#MeToo HAREKETİNİN ÖTESİNDE KADIN MÜCADELESİ

* Kumru Toktamış,  Siyaset Sosyologu, Brooklyn Pratt Institute, New York
** Abby Scher, Dollars and Sense Dergisi Yayın Kurulu Üyesi ve eski editörlerinden
İngilizcesinden çevirenler: Güney Işıkara ve Dilek Uygül

ABD’de son yıllarda yükselmekte olan #MeToo hareketi erkeklerin cinsel saldırı ve tacizlerinin, ve fiziksel olmayan ama yine de tehditlerle dolu, zora dayalı istismarlarının suç niteliğini kadınların, kız çocuklarının, ve hatta bazen erkeklerin dile getirebilmeleri için önemli bir alan açtı. Yırtıcı erkekler1 için kadınların (ya da erkeklerin) her daim el altında olmaları varolan iktidarlarının adeta bir avantasıdır. Bu iktidarın kendisi de çoğu zaman gizli kalan bir ihllâler ve şiddet düzeni yoluyla sürdürülür.

Cinsel saldırı ve tacizler dile getirildikleri zaman bile çoğu zaman örtbas edilir. Kültürel olarak şekillenen eğilimimiz bu saldırılardaki şiddet unsurunun (siz bunu ‘zorlayıcı/dayatmacı hegemonya’ olarak okuyun) yerine cinsel (siz bunu ‘müstehcen’ olarak okuyun) unsuru öne çıkarma yönündedir. Bu durum, cinsiyet üzerinden gerçekleşen saldırıların şiddet ve ihlâlin kamusal alanında değil, hala yaygın olarak kişiye özel itibar, namus ve utanç zemininde kavranan ve bu şekilde ele alınan sorunlar olduğunu gösteriyor. Anlatılan hikayeler konu dışı gıybet ve suç iddiası arasındaki bir yelpazede salınıp dururken, bu tür teşhirler izleyenlerin içini gıdıklıyor.

Hane içindeki ya da kamusal yaşantımızdaki saldırı ve tehlikeler, -sırf cinsellik içeriyor diye- temaşaya dönüştüğü ölçüde havadan sudan bir hale gelseler bile, aslında insanlık sınırlarını ihlâl eden ve kişiyi yoksunlaştıran niteliklerinden bir şey kaybetmezler. Küçük düşme ve rızkını yitirme pahasına da olsa Hollywood’da Harvey Weinstein’ı teşhir eden şöhret sahibi kadınlar da, yolu Bill Cosby ile kesişme talihsizliğini yaşamış sıradan kadınlar da, yırtıcı müşterilere karşı iş sözleşmelerine koruyucu madde ekleme kazanımını elde eden otel çalışanları da benzer sınır ihlalleri ve yoksunlaştırmalarla karşı karşıya kalmış insanlardır.

En özgürleşmiş toplumlarda dahi kendine yer bulan şehvet, müstehcenlik, namus ve aşağılama kodları, kadınların (ya da erkeklerin) bu tür şiddet ve ihlâllere görünürlük kazandırma olanağını kısıtlıyor. İşte bu gerçek, #MeToo hareketinin önemini daha da artırıyor. Hareketin şimdilik yaratmış olduğu – tam da ihtiyaç duyulan –  görünürlük devlet, medya ve kilisede kök salmış güç dinamiklerini yerinden oynatacak bir çığlığa dönüşmüş olsa da, özgürleştirici niteliği daha güçlü kılınabilir. Gerçekten de hareketin bir yanda görünürlülük, öte yanda özgürleştirici imkanlarına dair tartışmaları, çeşitli toplumsal alanların eşit olmayan güç dengelerini kavrayan, tabi kılınmış toplumsal cinsiyet(ler)in gerçek anlamda zincirlerini kırmasına dayanışma yoluyla önayak olan, özgürleştirici bir feminist yaklaşımla kaynaştırarak daha üretken ve güçlendirici kılabiliriz. Bu, sınıfları dikey, toplumları yatay kesen bir hareket oluşturmayı hedeflemek anlamına geliyor – öyle bir hareket ki tarlalarda, bürolarda, lokantalarda çalışanlar için; hem manastırlarda, hem de Beverly Hills konaklarında yaşayanlar için alan açmalı, iktidar yaratmalı, çare üretmeli. Tarih bize bunun o kadar da kolay olmadığını öğretiyor.

