialarıyla meşrulaştırarak, Aybar’dan daha cesaretli ve daha ileri bir oportünist olduğunu da ispat etmiştir (Kaypakkaya, 2016: 35).
İbo, aynı makalede, bir başka teorisyeni de eleştirmektedir, ancak verdiği referans çok açık olmadığı için onun adını bulamadık. Ne var ki eleştirinin içeriği oldukça çarpıcıdır. Bu teorisyen, “Önümüzdeki dört ya da beş yıllık devrede Türk ordusu içerisindeki devrimci subaylara büyük bir milli görev düşmektedir” dedikten sonra, subaylara düşen bu “büyük milli görev”i şöyle açıklamaktadır:
(…) Hiçbir tahrike kapılmayıp, siyasi iktidarları kendi hallerine bırakmalıdırlar. Çünkü bu devre, egemen sınıfların temsilci politikacıların hızla halkın gözünden düşüş devresidir… Halkın bilinçlenip gerçek eylemini bulacağı ya da çekirdeğini atacağı devredir. Emperyalizmin takkesinin düşüp, altındaki ‘kel’in halk tarafından görüleceği devredir. Emekçi ve köylülerin ve onların partisinin iktidara gelme olanaklarının yoğunlaşacağı devredir. Siyasi iktidara yapılacak en küçük bir müdahale bu bilinçlenmeyi yavaşlatacak, durduracak ve Türkiye halk topluluklarının yararından ziyade aleyhine sonuçlar getirecektir17 (Kaypakkaya, 2016: 35-36)
İbo, bu görüş açısını da ateşli biçimde eleştirmektedir:
Yukarıdaki yazıda devrimci subaylar halktan sayılmadıktan başka, işbirlikçi takımın iktidarı, halkın bilinçlenmesi bakımından, devrimci subayların iktidarından daha elverişli görülmektedir, hatta devrimci subayların iktidarlarında halkın ‘bilinçlenmesi’nin yavaşlayacağı, duracağı iddia edilmektedir. … Subaylarımıza “büyük bir milli görev” olarak gayrı milli iktidarlar karşısında hiçbir şey yapmamaları, gayrı milli iktidarları ‘kendi hallerine bırakmaları’ öğütlenmektedir. Milli Demokratik Devrimin güçlerinden olan ‘devrimci subaylar’ emperyalizm ve uşakları karşısında eylemsizleştirilmek, silahsızlandırılmak istenmektedir. Bu kime hizmettir? İşbirlikçi Süleyman Demirel iktidarının Kemalist müdahalelere karşı korunması görevi bu yazarlara mı düşmüştür? (Kaypakkaya 2016, 36-37)
İbrahim’in Kopuşu ve Tarihi Yeniden Ele Alışı
Dolayısıyla Küçükömer’e yönelik eleştirileri doğru ve yerinde olmakla birlikte, 1969 itibariyle, henüz Kaypakkaya’nın görüşleri de olgunlaşmış ve küçük burjuva sol kemalist dalgayı aşabilmiş değildi. İbo’nun sonraki görüşlerini bilenler açısından bu görüşler hayli şaşırtıcı olmalıdır.18 Aslında şaşıracak bir şey yoktur. 1968-1971 dönemi, devrimci gençliğin kopuş dönemidir. İbo’nun bu yazıları henüz kopuş sürecinin en başlarında yazılmış olmakla, adeta bir başlangıç noktasını imlemektedir. Aynı İbo, çok değil, iki yıl sonra, 1971’de Türkiye devrimci hareketinin Kemalizm’den kopuşunun teorik ve pratik öncüsü haline gelecekti. 1971 devrimci atılımının diğer iki öznesi, THKO ve THKP-C de Kemalizmden belli düzeylerde kopuşlar gerçekleştirmiş olsalar dahi, bu kopuşu bir çizgi düzeyinde ve sistemli biçimde gerçekleştiren yalnızca İbrahim Kaypakkaya olmuştu.
Burada devrimci gençlik hareketinin bütününü etkileyen 15-16 Haziran işçi ayaklanması, sıkıyönetim ilanı, 12 Mart Amerikancı faşist darbesi gibi etkenlerin yanı sıra, özgün olarak her halde iki etken rol oynamıştı. İlki, İbo ve yoldaşlarının ağırlıklı olarak (Urfa, Siverek, Antep, Malatya, Dersim gibi) Kürt şehirlerinde faaliyet yürütmesi, Kürt halkı ve Kürdistan realitesiyle derin bir temas ve etkileşimi yaşamalarıdır. İkincisi ise, İbrahim ve yoldaşlarının reformist-oportünist zihniyetten kopuştukları grubun (TİİKP) liderliğini yürüten Doğu Perinçek’in tam bir Kemalist ve Türk milliyetçisi olmasıdır. Kaypakkaya, TİİKP-Perinçek reformizminden kopuşurken, Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm zemininde oldukça kapsamlı bir teorik hesaplaşma gerçekleştirmiştir.
Böylece, 1960’lı yılların, işçi ve öğrenci hareketlerini kuşatan sol Kemalist ortamında, oldukça aykırı bir çıkış gerçekleştirmiştir. İbo, 29 Ağustos 1971’de, Antep’ten şöyle yazacaktı:
Kemalizm daha kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı-devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir. … Mustafa Kemal’in ‘tam bağımsızlık ilkesi’ pratikte (1938’e kadarki iktidar döneminde) görüldüğü gibi, emperyalizme teslimiyet, yarı sömürgeciliği seve seve kabullenmesidir. Mustafa Kemal’in Sun Yat-Sen ile kıyaslanması doğru değildir. Olsa olsa Çan Kay-Şek’le kıyaslanabilir.19
Ekim 1971’de Kürecik Bölge Raporu’nda Mihri Belli ve THKO’yu “burjuva subayların yapacağı darbeye bel bağlamakla” eleştirdikten sonra; “Şimdi, halk şu gerçeği her gün daha iyi kavrıyor: ‘Burjuva subaylarıyla veya halktan kopuk küçük bir aydın grubuyla devrim yapılamaz’” demiştir. (Kaypakkaya, 2016: 219)
Aralık 1971’de, “Türkiye’de Milli Mesele”de Şafak revizyonizminin tezlerini çürüterek “kendi kaderini tayin hakkı” ve “bölgesel özerklik” formülasyonuna ulaşır.20 Kaypakkaya burada, sadece TİİKP/Şafak revizyonizminden değil, 50 yıllık TKP revizyonist geleneğinin Kürt isyanları karşısındaki Kemalizm kuyrukçusu politikalarından da kopuşuyordu. İbrahim bu makalesinde Kürt meselesini Leninist bir perspektifle ele alıyor, Türk milliyetçiliğini mahkum ediyordu.