 

Geçmiş Hatalardan Ders Çıkarmak

#MeToo hareketi ile ortaya çıkan farklı görüşlerin ve bunların özgürleştirici potansiyelini tespit etmek feminist politikanın biçimlenişi açısından çok değerli. Tarihsel süreç içinde Amerika Birleşik Devletleri’nde birçok muhafazakar kadın hareketi, ya da geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıldaki Alkol Karşıtı Hareket gibi özgürleştirici ve muhafazakar unsurları bir araya getiren hareketler görülmüştür. Ancak kadınların gerçek anlamda özgürleşmeleri adına baskının cinsiyete dayalı biçimleriyle yüzleşme konusunda feminist hareketin kendisi bile parçalıdır.

Tarihsel kadın hareketinin, özel ve toplumsal yaşamdaki saldırıları hedef alan bu yeni dalgası, emsallerine hem şaşırtıcı derecede benziyor, hem de onlardan son derece farklı görünüyor. #MeToo, iş yerindeki cinsel şiddet ve tacize karşı çıkarken anaakım kadın dergilerinin desteğini de arkasına alan, böylelikle bunu liberal feministler için de bir gündem maddesi haline getiren 1970’lerdeki kadın hareketinin mirası üzerinde yükseliyor. Kadınların çoğunlukta olduğu uçuş görevlisi ve pembe yakalı sendikalarındaki “emekçi feministler” ilk olarak o yıllarda mesleklerinin tek cinsiyete indirgenmesine karşı çıkmış, yine o yıllarda, sendikalı kadınlar Eşit Haklar Anayasa Değişikliği Talebi’ni2 emek örgütlerinin bir talebi haline getirmişlerdi.[1] Bu “sesini bulma” stratejisi, ikinci dalga feminizmin önemli araçlarından biriydi. Kadınlar kamusal alanda “namus kodlarına” açıkça meydan okuyup, kürtajın yasadışılığı, cinsel taciz ve diğer görünmez istismarlar konusundaki sessizlik perdesini yırtıyorlardı.

Takvim yaprakları 1975’i gösterdiğinde Cornell Üniversitesi’ndeki kadınlar, güçlerini istismar yönünde kullanan idari ve akademik personele karşı bir “sesini bulma” eylemi örgütlediler. “Cinsel taciz” kavramı ilk kez böyle ortaya çıktı ve bütün dünyaya yayıldı. Bu harekete önderlik edenlerden biri Cornell Üniversitesi’nde bir nükleer fizik profesörünün sekreteri olan ve sürekli taciz görerek hırpalanan Carmita Wood idi. Wood ve arkadaşları, tacizzedelere3 konuşma alanı sağlayan, kadınların iş yerinde maruz kaldıkları tacizler konusundaki farkındalığı artıran, tacizin kendilerini tam da iş yerinde güçsüz oldukları için nasıl hedef aldığını ve nasıl daha da güçsüzleştirdiğini ortaya koyan Emekçi Kadınlar Birliği adında bir örgüt kurdular. Kısa sürede kampüs sınırlarını aşarak çevre fabrikalardaki işçileri de örgütlemeye başlayan Emekçi Kadınlar Birliği, mavi, beyaz ve pembe yakalı üyelerini aynı anda savunma zorluğunun üstesinden gelemedi ve dağıldı.[2] Wood’un kendi tacizcisine karşı açtığı dava ise mahkemede bir sonuca ulaşamadı. ABD Yüksek Mahkemesinin cinsel tacizi bir cinsiyet ayrımcılığı olarak tanıması ve yasadışı ilan etmesi için 1986 yılına kadar beklemek gerekecekti. Bu arada, ismi hala Cornell Üniversitesi Kampüsü’ndeki bazı binaları süsleyen Wood’un patronu ise ABD Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçildi.

Aradan geçen yıllarda bu hareket kökünü daha da derinlere saldı. Feminist akademisyenler taciz ve cinsel şiddeti belgelemeye devam ederken, feminist avukatlar uzun süren yasal mücadelelere girdiler. Buna rağmen iş yerinde, okulda, ailede, ya da dini cemaatlerde sesini bulma ve sesini çıkarma üzerinde yoğun bir baskı, ve ses getirmenin yüksek bir mesleki ve kişisel bedeli hala var. Bu durum karşısında birçok kurban bir başına kalarak harekete geçmeye çekiniyor. Üstelik yalnız olmadığını ve yaşananların kendi suçu olmadığını fark etmenin getirebileceği özgürleştirici değişim ve dönüşümlerden, yani kurban olmaktan çıkıp kendi ayakları üzerinde durabilen bir tacizzede olabilme noktasına gelmekten mahrum kalıyorlar.

 

Mağdurların Dayanışması mı Tacizzedelerin Etkin Eylemliliği mi?

#MeToo, 1970’lerin “sesini bulma” hareketinin, bu defa sosyal medya ve diğer mecralarda gelişen yeni bir benzeri. Tıpkı öncesindeki başkaldırılar gibi, bu hareket de Amerika Birleşik Devletleri’nde toplumsal cinsiyet ilişkilerini kamusal alanda gündeme getiren belirgin bir feminist politik alan oluşturdu. Hareketin yüksek görünürlüğü, ünlüler dünyasının eğlence, finans ve teknoloji sektörlerindeki üst katmanlarında toplumsal cinsiyet ilişkilerini yeniden şekillendiren profilli yüksek kadınların özgül ve kişisel seslerinden de besleniyor. Ancak kadınlar dayanışmayı çoğunlukla yüz yüze ilişkilerle örülmüş, dayanak niteliğindeki samimi kadın gruplarında değil, sanal ortamda buluyorlar. Hareket bu yönüyle yalnızca 1970’lerdeki öncelinden değil, New Yorklu bir mahalle örgütçüsü olan Tarana Burke tarafından 2006 yılında başlatılan, çocukluk döneminde cinsel saldırıya maruz kalmış kadınlar için bir empati ve birbirine tutunma inisiyatifi olarak doğmuş başlangıçtaki “me too” hareketinden de ayrışıyor. Burke, ‘sessizliği kırma’ ifadesini özellikle kenara itilmiş topluluklarda genç kızları hedef alan cinsel istismar ve tacizin yaygınlığına dikkat çekmek amacıyla yeniden dolaşıma sokmuştu.[3]  Bir ‘sessizlik kırıcı’ olan bu ‘me too’ hareketi, namus ve utanç gibi mağdurları sessizliğe ve yalnızlığa iten kültürel kodları ortadan kaldırma amacını gütmekteydi.

2017 yılının sonlarında Rose McGowan gibi Hollywood yıldızlarının yüksek nüfuzlu film prodüktörü Harvey Weinstein’ın saldırılarına son vermek ve onu hakim karşısına çıkarmak amacıyla #MeToo söylemine başvurması sosyal medyada çığ gibi büyüyen bir ‘sessizliği kırma’ hareketi doğurdu. 2017’de geri dönen haliyle #MeToo, bir ‘şöhretliler feminizmi’ni andırsa bile, yıldızların yaşadığı sırça köşkün dışına taşma potansiyeli barındıyordu. Nitekim Weinstein’ın kurbanlarının çoğunu yıldızlar değil, kariyer basamaklarını hızla tırmanma arzusundaki oyuncular, personel, ve gündelik işlerinde muhatap olduğu diğer emekçiler oluşturuyordu. Kısa süre içinde kilisede, finans sektöründe, okullarda, üniversitelerde, medya kuruluşlarında, orduda, müzik ve hatta porno sektöründeki kadınlar #MeToo aktivizmini benimseyerek saldırganları teşhir etmeye, örtük ve açık misilleme tehditlerine karşı savaşmaya, saldırı ve istismara karşı yasal koruma kazanmak için mücadele etmeye başladılar.