Şafak Tezlerinde21 ise, İbo dolaysız biçimde Kemalizmin ve 27 Mayıs darbesinin eleştirisini yapar. Bu tezlerde de Türk egemen sınıflarının Kurtuluş Savaşı’ndan sonra iki kampa bölünmüş olduğu tespiti vardır.22 Bu kampların şeklen tarifi aşağı yukarı Küçükömer’deki gibidir, bir yanda CHP, diğer yanda Serbest Fırka, Terakkiperver Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi… Fakat bu kamplaşmanın içeriğine dair görüşleri, artık sadece Küçükömer’den değil, Doğan Avcıoğlu gibi sol Kemalistlerden de bariz biçimde kopuşmuştur.
Kemalist iktidar, siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı değil, birinci kampa dâhil olan komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarının, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasının emperyalizme yarı-bağımlı iktidarıydı. … TİP, D. Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, Şafak ve TKP revizyonistlerinin (geçmişte ve bugün) iddia ettiği gibi, Kemalist iktidar, devrimci ve ilerici bir iktidar değildi. Kemalist iktidarla ittifak yapmayı düşünmek, karşı-devrim safına iltica etmek demekti. Çünkü Kemalist iktidarın kendisi, bizzat karşı-devrimi temsil ediyordu. (Kaypakkaya, 2016: 366)
Burada yapılan Kemalist burjuvazinin ve CHP’nin eleştirisi, Küçükömer’de olduğu gibi ayakları havada, sınıfsal toplumsal gerçeklikten kopuk bir “bürokrasi” eleştirisi değil, tam tersine, bizzat Kemalist iktidarın sınıfsal niteliğinin teşhiriydi. Kaypakkaya, burada Kemalizmin devrimci, Marksist eleştirisinin23 teorik temellerini atıyordu. Küçükömer ise, Kemalizmin liberal ve sivil toplumcu eleştirisini formüle etmişti. Bu ikisini birbirine karıştırmak kadar büyük bir yanlış olamaz. Birincisi işçi sınıfı ve ezilenlere aittir; ikincisi ise Türk burjuvazisine.
İbo’nun 1969’da Türk burjuvazisinin muhafazakar kanadına devrimci hücumları, 1971 ve sonrasında Kemalist kanadına yönelik hücumlarla birleşmiş, Türk egemen sınıflarının her iki gerici kanadının reddine dönüşmüştür. Ki, gerçekte, Türkiye siyasal düzleminde, egemen sınıfların her iki kanadından da kopuşmadan devrimci siyasetin üretilmesi olanaklı değildir. Oysa 1971 devrimci kopuşuna kadar “sol siyaset” esasen bu egemen sınıf kanatlarından kâh birinin kâh diğerinin peşinden sürüklenmekle kendisini tüketmiştir.
İbo, bu iki kampı, “komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki siyasi kampı” (Kaypakkaya, 2016: 373) olarak nitelendirir ve her ikisine de herhangi bir ilerici nitelik atfedilmesine karşı çıkar. Bunların arasındaki “devletçilik-hür teşebbüscülük” kavgasını24 ele alır, CHP’nin devletçiliğinin esasının tekelci devlet kapitalizmi ve devlet eliyle yapılan yağmalarla bir bürokratik-burjuvazinin yaratılması olduğunu öne sürer. Osmanlıcılık-cumhuriyet kavgasına dair özgün bir yorum geliştirir. Ona göre esas tehlike; cumhuriyetin yıkılması ve yerine Saltanatın kurulması değildir, karşı-devrim gelinen noktada, ancak “‘demokratik cumhuriyet’ maskeli faşist diktatörlük olabilir ve öyle de olmuştur”.25
Kemalist iktidarın, gerçekte bir “faşist diktatörlük”26 olduğunu söyleyen Kaypakkaya, Kurtuluş Savaşı sonrasındaki dönemde komünistlerin “devrimin baş düşmanı” olan Kemalist iktidara karşı mücadele etmek yerine onunla ittifak kurmaya yeltenmelerini mahkum eder27. Ona göre, Kemalist iktidara karşı işçi-köylü ittifakı temelinde bir halk iktidarı için mücadele edilmeliydi.
İbo’nun 1950 ve 1960 dönemeçleri hakkındaki fikirlerinin dönüşümü de bu Tezler’de izlenebilir. Artık ona göre, 1950, “anti-Kemalist karşı devrim” değildir:
1950’de DP’nin başa geçmesi, ne devrimdir, ne de karşı-devrimdir. Hâkim sınıfların öteden beri devam edip gelen iki siyasi kliği arasında bir iktidar değişikliğidir. Öte yandan bu değişiklik, Alman emperyalizmine bağımlı, tek partili askeri faşist diktatörlüğün yerine, daha çok sivil gerici güçlerden destek alan, Amerikan emperyalizmine bağlı ‘çok partili’ diktatörlüğü getirmiştir (Kaypakkaya, 2016: 381-382).
27 Mayıs darbesi ise; “komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğinin”, orta burjuvazinin reformist taleplerini ve gençliğin atılımını da yedekleyerek DP iktidarını devirmesi ve iktidarı almasıdır. CHP öncülüğünde gerçekleşen bu darbede, orta burjuvazinin reformist taleplerine de anayasada yer verilmiştir.28
Türkiye’de Devrim Olasılığı
İdris Küçükömer, Türk egemen sınıflarının “Doğucu-İslamcı kanadının” organik aydını olmaya meyletmiştir; Doğan Avcıoğlu ise, tam tersine, Kemalist kanadının. Kaypakkaya, bu iki kanadı da reddeden devrimci bir yerden, işçi-köylü-ezilenler cepheleşmesini kurmaya çalışmıştır29.
Küçükömer’de de Avcıoğlu’nda da ezilenlerin tarihi yoktur, işçi sınıfı ve köylülük üzerindeki vahşi sömürü, Ermeni-Süryani-Pontos kıyımları, Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi yer almaz. Onlar, Cumhuriyet’in ezilenlerini özneleştirmeğe çalışmaz. Onlar için özne, bürokratlardır, “asker-sivil aydın zümre”dir. Kaypakkaya’da ise işçi sınıfı, köylülük ve ezilenler başroldedir. Kemalist burjuvazinin ve Menderes-Demirel çizgisinin ezdiği, katlettiği bütün toplumsal kesimleri ele alır. Özellikle de ezilen halklara yönelik katliamların ayrıntılı bir bilançosunu sergiler.