Geçici bir an olmaktan çıkıp harekete dönüştüğü ölçüde #MeToo artık Burke’deki anlamıyla kurbanları destekleme ve onlarla dayanışmanın da ötesine geçmişti. Saldırıların altından kalkanlar failleri teşhir ederek ve eylemlerinden sorumlu tutarak adalet arayışına giriştiler. Hareketin yükselişi ve etkisi, ‘mağdurlar arasında dayanışma inisiyatifi’ ve ‘dimdik ayağa kalkabilen saldırızedelerin adil ve eşit bir iş yeri için etkin mücadelesi’ arasındaki bu gerilim tarafından şekillendirildi. 2018 sonu itibarıyla #MeToo hareketinin 200’den fazla nüfuzlu erkeği yerinden ettiği, ve bunların yaklaşık yarısının yerini kadınların aldığı söyleniyor.[4] #MeToo aynı zamanda Weinstein’den önceki vakalar için de bir mücadele dili oluşturdu.

Tüm bu gücüne rağmen, hareketin kendi potansiyelini gerçekleştirmek için şöhret feminizminin önemli ölçüde ötesine geçmesi ve nüfusun daha geniş ve daha savunmasız kesimlerinin elinde bir direniş aracı haline gelmesi gerekiyor. Ulusal ve eyalet düzeyinde bir dizi kanun tasarısı, kadınların misillemeden korunmasını, iş sözleşmelerinden uzlaştırma maddelerinin çıkarılması yoluyla kadınların mahkemeye gitmesinin kolaylaşmasını, ve serbest meslek sahiplerinin güvenliğinin artırılmasını öngörüyor. Bu elbette olumlu bir başlangıç. Yine de bu yönde henüz çok az sayıda tasarının yasalaştığını belirtmek gerekiyor.[5] Amerikan toplumunun en savunmasız kesimlerinden olan dar gelirli kadın işçiler için ise sendikal mücadele savunucuları bazen tam da sorunun bir parçası olabiliyorlar.[6]

 

Özgürleşme İçin Politik Bir Alan

Bu süreçte, sendikaların da dönüşüme fazlasıyla ihtiyacı olan kuruluşlardan olduklarını görmekteyiz. İş yerindeki tacizlerin en son kurbanları olan tarım işçileri, garsonlar, otel çalışanları ve sağlık sektöründe emek veren hemen herkesin nadiren gözler önüne serilen durumları haberlere bile zar zor konu olmakta. İyi belgelenmiş bir çalışmada gazeteci B.Yeung, Şubat 2017’de gerçekleşen bir sendika toplantısında Hizmet Sektörü Uluslararası Sendikası – Batı Yakası Emekçileri Birliği’nin bir üyesinin uzun ve yoğun çalışma saatlerinden düşük ücretlere kadar uzanan şikayetler listesi hakkında konuşmasından bahseder. Bu üye ‘cinsel taciz’i listesine eklediğinde, kadın meselelerini işçi meselesi olarak görmeyen bazı erkek üyeler tarafından yuhalanmış, “seyirciler arasında sessiz bir homurdanma” oluşmuştu. [7] Sendika hareketinde de #MeToo nedeniyle yüksek profilli birçok erkek yerinden oldu. Emekçi kadın ve erkekleri cinsiyete dayalı şiddet karşısında bir araya getirmenin farklı sosyal çevrelerden kadınları bir araya getirmek kadar zor olduğu tarihsel olarak açıktır. Ancak, güç sahiplerinin bunu istismar etmeleri sonucunda sendika üyelerinin maruz kaldığı haksızlıklara sendika yetkilileri ve idarecilerinin seyirci kalmamaları için bu alanda ortaya koyulan mücadele büyük önem arz etmektedir.

Emekçiler tarafından iş yerindeki cinsel tacize karşı yürütülecek kıyasıya bir mücadele, cinsiyete dayalı şiddeti önemsiz bir skandal olarak küçümseyen kimselerce, ünlülerle dolup taşan #MeToo hareketinin altının oyulmasının önüne geçecektir.[8] Benzer bir şekilde, kendisinin fitilini ateşlediği hareket tarafından ötekileştirildiğini hisseden ilk “metoo” aktivisti Tarana Burke, beyaz olmayan kadınların göz ardı edilen deneyimleri hakkındaki acı bir gerçeği ortaya seriyor: “Dünya beyaz kadınların savunmasızlığına karşı tepkisiz kalmıyor. Bizim anlatılarımız ise hiçbir zaman anaakım medyanın merkezinde yer almıyor. Bizim hikayelerimiz anlatılmıyor ve bu durum bize kendimizi değersiz hissettiriyor.”[9]

 