1971’de Türkiye devriminin önünü açan, Deniz ve Mahir’in eyleminde de ifadesini bulan, İbrahim’in ise teorik olarak da formüle ettiği bu ayrımdır. Türk egemen sınıflarının cumhuriyet tarihi boyunca birbirleriyle giriştikleri kavgaların gerici doğasının sergilenmesine, işçi-köylü halk kitlelerinin devrimci mücadelelerine önderlik edecek gerçek bir komünist hareketin inşası eşlik etmeliydi. Zira;
“Yığınların mücadelesini, gerici kliklerin bazen birini, bazen diğerini iktidara getiren bir kaldıraç olmaktan kurtaracak olan, bu mücadeleyi muzaffer bir halk devrimine dönüştürecek olan, kitlelerin şiddetle gerek duyduğu komünist bir önderlik”ti (Kaypakkaya, 2016: 387).
İbo’nun burada çektiği ayrım, o kadar stratejiktir, o denli önemlidir ki, önemi ne denli vurgulansa az gelir.
Günümüzde bile, devrimciliği, hele de sosyalist devrimciliği, egemen sınıfların belli bir kanadına yedekli bir konum olarak algılayan o denli geniş bir kesim mevcuttur ki!.. Dün nasıl ki, 12 Eylülcü, 28 Şubatçı MGK diktatörlüğünün zulmü, demokratik orta sınıf aydınlarının belli kesimlerini Avrupa Birliği projesinin ve onun yürütücüsü olma iddiasındaki AKP’nin destekçiliği konumuna itmişse, bugün de tersine, AKP-MHP diktatörlüğünün yarattığı kesif baskı ortamı, Türkiye emekçi solunu yeniden Kemalizmi kucaklamaya, giderek Kemalizme biat etmeye ve CHP’nin yedeğine sürüklenmeye götürüyor. Türkiye emekçi sol hareketinin onyıllar süren sancılı “Kemalizmden kopuş” sürecini boşa düşüren adeta bir yeniden-Kemalistleşme süreci yaşanıyor.
Oysa devrimcilik, egemen sınıflara ve onların devlet iktidarına karşı yürütülen bir mücadeledir. Türk egemen sınıflarının iki kanadını, birbirlerine karşı mücadelede, farklı halk kesimlerini yedeklemeyi her zaman önemsediler ve bunu hayata da geçirdiler. Türkiye’de halk hareketlerinin gelişiminin cılız kalışı, devrimci ve komünist partilerin gelişiminin zayıflığı bunu olanaklı kıldı.
1950’ye kadar Kemalist kanadın tek partili hakimiyeti, 1950’den sonra ise tam tersine muhafazakar-milliyetçi kanadın Bayar-Menderes öncülüğünde fiili tek partili hakimiyeti söz konusudur. Türk burjuvazisi ve toprak ağalarının iki kanadı arasındaki iktidar savaşımı, 1960 yılı itibariyle anayasal düzlemin dışına taşmış ve 27 Mayıs darbesiyle Kemalist subaylar yönetime el koymuştur. 1960’larda hakim olan nispi demokratik ortamın temel sebebi, generaller ve CHP’nin sandıkta kendilerine üstünlük kuran hasım kanadı dengelemek için anayasada kimi demokratik hakları tanımasıdır. Bu hakların işçi sınıfını, gençliği, köylüleri CHP’ye ve dolayısıyla orduya yedekleyeceği var sayılmıştır. Aynı anayasa, MGK’yı kurarak, Genelkurmay’ın siyasete açık müdahalesinin anayasal temelini de atmıştır.
1950-’69 aralığında Türk egemen sınıflarının iki kanadı arasındaki büyük iktidar savaşımları tarihe damgasını vururken, işçi sınıfı, emekçi köylü ve gençlik hareketlerinin gürbüz gelişimine de nesnel alan açmıştır. Devrimci gelişme serpilip boy verdiği zaman, egemen sınıfların her iki kanadı da 12 Mart darbesinin arkasına dizilmiştir.
1974-’80 döneminde, ’60’larda açılan devrimci konjonktür derinleşerek sürer, “Devrim” fikri en ücra köylere kadar ulaşırken egemen sınıflar arasındaki parçalanma, iç iktidar mücadelesi de tırmanmıştır. Nihayet 12 Eylül’de egemen sınıfların her iki hasım kanadının siyasi partileri, işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci başkaldırısı karşısında, iktidarı Kenan Evren cuntasına devrederek kenara çekilmişlerdir. Tarihin yönünü değiştiren bir direniş sergileyemeyen Türkiye devrimci hareketi, egemen sınıfların iki kanadının birleşen ellerinin arasında ezilir.
1977 1 Mayısı’nda doruğuna varan kitlesel devrimci gelişmenin ürküttüğü karşı-devrimin bütün güçleri, topyekûn bir ezme harekatı için devleti askerileştirdiler (önce sıkıyönetim, sonra askeri darbe). Artık devrimci hareket egemen sınıfların şu ya da bu kanadına değil devletin kendisine karşı mücadele etmek durumundaydı. Bu gerçek çok da bilince çıkartılamadı. 1971 devrimcilerinin keskin stratejik aklı 1974 kuşağında yoktu, daha doğrusu kırılmıştı. Darbenin geldiği görüldüğü halde anti-faşist bir birlik dahi kurulamadı.
12 Eylül sonrasında, Kürt ulusal hareketinin gelişimi, bu denkleme yeni bir öğeyi kattı. Bütün siyasal dengeler alt üst oldu. 1987-’88’den itibaren egemen sınıfların iki partiye bölünüşü, ANAP ve SHP etrafında yeniden gerçekleşti (Küçükömer 1983’ten sonra şaşırtıcı bir dönüşle SODEP ve sonra SHP üyesi oldu, ki bu onun kendi tezlerini çöpe atması anlamındaydı). SHP 1991 seçimlerinde Kürt vekilleri TBMM’ye taşıdı. Ne var ki, Kürt devriminin gelişimi karşısında 1993 kirli savaş konsepti geliştirildi ve ordu yeniden siyasete bütün ağırlığıyla el koydu. Ancak 12 Eylül’cü faşist rejim derin bir krize de yuvarlandı. Kontrgerilla devletleşti, devlet mafyalaştı. Yönetememe krizi sürekli hükümet değişiklikleriyle kendisini dışa vurdu. Politik İslamcı hareket bu şartlardan aldığı cesaretle devlet iktidarından pay istemeye başladı. Nihayet Refah Partisi’nin hükümete gelmesiyle, İslamcı-muhafazakar güçlerin şahlanışı, 28 Şubat darbesiyle kesilmek istendi. Ancak Öcalan’ın ABD eliyle Türkiye’ye teslim edilmesinden sonradır ki, Türk egemen sınıflarının her iki kanadı, Avrupa Birliği programı temelinde uzlaştılar. Devlet düzeninin temellerine dokunulmaksızın, kısmi değişikliklerle rejime nefes aldırtılacaktı. Bu doğrultuda en önemli adımlar (idamın kaldırılması vb.) DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde atıldıktan sonra kurulan ve hızla hükümete gelen AKP, kendisini bu programın sürdürücüsü ilan etti. Gerçekte AKP için, AB programı, devletten dışlanan politik İslamcı harekete yer açmak amaçlıydı.30
Bir kez daha egemen sınıfların iki kanadı arasında sert bir mücadele başladı ve bir kez daha bu mücadele işçi sınıfı ve ezilenlerin politik hareketlerine nesnel olarak alan açtı.
İdris Küçükömer’in açtığı Kemalizmin liberal, sivil toplumcu eleştirisi bu dönemde etkisini çok geliştirdi. Bu hükümet tarafından da desteklenen bir etkiydi. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “öğrencisi olduğunu” belirttiği Küçükömer’e hayranlığını birçok kez ifade etmişti. 2007 seçimlerine gidilirken, AKP’nin “solcu” Ertuğrul Günay’ı, CHP’nin ise “sağcı” İlhan Kesici’yi saflarına katması, CHP-MHP’nin AKP’ye karşı bir “sağ blok” oluşturması; Küçükömer’in “sol sağdır, sağ da soldur” tezini akla getiriyordu.31 Kültür Bakanı olan Ertuğrul Günay, İdris Küçükömer için özel bir koleksiyon bastıracaktı. (Sayar, 2008)
Bir İdris Küçükömer modası başlamıştı. Sosyalistlerin O’na hak ettiği değeri vermediği, oysa söylediklerinin haklı çıktığı tartışılıyordu. Kimi sol liberal akademisyenler, Küçükömer’in analizlerini güncele uyarlayarak, Fettullah Gülen Cemaati’nin “bir sivil toplum örgütü olduğu, merkezi ceberrut devlet tarafından baskı gördüğü” yönlü tezler öne sürüyorlardı! Nihayet bu dalga, 2010 referandumunda “Yetmez! Ama Evet!” kampanyasına kadar ulaştı. Ergenekon-Balyoz operasyonları ve bunu takip eden 2010 referandumuyla devlet iktidarı tümüyle AKP-Cemaat koalisyonunun ellerine geçince, Küçükömer modası, başladığı hızla sönüp gitti. Küçükömer’e göre “Batıcı kapitalist güçlere karşı savunmada olan Doğucu İslamcı halk cephesi” artık savunmadan çıkıp alenen taarruza geçmiş durumdaydı. Fakat o da ne! Bu taarruz Batıcılara karşı değil, bizzat işçi sınıfı ve ezilenlere karşıydı! Küçükömer’in fikirleri AKP tarafından kullanılıp kenara atılmıştı. AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu açık konuşuyordu; “10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Diyelim ki liberal kesimler, bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak”32. Babuşçu haklıydı. Bu konuşmadan çok değil 2 ay sonra, Taksim-Gezi Direnişi patlak verecekti. Milyonlar, politik özgürlük arzusuyla sokaklara döküldü. Entelijansiyanın sol kanadı da, AKP iktidarına bayrak açmıştı.
İşte bu şartlarda, HDK-HDP bünyesinde mayalanan ezilenler birliği, Batı’da yükselen “Politik Özgürlük” talebini Kürt halkının on yıllardır birikmiş ulusal demokratik mücadelesiyle harmanlıyordu. İlk kez, egemen sınıfların iki kanadı eksenli bloklaşmaları aşan, ezilenlerin farklı kesimleri arasında bir bloklaşma gelişiyordu. Cumhuriyetin 90 yıllık tarihinde asla görülmemiş bir durumdur bu. Egemen sınıfların iki kanadının çeşitli partiler etrafında bölünmesi ve bloklaşması ne denli sık rastlanan, olağan bir durumsa, bu da tersine o denli görülmedik, ender bir durumdur.
İlk kez işçi sınıfı ve ezilen kitleler, burjuva partileriyle geleneksel bağlarını çözerek, ezilenlerin birleşik cephesi etrafında kümelendiler. Metropollerin Kürt ağırlıklı güvencesiz işçi-işsiz kitlesinin birleştirici bir maya gibi sardığı bir halk gücü zemininde33, Aleviler CHP’den, muhafazakar Kürtler AKP’den koparak, büyük şehirlerin demokratik orta sınıf kesimlerinin de desteğini alarak, her milliyetten kadınların ve gençlerin aktif katılımı üzerinde yükselen, ezilenlerin tarihsel bloğu olarak HDP benzersiz bir durum açığa çıkartmıştır. Bu döneme denk gelen İmralı merkezli görüşmeler süreci, her ne kadar müzakereler aşamasına varamadan kesintiye uğramışsa da, ezilenlerin birleşeceği bir politik iklimin yaratılmasında belirleyici bir rol oynamıştır. AKP, İmralı görüşmelerini Kürt halk dinamiğini kendisine yedekleyeceği ve sönümlendireceği bir araç olarak kullanmaya çalışırken, tam tersine, HDK ve HDP’nin gelişimiyle bu süreç, İstanbul ve Diyarbakır’ın birleşeceği bir zemine dönüşmüştür. HDK-HDP etrafındaki bloklaşma, Demirtaş ve Yüksekdağ’ın “Seni Başkan Yaptırmayacağız” çağrısıyla doruk noktasına varmış ve (bombalı saldırılarla birkaç puan geriletilse de) 7 Haziran seçimlerinde alınan %13’lük oy oranıyla tescillenmiştir.