Zihinsel Kurguların4 Gücü

Erkek sendika üyeleri tarafından düzenlenen eylemler ve Tarana Burke’nin gözlemleri bize bir gerçeği hatırlatıyor: Kapitalizmin yapısal güçleri ve bunun içindeki patronlar, yöneticiler ve işçiler, farklı düzeyden savunmasızlıkların oluşmasına ve devamlılığına katkıda bulunsa da, cinsiyete dayalı şiddet halihazırdaki ekonomik sistemin tarihsel olarak öncesine gider, ve günümüzdeki ihlalleri, şiddet algısını ve anlatılarını şekillendiren erkekliğin, kadınlığın, ve ırkın ısrarlı zihinsel kurgularına yaslanır. Bu, hiyerarşik bir ihmal, aldırmazlık ve boşverme düzenini tekrar tekrar yaratır.

Toplumsal tasavvur dünyamızı kontrol altında tutan ve hala geçerliliğini koruyan algı/kurgu oluşumları,  ihlalleri cinsellik kisvesi altında ve bunun aracılığıyla bireyselliğin karanlık köşelerine itme eğilimini göstermeye hala devam etmekte, bu durum cinsiyetçi hiyerarşilerin sorgulanmaksızın geçerliliklerini korumalarına hizmet etmektedir. Taciz, hakkında konuşulmaması gereken konular çerçevesinde kaldığı müddetçe, bizim bu sessizliklerin güç yapılarımızı nasıl yeniden üretegeldiğini ve etkili kıldığını anlamamız zordur.

“Erkektir, yapar” zihniyeti 2018 yılında Amerikan Kongresi’ndeki Kavanaugh duruşmalarında açık bir şekilde desteklenmiştir. Duruşma boyunca şüphe ile yaklaşılan taraf kesişimsel kimliği ona Amerika’da en yüksek mertebede yargıçlık yapma imkanı tanıyan beyaz üst sınıf erkek değil, sessizliğini bozan kadın olmuştur. #MeToo hareketinin etkisinin dalga dalga yayılarak zirveye ulaştığı bir dönemde bu halka açık duruşma, cinsiyete dayalı kurguların ‘doğal’ bir çifte standardın içinde yetişmiş erkekler ve kadınlar tarafından devam ettirilen fazlasıyla güçlü toplumsal dinamikler tarafından korunduğu konusunda hatırlatıcı olmuştur. Bu ve benzeri cinsiyete dayalı hükümler ve anlatılar bireyselliğin altını oyarak, hükmeden ve tabii olan arasındaki ilişkinin muhafaza edilmesini sağlamaktadır.

Bu türden asimetrik güç dengelerine başka bir örnek olarak çocukların rahipler tarafından cinsel olarak istismar edilmesinin ortaya çıkmasından on yıl sonra, bu sefer rahibelerin uğradığı istismar skandallarıyla içeriden parçalanan Katolik Kilisesi gösterilebilir. Rahibelerin rahiplere yönelttiği cinsel taciz ve zorlama, hatta dayatılmış kürtaj iddiaları, sonunda bizzat Papa’nın kendisi tarafından da kabul edilmiştir. Hindistan’dan Latin Amerika’ya dünyanın dört bir yanında gerçekleşen bu tacizler, gün ışığına çıkarılıncaya kadar bir “sessizlik ve gizlilik kültürü” altında örtbas edilmiştir. [10]

Bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen cinsel şiddet dolu dünyada cinsellik, kim olduğu kolaylıkla saptanabilen bir failin, denetim ve baskı kurarak başka bireylerin insanca varolabilmelerinin yadsınmasının araçlarından biri haline gelir.  Öte yandan cinsel şiddet, saldırı ve ihlâller, diğer sistemik şiddet türlerinden farklı olarak çok daha sessiz bir şekilde gerçekleşir. Böylelikle failler, toplumsal gelenek ve tutumların arkasına saklanabilir, tanınmaktan ve teşhis edilmekten korunabilir. Bu tür karmaşaların içinde sıkışıp kalanlar ise ister istemez, tacizzedelerin, ayakta kalanların güvenilirliklerini sorgularlar. Zira bu kişiler toplumsal sessizlik kodlarını çiğnemişlerdir. Sessiziliği bozan kimselerin sürekli karşı karşıya kaldıkları bu şüphecilik dalgası, benzer durumdan muzdarip birçok başkalarını da sessiz kalmaya iter.