Bu kez, bir defa daha, devrimci gelişmenin ürküttüğü egemen sınıf kanatları birbirleriyle yakınlaşarak, Saray merkezli bir konsepte açık (Bahçeli, Perinçek) ya da örtülü (Kılıçdaroğlu) destek vermişlerdir. Saray’ın baskın politik inisiyatifi, emekçi solunun kimi demokratik öğelerini, CHP somutunda egemen sınıfların belli bir kanadına yedeklenmeye doğru itmiştir. Bu kesimler için, sanki cumhuriyet tarihi AKP’yle başlamış gibidir!
Bu akıntının başını çeken, Doğu Perinçek’ten başkası değildir. Perinçek, İdris Küçükömer’le ilgili makalesinde, Kaypakkaya’nın Kemalizmi reddeden görüşlerinin de Küçükömer’den kaynaklandığını öne sürmüştü. Kemalizmi reddedenlerin kaçınılmaz olarak emperyalizmin yedeğine düşeceğini öne sürdüğü o günlerde, bizzat kendisi ve partisi, Saray’ın yedeğinde konaklamış vaziyetteydi. Aslında Perinçek de nihayet Küçükömer’in çağırdığı pozisyona yerleşmiş oluyordu. Belki de, Küçükömer’i bu kadar yermek yerine onun “emperyalizme direnen (!) İslamcı Doğucu halk cephesi” tezini günümüze uyarlasa, kendisi için daha faydalı olacaktır!
Peki, Erdoğan’ın Başkanlık projesi Türk egemen sınıfları arasındaki tarihsel ikileşmeyi teke indirmek ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunu her şartta “Doğucu-İslamcı” kanadın ellerinde tutmak yönünde bir zorlama olarak okunabilir mi? 16 Nisan gecesi yaptığı ve “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözleriyle hatırlarda kalan konuşmasında Erdoğan, bu referandumla “Türkiye’nin 200 yıllık kadim bir tartışma konusu olan yönetim sistemi konusunda tarihî bir karar verdiğini” öne sürdüğüne göre, referandum gecesinde aklında bu 200 yıllık tarihe damgasını vuran egemenler arası çatışmanın bulunmaması düşünülemez. Kuşkusuz o, sadece bu tarihsel çatışmayı bizzat temsil ettiği egemen sınıf kanadı lehine nihai olarak sonuçlandırmayı değil, bu çatışmadan dolayı ezilenlere nesnel bakımdan açılan siyaset alanını da ortadan kaldırmayı tasarlıyordu. “Tanrının lütfu” sayılan 15 Temmuz askeri darbe kalkışması, ona bu fırsatı sunuyor gibi görünmüş olmalı. Dahası, 15 Temmuz’u “2. Kurtuluş Savaşı” olarak ilan etmekle, Kemalistleri de kendi liderliği altına almak istediği, bir kısmını da aldığı zaten aşikardır. Ancak gerek referandum sürecinde, gerekse de 2019’a giden süreçte, Başkancı rejimin bu tarihsel çelişkileri ortadan kaldırmak bir yana, onları daha da geniş bir temelde yeniden ürettiği ortaya çıkmaktadır.
Türkiye devrimci hareketinin tarihsel gelişmesi, Türk egemen sınıflarının iki tarihsel bloğu arasındaki iktidar mücadelelerinin tırmandığı dönemlerde, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelelerine nesnel bir alan açıldığını, bu mücadelelerin gelişmesinin bu iki gerici kanadı karşı-devrimci temelde yeniden birleşmeye ittiğini gösteriyor. Devrim, ancak bu birleşik karşı-devrimi aşabildiği durumda gelişip serpilmiş (1974) ya da aşamadığında ezilmiştir (1980).
Türk egemen sınıflarının ikiye bölünüşü bu siyasal tarihin anlaşılması bakımından temel önemdedir, ne var ki, bu tarih asla bu ikileşmeye indirgenemez. Üçüncü etkenin, yani işçi sınıfı ve ezilenlerin siyasal yaşama katılımı ve yürüttüğü mücadeleler esas alınmadan devrimci bir gelişme örgütlenemez. Bütün bu süreç, bir kez daha, Türkiye’de demokratik halk devrimi olasılığının egemen sınıf kanatları arasındaki kavgalara yedeklenmeden, her iki kanattan bağımsız bir devrimci ezilenler bloğunun oluşturulmasına ve bu bloğun birleşik bir devrimci önderlik etrafında, egemenler arasındaki çelişkilerden de ustaca yararlanarak mücadele yürütmesine bağlı olduğunu göstermiştir. Türkiye işçi sınıfı ile Kürt halkının birleşme derecesi, devrimin olgunluk derecesini veren özel bir ölçüttür.
Sadece egemen sınıflar arasındaki konjonktürel yarılmalardan en ileri devrimci sonuçları elde etmek için değil, bilakis, egemenlerin iki kanadı yeniden tekleştiğinde, devrimci gelişmeye karşı birleştiğinde, birleşik karşı-devrimi aşarak devrimi zafere ulaştırabilmek için de ezilenlerin bir tarihsel blok biçiminde sımsıkı kenetlenmesi şarttır.
NOTLAR
1“Ayanda büyüme ile merkezi otorite daha da zayıfladıkça, ayanın bölgesel kısmi egemenliği merkezi hükümetçe bir aracı-otorite olarak kabul edilecekti. Öyle ki, bu aracı otorite tımar sistemi bozulduğundan; a) asker toplama ve b)asayişi sağlama işlerinde rol oynayacaktı” (Küçükömer, 2007: 50).
2“Bana göre onun (Sened’in, bn.) esas önemli yanı, fiili büyük toprak mülkiyetinin saraya kabul ettirilmesidir. … Sultan II. Mahmud eski düstura uyarak, başlıca ayanın ‘başını ezmişti’. Fakat bununla genel olarak toprak mülkiyetinin fiili olarak ayan ya da eşraf elinde kalması engellenememiştir. Bu tarihi süreç kesilemezdi artık” (Küçükömer, 2007: 51).
3“Eğer Osmanlılarda, İngilizlerde olduğu gibi, bir Magna Charta aranacaksa, bu, çok defa zannedildiği gibi Tanzimat Fermanı’nda değil, olsa olsa Sened-i İttifak’ta bulunabilir.” derken, Küçükömer, tutarlıdır. Zira o modernleştirici, ilerletici özne olarak mütegallibe-ayan sınıfını (yani yerel feodaller ve onlarla kaynaşan tefeci-tüccar sermayesini) görmekteydi. Fakat, diğer yandan Küçükömer, Osmanlı’nın feodal olmadığını öne sürerek bu görüşün de temellerini ortadan kaldırmaktaydı.
4 Abdülaziz’i tahttan indiren gruptan Harbiye Nazırı Hüseyin Avni Paşa, daha önce ‘Çerkes Hasan’ komplosuyla öldürtülmüştü. Bu gruptan sadece Mütercim Rüştü Paşa eceliyle öldü –bu da şans eseriydi, zira o da Mithat Paşa ile Yıldız’da yargılanarak idam cezasına çarptırılacak grup içindeyken ölümcül bir hastalık nedeniyle İstanbul’a götürülemedi ve köyünde vefat etti.
51912 Sanayi Sayımı’na göre, Osmanlı Sanayii’nin %49’u Rumlara, %30’u Ermenilere ve sadece %12’si Türklere aitti (Aktaran, Taha Akyol, Hürriyet 17/12/2016).
6“1858’de toprak kanunu ile toprak mülkiyetinin sağlanması yoluna girilmişti. Bu kanun, büyük çiftliklerin içinde yer alan, sayısız köylerde oturan köylülerle, ayan ya da eşraf arasındaki ilişkileri ihmal etmişti. (Ö. L. Barkan) Bu ihmal, büyük toprak mülkiyetinin tanınmasından başka bir şey değildi. Bugün Anadolu’da çeşitli bölgelerde köylüler, ayan kalıntısı aileler ve ağalar arasında süregelen çelişme, bu konuda muhtemelen kasten yapılan bir ihmal ile yaratılmıştı” (Küçükömer, 2007: 65).
7“Âyan kalıntısı ya da esnaf, savaşın kazanılmasında ve sonra bürokratla birlik olarak gözükmüştü. Savaşla topraklar kurtulduktan sonra, iktidara bürokratlarla katılmakla, özel ellerdeki topraklar daha da genişleyecekti. Bunun iki kaynağı vardı. Biri, Türkiye’yi terk eden Rum ve Ermenilerin toprakları, diğeri de miri topraklardı” (Küçükömer, 2007: 101).
8“Halen bazı kimseler, Türkiye’de feodaliteden, hiç değilse kalıntılardan söz etmekteler.. Batıdakinden farklı olarak bir çeşit ‘Osmanlı feodalite’sinden söz edilir. Yalnız, söz konusu Osmanlı Feodalitesinde önemli unsur tımarlı sipahilerdir ya da yöneticilerdir. Kısaca Osmanlı bürokratları. Eğer bunların bir kalıntısı aranacaksa, bu kalıntı ile önemli ortak yanları olanlar, bugünün Cumhuriyet bürokratlarıdır. Oysa … Osmanlı bürokratı feodal değildi” (Küçükömer, 2007: 117).
9“Batıda, tarihi bir gelişme olarak, merkantilist genç burjuva sınıfı ile kralın bir süre beraberliğinden milli krallıklar kurulmuştu. Burjuvazinin rolü ile kurulan bu krallıklar, batıda uluslaşma hareketinin de başlangıcıdır. İşte bu krallıklar, daha üstün teknolojisi ve ona bağlı ordu ve donanmasıyla Osmanlıları … artık durdurmuştu. … Bu koşullar dış ganaim’i bundan böyle (-) eksi ganaim haline getirecekti” (Küçükömer, 2007: 41-42).
10Abdülhamid’i İslamcı-Doğucu halk cephesine dayanan büyük bir lider olarak gören Küçükömer, onun Osmanlı’yı kapitalizme karşı savunduğunu savlar. Düyun-u Umumiye’yi getirerek Osmanlı’nın yarı sömürge haline gelmesine yol açan Muharrem Kararnamesi hakkındaki yorumu, özellikle enteresandır: “Bana göre, batılı emperyalistlerin sert notası karşısında Abdülhamit’in devletin iflasının ilanı olarak kabul edilen meşhur Muharrem Kararnamesi (1881) aslında onun eseri değil, sadece önceden gelen bir tarihi gelişimin, ekonomiyi istila eden emperyalizmin kaçınılmaz sonucudur” (Küçükömer, 2007: 65). Oysa, “ortanın solunun ilk paşası” olarak gördüğü Mustafa Reşit Paşa’yı, imzaladığı Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması (1838) nedeniyle yerden yere vurur (Küçükömer, 2007: 58-59).
11“CHP, bazılarına göre sol’du. Oysa üretim güçlerinin geliştirilmesi açısından bakarsak ve daha büyük kitlelere mutlak olarak bir şeyler verebilmeyi dikkate alırsak, D. Parti daha soldu belki” (Küçükömer, 2007: 107).
12Bu kavramlaştırmayı 1950’nin siyasal tartışmalarından aktararak dikkatimi çeken Vedat Türkali olmuştu: “Falih Rıfkı, ‘Sağ, sağlam temele oturmalı Türk demokrasisi’ diye yazıyordu; demokrasiye geçiş de ona göre olacaktı! Sola yaşam yolunu tıkamak devletin temel uygulamasıydı; emekçilerin sınıfsal, siyasal örgütlenmelerine değil, o doğrultudaki düşüncelere bile göz yumulamazdı. … Anti komünizm yarışması başlamıştı ülkede! Bu konuda kimse üstünlüğü başkasına kaptırmak istemiyordu! Amerika’daki Mac Carthist akım öncelik kazanmış oluyordu bizde! İktidar, muhalefet elbirliğiyle Falih Rıfkı’nın öngördüğü (Aslında devleti elinde tutanların öngörüsü idi bu) ‘sağ demokrasi!’yi yerleştiriyorlardı ülkeye! Antidemokratik yapılanmanın tek partilisinden çok partilisine geçiliyordu böylece. Bu halk düşmanı yapılanmaya karşı gerçek demokrasiyi savunan herkes komünistlik suçlamasıyla sindirilmek yolu tutulmuştu” (Türkali, 1999: 511-512).
13“Kendisini, emekçi halk yığınları ile özdeş görmeğe ya da onların yandaşı olmaya başlayan bürokrat, artık yukarıda belirtilmiş anlamda bir kimse olmaktan çıkar. Eğer bu almaşık gerçekleşirse, tarihi Osmanlı ve Cumhuriyet bürokratının (asker olsun, sivil olsun) niteliğini değiştirmesi ile karşılaşmış olacağız. Bu kitapçıkta yapmağa çalıştığım analizle vardığım sonuçları, biraz da bu sonuncu (beşinci) gruba girmeğe açık olan bürokratlara sunmak istiyordum” (Küçükömer, 2007: 85).