Basitçe açıklamak gerekirse, günümüzde cinsel şiddet vakalarını siyasi ve kurumsal liderlere, aynı zamanda sendika işçilerine ve hatta yetkili makamlardaki kadınlara anlatmak ‘görünmez gemi miti’ne benzetilebilir. Oldukça aşağılayıcı bu mite göre, yerli ahali Batılı kaşifleri ve fatihleri taşıyan gemileri tanımlayabilecek sözcüklerden yoksun oldukları için, “bir hayli filtreli algıları nedeni ile ne olduğunu tam anlamlandıramadıkları gemileri görememişlerdir.” [11] İşte tıpkı bu aslı olmayan öyküdeki yerlilerde olduğu gibi, uygun bir dilin yokluğu, birçok güçlü kimsenin kendisine görünür ya da anlaşılır olmayan şeyleri kavramasını, bunlarla başa çıkabilmek için farklı yöntemler tahayyül etmesini ve geliştirmesini engelliyor. Toplumsal cinsiyet rollerine ve kodlarına ilişkin algımızı çevreleyen çağdaş kurgular bizi, cinselliği bireyselliğin ve mahremiyetin karanlık köşelerinde izole etmeye zorluyor. Bunu da, bu türden bir izolasyonun güç dinamiklerini yok sayan müşterek ahlak denen şeyi savunma adı altında yapıyoruz.

Cinsiyete dayalı saldırıları, saldırı olarak algılamaya yönelik zihinsel dönüşüm #MeToo hareketinin çekirdeğini ve aynı zamanda kendi içindeki bir gerilimi temsil ediyor. ‘Karanlıkta kalması gereken’ şeylere görünürlük kazandırma amaçlı her girişim, yakıştırılmış cinsiyet rollerini yıkacak güce sahip müşterek bir adalet duygusunun etkin şekilde (yeniden) tahayyül edilmesine olduğu kadar sağlam dayanışma bağlarına ihtiyaç duyar.  Bu bağlamda, her erkeği potansiyel tecavüzcü olarak gören sözde feminist varsayım, avcının erkek olması gerektiği efsanesi kadar yıkıcıdır. İkinci iddianın aksine, insanlık tarihinin ilk çağlarında hem erkek, hem kadın avcılar vardı. İlk iddianın aksineyse, erkekler tecavüzcü ya da tacizci olarak dünyaya gelmez. Onları saldırgan yapan, içine doğdukları erkeklik anlatıları ve bunları etkinleştiren, yeniden üreten toplumsal yapılardır.

 

Eylem Halindeki Etkin Özne5

Bir hareket inşa edilirken, toplumsal cinsiyet ilişkilerini şekillendirme konusunda zihinsel kurguların gücü büyük öneme sahiptir. 2013 yılında çıkan Sınırlarını Zorla (Lean In) adlı kitabında Facebook Operasyon Direktörü Sherly Sandberg, kadınları, birey olarak onları iş yaşamında başarıdan mahrum eden engelleri aşmak için özgüvenlerini etkinleştirmeye ve sınırları zorlamaya davet ediyor. Bu türden bir bireyselciliğin ve bireysel kurtuluş anlayışının, meslek sahibi, emekçi kadınların etkin özneliğine dair söyleyecek bir sözü yoktur. Zira bu kadınlar için tavsiye edilen bu özgüven risklerle doludur ve pekala işini kaybetme, mahrumiyet, kısaca dert kaynağı anlamına gelebilir. Sandberg’in ortaya koyduğu yaklaşım kadınları ailede, okulda, işyerinde, ve dini kurumlarda, yani hayatın hemen her alanında zapteden ve tabi kılan misilleme mekanizmalarından tümüyle bihaberdir. #MeToo hareketinin örnek gösterilecek başarısını kısmen –  ister Fox News’de, ister Uluslararası Hizmet İşçileri Sendikası’nda olsun – bu misilleme mekanizmalarına karşı örgütlü, kolektif ve kıyasıya meydan okumasına atfedebiliriz. Etkin özneliğimizi kendi hayatımızı kontrol etmek adına geliştirirken tam olarak da bu fırsatı bütün kadınlara erişilebilir kılmalıyız.