14İdris Küçükömer’in 27 Mayıs darbesinin ardından, Talat Aydemir tarafından kurulan sol Kemalist örgütlenmenin içinde yer aldığı, muhtemel bir “sol darbenin” Başbakan adayı olduğu, ancak Aydemir’le yaşadığı sorunlar nedeniyle bu cuntacı gruptan, henüz 1961 darbe girişiminden önce ayrıldığı bilinmektedir. Sanırız bu deneyim Küçükömer’in tam ters istikamete savrulmasında belli bir pay sahibidir.
15Örneğin, Küçükömer’in Osmanlı analizinin merkezinde duran “İslamcı-Doğucu halk cephesi” kavramına dair: “Tam anlamıyla GERİCİ bir ittifak bundan daha güzel tanımlanamaz. Sayın Küçükömer’in doğu-islamcı halk cephesi’nin çekirdeğini, mevcut üretim ilişkileri içerisinde yerlerini korumak isteyen ve bu nedenle daha ileri bir üretim düzenine geçmeyi öngören yenilik hareketlerine, örneğin sanayileşmeye karşı koyan gruplar meydana getiriyor. ‘Birlik’, en geniş kapsamıyla, İmparatorluğun ‘haracını yiyen’ ve tartışmasız en ayrıcalıklı şehri olan İstanbul halkını içermekte. Kısacası İmparatorluk halklarıyla, geniş emekçi köylü yığınlarıyla uzak-yakın bağlantısı olmayan bir ‘birlik’ bu.”
16Bütün Eserleri, Ölçü Seçimler Değil Güçlenen Milli Demokratik Mücadelemizdir, 28 Ekim 1969, sf 34. İbrahim bu konuşmayı Milliyet Gazetesi’nin 20 Ekim 1969 tarihli nüshasından aktarıyor. Bu gazete, Milliyet’in online internet arşivinde yer almaktadır. Muhtemelen İbrahim’in verdiği tarih yanlıştır, zira bu içerikli haber, gazetenin 19 Ekim 1969 tarihli sayısında yer almaktadır.
17ABD Dışişleri Bakanlığı’nın kamuoyuna açılan yazışmaları, gerçekten de 1969 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nın Celal Bayar’a af getirilmesi girişimine karşı darbe hazırlığı yaptığını, ancak tasarının geri çekilmesi üzerine bundan vazgeçildiğini ortaya koyuyor. http://www.radikal.com.tr/turkiye/1969da-darbenin-yanindan-donulmus-840541/
18Sanırız bu nedenle olsa gerek, İbrahim’in bu yazıları önceki ‘Seçme Yazılar’ kitaplarına alınmamıştır.
19Saflarımızdaki Sol Oportünizm Sağ Hatalarımızın Cezasıdır, age, sf 196. Bu metin, İbrahim’in bizzat katılmadığı bir TİİKP merkez komitesi toplantısına gönderdiği pusuladır.
20“Marksist-Leninist hareketin demokratik halk diktatörlüğü sisteminde milli meseleye getireceği çözüm şudur: Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırlan, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb… temeli üzerinde, bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir” (age, sf. 276).
21Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri, age, sf 351.
22“Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, egemen sınıflar (komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları) arasında iki siyasi kampın doğduğuna işaret etmiştik: Birinci kamp; emperyalizmle işbirliğini gittikçe geliştiren ve palazlanan yeni Türk burjuvazisi, İttihat ve Terakkici komprador burjuvazinin bir kesimi, ağaların, büyük toprak sahiplerinin, toptancı tüccarların, tefecilerin bir kısmı, memurlann ve aydınların en üst ve ayncalıklı tabakasından oluşuyordu. İkinci kamp ise; tamamen tasfiye edilemeyen eski komprador büyük burjuvazinin, ağaların, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların başka bir kesimi, saray mensuplan, din adamları, eski ulema sınıfı artıklarından meydana geliyordu” (Sf. 377).
23İbrahim Kaypakkaya, şu cümleyi yazarken, oynadığı bu tarihsel rolün son derece bilincinde görünmektedir: “Kemalizm konusunda, orta burjuvazinin gerçeklere aykırı idealist yargıları öylesine beyinlere yerleşmiş, kafalara öylesine tekel kurmuştur ki, Kemalizm’in komünistçe değerlendirilmesi adeta olanaksız hale gelmiştir” (sf. 405).
24“İktidarı elinde tutan birinci kampın, devlet cihazına tamamen hâkim olduğunu, devlet tekelleri yaratarak, bu tekelleri kendi hizmetine koşarak ve böylece, rekabeti büyük ölçüde ortadan kaldırıp rakiplerini ezerek, gittikçe büyüdüğünü ve zenginleştiğini gördük. Hâkim sınıfların ikinci kampta yer alan kesimi ise, devlet cihazı içinde zayıf olduğundan, onu dilediği gibi kullanamadığından, hatta devlet cihazına kuvvetle hâkim olan birinci kamp tarafından, yine ‘devletçilik’ yoluyla rekabet edemez hale getirildiğinden, bir yandan devlet cihazını kendi amaçlan için kullanmak uğruna mücadele ederken, öte yandan, iktisadi alanda ‘hür teşebbüs’ün, ‘devletçilik’ aleyhtarlığının bayraktarlığını yapmıştır” (age, sf. 373).
25“Revizyonistlerin karşı-devrim dediği, cumhuriyet düzeninin yıkılması ve Sultanlığın tesisidir. Oysa böyle bir şey, artık burjuvazinin genç kesimlerinin de işine gelmez, hatta eski Türk büyük burjuvazisinin de… Dünyada gelişmeler öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yuvarlanan taçları kimse başına koymaya cesaret edememektedir. Taçlı bir yönetim artık hâkim sınıfların ihtiyaçlarını karşılayamaz, egemenliklerini koruyamaz. Bunu, burjuvazi de bilmektedir. Artık karşı-devrim, ‘demokratik cumhuriyet’ maskeli faşist diktatörlük olabilir ve öyle de olmuştur” (sf. 366).