İş hayatını denetleyen yasal ve kurumsal düzenlemeler önemli ve gerekli bir kalkan teşkil etse de, susturma ve diğer toplumsal cinsiyet kurguları karşısında yeterli oldukları söylenemez. Bu düzenlemelerin sınırlarını üst düzey yönetici koltuklarının yalnızca %25’inde kadınların oturduğu finans sektöründe görüyoruz. Bu sektörde #MeToo hareketine karşı ciddi bir geri tepme gündeme geldi bile.[12] İşe alımdan sorumlu yöneticiler #MeToo hareketinin yalnızca “tacize son vermeyi değil, imkansız olanı – yani işyerini cinsiyete dayalı kodlardan arındırmayı – hedeflediğini” söylüyorlar. Bu nedenle erkekler kadınları işe almayarak ya da onlarla sosyalleşmeyerek kendilerini korumaya çalışıyorlar.

Sandberg’in ‘akmasa damlar’6 feminizminin desteklediği bireycilik de, işyerinde kurumsallaşmış koruyucu düzenlemeler de, cinsel istismara uğramış kadınların itibar ve değerlerini yeniden tesis edebilecekleri kolektif, özgürleştirici bir politik alana duydukları ihtiyacı karşılamaz ve bu bağlamda kadınlardaki etkin, dönüştürücü özneyi açığa çıkarmaz. Cinsel şiddeti özel alana ait mahrem bir sorun olarak yalıtmak, kadınları korunması gereken kurbanlar olarak tanımlayarak onlara çocuk muamelesi yapmak, şöhretlilerden aşağıya doğru akacak bir özgürleştirmeden medet ummak toplumsal normları ve kurumları dönüştürme potansiyeline sahip bu politik alanı boş yere harcama riskini barındırır.

Bu tür saldırılardaki şehvet ve müstehcenlik detaylarının ötesine geçtiğimiz takdirde iki kritik unsura odaklanabiliriz: Kendi iradesini zorla bir başkasına dayatan saldırgan ve iradesi şiddetle bastırılan, görmezden gelinen kişi. Bir yanda yırtıcı erkek tahakküm kurma arayışıyla karşısındakini kurbana dönüştürürken, yeniden oluşturulabilecek olan toplumsal koşullar, hak ihlâline uğrayan kişinin kurbanlık durumunu aşarak ayakta kalan, güçlenerek yaşamını sürdürebilecek bir tacizzedeye dönüşmesine önayak olabilir. Bu anlamda, ihlâlin niteliğini ve zarar boyutunu belirleyen, karşı karşıya gelen iki tarafın kendilerini içinde buldukları toplumsal asimetrik güç dengeleridir. Başka bir deyişle, saldırgan, kurbanının/tacizzedenin etkin öznelliğinin zaten yadsınmakta olduğu kilise, işyeri veya aile gibi herhangi bir alanda saldırısını gerçekleştirdiğinde, saldırıya uğrayanın o alandaki haklarını talep edebileceği yeni bir siyasi alanın açılmasını sağlamış oluyor.  #MeToo hareketinin değeri, bu şiddet kültürünü değiştirebilecek ve dönüştürebilecek, aynı zamanda çare üretecek, adalet arayacak, misilleme tehditlerine meydan okuyacak bir potansiyel barındıran tacizzedelerin etkin öznelliğini açığa çıkarmasından geliyor. Kadınlara karşı şüpheciliğin hakim olduğu bir kültürel iklimde, onların korunmaya muhtaç insanlar gibi görüldüğü kurumsal pratiklerdeyse bunun tam aksi gerçekleşir – yani, kadınların etkin sesi kısılır. İşyerini ve kamusal yaşamı gözeten yasa ve düzenlemelerin ‘zayıf kadınları korumayı’ değil, şiddet ve ihlâlleri önleme amacını taşıdığı yüksek sesle dillendirilmelidir. İşte tam da bu yüzden, cinsel baskının doğurduğu susturucu utancın ötesine geçmek zorundayız.