26Kemalist iktidarın özellikle 1930’lu yıllarda Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası’nın etkisiyle kafatasçı bir Türk ırkçılığını benimsemesi, Güneş-Dil Teorisi denilen ırkçı zırvalıkların ortaya atılması, nihayet Alman Faşizminin ilerlemesinin doruk noktasında (1942) kurulan faşist Saraçoğlu hükümetiyle Nazilerle işbirliği kurumsal bir düzeye çıkartılması gibi olgulara rağmen; tanımı gereği tekelci kapitalizme denk düşen, “mali sermayenin” (Dimitrov) diktatörlük biçimi olan faşist diktatörlüğün 1930’lar gibi, Türkiye’de henüz geniş ölçekli kapitalist üretimin dahi var olmadığı bir dönemi tanımlamak için kullanılması çok doğru görünmemektedir. Faşist diktatörlük sadece baskı ve zorbalık değil -ki öyle ele alınırsa Abdülhamid’in ve İttihatçıların dönemlerindeki Osmanlı’nın da faşist diktatörlük sayılması gerekecektir- tekelci kapitalizmin bunalımından doğan devlete denk düşen bir tarihsel formdur. Buradan bakıldığında, Türkiye’de faşist diktatörlüğün inşasının, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle gerçekleştirildiği görülür.
27“Kurtuluş Savaşını izleyen yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğü kurmaktır” (sf. 377).
28“1950’de iktidardan düşen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, DP iktidarının kendisine de yönelen faşist baskılan karşısında, “demokrasi” havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yöndeki atılımını bir kaldıraç gibi kullanarak, 1960’da iktidarı tekrar ele geçirmiştir. Kitlelere yol gösterecek komünist bir önderlik olmadığı için, halkın muhalefeti, gerici kliklerden bazen birinin, bazen diğerinin peşine takılmış ve çarçur edilmiştir. CHP’ye hâkim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, iktidarı ele geçirdikten sonra, 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi birdenbire karşısına almayı doğru bulmamıştır; orta burjuvazinin, 27 Mayıs Anayasasına da giren bazı sınırlı demokrasi taleplerini bu nedenle kabul etmiştir. 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf, CHP’ye hâkim komprador büyük burjuvazi ve toprak ağalan kliğidir. Orta burjuvazi onun peşinde yedek kuvvet olarak yer almıştır. Bizce 27 Mayıs hareketinin doğru tahlili budur” (sf. 323).
29“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz” (sf. 380).
30Türkiye’nin Avrupa Birliği aday üyeliğini bir “demokratik devrim” olarak nitelendiren bile vardı! Örneğin eski Dev Yol önderlerinden, BirGün yazarı Melih Pekdemir aynen şöyle diyordu: “Biz ‘bir kısım’ solcular olarak, 6 Ekim itibarıyla karmaşık duygular içine girmiş bulunuyoruz. Bu karmaşa, sanırım hasetlik, şaşkınlık ve gizli-açık memnuniyet şeklinde tecelli ediyor. Yahu, hakikaten 6 Ekim 2004 tarihinde, bu ülkede bir ‘devrim’ oldu. Ve bundan haberimiz var! Üstelik bir de devrim kavramına yüklediğimiz kutsiyet ortada dururken, bunu ulu orta telaffuz edebilmek de kolay değil. Şunca yıl devrimcilik yap, bu uğurda onca eziyet çek, mapuslarda sürün, sayısını bilemediğin can yoldaşını yitir… Sonra senin uğruna savaştığın değerlerin bir kısmı, hem de karşı cenahtan yapılan girişimlerle hayata geçsin. Yani? Türkiye’de hep yarım bırakılan burjuva demokratik devrim ‘programı’, nihayet tamamlanmıştır. ‘Demokratik’ bir yoldan değil, tepeden ve dışarıdan bir devrim olarak, bu sürece son nokta konmuştur.” (Ama bu hakikaten “devrim”, BirGün Gazetesi, 10 Ekim 2004, http://www.birgunarsiv.net/writer_index.php?category_code=1187090030&news_code=1097431079&year=2004&month=10&day=10#.Wp8V9duWRPY)
31Örneğin; Ertan Altan, 3 Haziran 2007, ‘İdris Küçükömer Haklı Mıydı?’, Kaynak: https://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/idris-kucukomer-hakli-miydi-48519
321 Nisan 2013, t24 portalı, http://t24.com.tr/haber/babuscu-onumuzdeki-10-yil-liberaller-gibi-eski-paydaslarimizin-kabullenecegi-gibi-olmayacak,226892
33Pek vurgulanmasa ya da öne çıkartılmasa da, gerçekte Meclis’teki partiler arasında en yoksul halk tabanı HDP’dedir. AKP’yi “pleblerin partisi” dahi ilan edebilen liberal kimi yazarlar olmuştu. AKP tabanı 15 yıllık iktidar sürecinden nemalanarak maddi şartlarını hatırı sayılır ölçüde düzelttiyse de, halen bu yönlü yaklaşımlar görülebiliyor. Her milliyetten emekçi, yoksul halk gücünü ise gerçekte HDP tabanı meydana getirmektedir. Özellikle İstanbul gibi işçi sınıfı kentlerinde geniş bir proleter tabanı AKP’den söküp alabilmiş olmak HDP’nin başarısının arkasındaki temel etkenlerden birisiydi. 7 Haziran döneminde yayımlanan bir KONDA araştırması bu gerçeği vurguluyordu: “Tüm seçmenler arasında CHP’li seçmenlerin hane geliri diğer seçmenlere kıyasla daha yüksek seviyede. HDP’liler ise en düşük gelir seviyesine sahip.” Bu araştırmaya göre, HDP seçmenlerinin %49’unun aylık geliri 1200 TL’nin altındadır. %80’inin aylık geliri ise 2000 TL’nin altındadır. Kaynak: http://t24.com.tr/files/20150618182854_konda_7haziransandikvesecmenanaliziraporu.pdf
KAYNAKÇA
Küçükömer, İ. (2007). “‘Batılaşma’ Düzenin Yabancılaşması”, Bütün Eserleri – 2. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Sayar, A.G. (2008). İdris Küçükömer. Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Kaypakkaya, İ. (2016). Bütün Eserleri. İstanbul: Nisan Yayıncılık.
Ulagay, O. (1969). “Düzenin Yabancılaşması Üzerine”. Aydınlık Sosyalist Dergi, 2(9).
“Şimdi Ne Olacak”, Forum, Milliyet Gazetesi, 19 Ekim 1969
Türkali, V. (1999). Güven, Cilt 2. İstanbul: Gendaş AŞ.
Sertoğlu, M. (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi. 6. Cilt TTK.
İnalcık, H. (2015). Devlet-i Aliyye, 4. Cilt, İş Bankası Yayınları.