Daha da önemlisi, her toplumsal hareketin sınıfları dikey kesen ittifaklara ve koalisyonlara ihtiyacı vardır. #MeToo hareketi feminist hareketin geçmişte yaptığı hataların üstesinden gelebilir. Bunun için sınıfları kesen bir etkin eylemliliğe yaslanması, yani, ödül törenlerinde kırmızı halıda boy gösteren zengin ve ünlü kadınlara takılıp kalmak yerine Birleşik Devletlerin birçok yerinde gerçekleşmekte olan öğretmen grevlerini desteklemesi, sendikalaşmayı savunması, daha iyi ücret, çalışma koşulları ve iş güvencesi için mücadele etmesi, olabildiğince fazla kadını sömürü, istismar ve şiddete karşı mücadelede birleştirmesi gerekir.

 

Dipnotlar

1) Bu yazıda cinselliğin toplumsal kurgu ve koşullarını bir av sahası gibi algılayarak, kurbanlaştırmak istediklerinin zaaf ve zayıflıklarından faydalananlar için kullanılan İngilizce ‘predator’ kavramının karşılığı olarak ‘yırtıcı’ kavramını kullandık.

2) Equal Rights Amendment.

3) Tacizzede kavramını kurban ifadesinden farklı olarak saldırı sonrası ayakta kalmayı başaran kişileri tanımlamak, İngilizce’deki survivor / victim kavramları arasındaki ayrımı gösterebilmek için kullandık.

4) “Cognitive construct” kavramını algılamanın ve kurgulamanın birbiri ile etkileşmesinden ortaya çıkan bir soyutlama biçimine denk düşürebilmek için “zihinsel kurgu” olarak çevirdik.

5) Edimleri ve yaşama tarzı ile çevresindeki hayatı değiştirebilecek gücü ve kapasitesi olan kişi ve kurumlar için İngilizce’de kullanılan “agency” kavramını “etkin özne” olarak çevirmeyi uygun gördük.

6) “Trickle-down” (yukardakiler zengin/güçlü olursa bu durum aşağıdakilere de yarar) ifadesini burada akmasa damlar olarak çevirdik.

 

KAYNAKLAR

[1] Dorothy Sue Cobble, The Other Women’s Movement: Workplace Justice and Social Rights in Modern America, (Princeton, 2004).

[2] https://timeline.com/carmita-wood-sexual-harrassment-f2c537a0e1e8

[3] https://www.vibe.com/featured/tarana-burke-me-too-feature

[4] https://www.nytimes.com/interactive/2018/10/23/us/metoo-replacements.html

[5] “#MeToo was a culture shock. But changing laws will take more than a year,” USA Today, October 4, 2018,  https://www.usatoday.com/story/news/investigations/2018/10/04/metoo-me-too-sexual-assault-survivors-rights-bill/1074976002/ .

[6] Alissa Quart and Barbara Ehrenreich, “Sisters in Arms,” New York Review of Books, July 19, 2018, https://www.nybooks.com/articles/2018/07/19/workplace-violence-sisters-in-arms/ ;

Josh Eidelson, U.S. Labor Leaders Confront Sexual Harassment in Top Ranks,” Bloomberg BusinessWeek, November 17, 2017, https://www.bloomberg.com/news/articles/2017-11-07/u-s-labor-leaders-confront-sexual-harassment-in-their-top-ranks ;

Jane McAlevy, “What Me-Too Can Teach the Labor Movement,” In These Times, December 27, 2017, http://inthesetimes.com/working/entry/20793/me-too-workers-women-unions-sexual-harassment-labor-movement-lessons .

[7] B. Yeung (2018) In a Day’s Work: The Fight To End Sexual Violence Against America’s Most Vulnerable Workers. New Press.

[8] ‘Akmasa damlar‘ feminizminin eleştirisi için bkz.: https://www.jacobinmag.com/2018/12/sheryl-sandberg-lean-in-feminism-class

[9] https://www.essence.com/videos/tarana-burke-explains-why-black-women-dont-think-metoo-is-for-them/

[10] https://www.nytimes.com/2019/02/05/world/europe/pope-nuns-sexual-abuse.html

[11] https://www.northcoastjournal.com/humboldt/myth-of-the-invisible-ships/Content?oid=2129921

[12] https://hbr.org/2018/03/is-metoo-backlash-hurting-womens-opportunities-in-finance