İngilizce’den Olcay Çelik tarafından çevrilmiştir. Metnin aslı için tıklayınız.
Emperyalizm ve İnkarcıları
“Komünizm bir doktrin değil, bir harekettir; ilkelerden değil, olgulardan yola çıkar” (Engels, 1977, s.291).1 Ülkelerin sömürü oranları arasındaki geniş farklar; üretimin ve sanayi proletaryasının ağırlık merkezinin sömürünün en yoğun olduğu ülkelere ve bölgelere kayması; merkezleri emperyalist ülkelerde bulunan şirketlerin (ve benzer şekilde bu ülkelerdeki refahın ve sosyal barışın) bu sömürü sürecine dramatik derecede bağımlı hale gelmesi… Bunlar, neoliberal kapitalizm denen şey hakkında konuşmaya başlarken yola çıkmamız gereken en önemli olgulardır.
Emperyalist ülkelerdeki işçilerin genelinin katlandığına kıyasla, Bangladeş’teki hazır giyim fabrikalarında, Çin’deki seri üretim hatlarında, çay ve kahve plantasyonlarında ve diğer yerlerde aşırı yüksek olan sömürü oranları elle tutulur ve gözle görülür bir gerçektir. Her gün düşük ücret ülkelerindeki yüz milyonlarca işçi bunu kanıyla, canıyla deneyimler. Bunu bilmek için bir teoriye ihtiyacımız yoktur, sadece göz kapaklarımızı kaldırmamız yeter. Ancak ne görebileceğimizi ve gördüklerimizden ne sonuçlar çıkarabileceğimizi anlamak istiyorsak elbette bir teoriye ihtiyacımız var.
Bu, ücret-formunun kapitalist ile işçi arasındaki sömürü ilişkisini örttüğünü söyleyen Marx’ın değer yasasının temel varsayımıyla ya da öz ile görünüş arasındaki karşıtlığın çelişkiler üzerinden hareket eden tüm dinamik sistemlerin bir yasası olduğunu söyleyen materyalist diyalektik ilkeyle çelişmez.2 Emperyalizmi ve süper-sömürüyü ilk bakışta görünür kılan şey (görünür olan sadece bir buzdağının görünen kısmı olsa bile), tam da proleterler arasındaki eşitliğin ve buna bağlı olarak da değer yasasının sistematik olarak ihlalidir.
Kapitalizmin emperyalist evriminin önceki aşamaları ile kıyaslandığında, küreselleşmiş üretim çağında işçiler serbest dolaşım hakkı ve emek-güçlerini en yüksek teklifi verene satma özgürlüğü konusunda daha az eşittirler. Meta ve sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması üretimin düşük ücret ülkelerine göçünü teşvik etse de, orduların koruduğu sınırlar ve yükselen yabancı düşmanlığı işçilerin bu ülkelerden göç etmelerine engel oldu. Elbette göç tamamen durdurulamadı ama akışı büyük oranda engelledi ve göçmenleri savunmasızlığa, ikinci sınıf statülere mahkum etti. Fabrikalar, tıpkı o fabrikalarda üretilen metalar ve onların sahibi kapitalistler gibi ABD-Meksika sınırını özgürce geçebilir, Avrupa Kalesi’nin duvarlarını kolaylıkla aşabilir ama düşük ücret ülkelerindeki işçilerin böyle bir hakkı yoktur. Bu, küreselleşmenin parodisidir işte: işçi sınıfı hariç, her şey ve herkes için sınırsız bir dünya!
Emperyalist ve ‘gelişmekte olan’ ülkeler arasında büyük ölçüde emeğin serbest dolaşımının bastırılmasından kaynaklanan ve genellikle 10 kattan büyük ama 3 kattan da az olmayan küresel ücret farklılıkları, sömürü oranları (basitçe, işçilerin ürettiği değer ile kendilerine ücret olarak ödenenler arasındaki oran) arasındaki küresel farklılıkların çarpık bir yansımasını sunar bize. Küresel mali krizle [ç.n. 2008-9 krizi] sonuçlanan çeyrek yüzyılda üretim büyük ölçüde düşük ücret ülkelerine taşınarak küresel işgücü arbitrajı elde elde edildi. Yani içerideki görece yüksek ücretli işçilerin yerine diğer ülkelerdeki düşük ücretli işçiler ikame edilerek üretim maliyetleri düşürüldü, kârlar arttırıldı. Merkezleri Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’da bulunan şirketler arasında giderek daha da popüler hale gelen bu strateji şirket kârlarının, bu kârlardan elde edilen her türlü finansal varlığın değerinin ve bu ulusların vatandaşlarının yaşam standartlarının büyük ölçüde düşük ücret ülkelerindeki işçilere uygulanan yüksek sömürü oranlarına bağımlı hale gelmesine yol açtı. Bu nedenle, neoliberal küreselleşme, kapitalist gelişmenin yeni, emperyalist bir aşaması olarak kabul edilmelidir. Bu emperyalizmin özü iktisadidir: Güneydeki canlı emeğin Kuzey kapitalistleri tarafından sömürülmesi.
Emperyalizmin aşılması ve ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmekte olan’ ülkelerin eşitlenmesi şöyle dursun, bugün emperyalizm apartheid benzeri küresel bir ırkçılığa, ulusal baskıya, kültürel aşağılamaya, militarizme ve devlet şiddetine dayalı küresel bir sistem olarak işliyor. Bir yandan üretimi taşıdığı ülkelerdeki insanları dalga geçercesine özgür yurttaşlar olarak kabul ediyor, diğer yandan ülkelerini ulus-ötesi şirketlerin ve tedarikçilerinin besleneceği, emek-gücünün süper-sömürüldüğü bir depoya dönüştürüyor.
Bunların hiçbiri görünmüyor. Oysa Güney Afrika’daki apartheid kapitalizminin sömürücü karakteri tam da buydu. O sömürü örtük değildi, çıplaktı, bakan herkes görebiliyordu. İşte, 21. yüzyıl emperyalist kapitalizminde de durum böyledir. Proleterler arasındaki eşitliğin sistematik ihlali, değer yasasının küresel işleyişini derinden etkiler. Değer ilişkisinin toplumsal bir ilişki olduğu düşünüldüğünde, aksi mümkün olabilir mi ki zaten? Proleterler arasındaki eşitliğin sistematik ihlali de, bunun bir sonucu olarak farklı sömürü oranlarının ortaya çıkışı da yadsınamaz bir gerçektir. Ancak yine de pek çok Marksist çağdaş küresel ekonomideki değer ilişkilerinin Marx’ın ‘sermayenin genel teorisi’ arayışında analiz ettiği idealleştirilmiş bir piyasadaki değer ilişkileri ile aynı olduğu ve onun bu amaçla yaptığı basitleştirici varsayımları sorgulamaya ihtiyaç olmadığı konusunda dogmatik bir biçimde ısrar etmektedir.3
Marx’ın teorisi alıcı ve satıcı arasındaki özgürlük ve eşitliğin yüzeysel görünümünün arkasında saklı olan sömürücü ve uzlaşmaz ilişkiyi ortaya çıkarmak için gereken anahtarları bize sağlar. Ama bugün bu bunun tersine, yani Marx’ın teorisinin gizli olanı açığa çıkarmak için değil, açıkça görünür olanı eğitimsiz ancak önyargısız gözlemcilerin gözünden gizlemek için kullanıldığına şahit oluyoruz.
Emperyalizmin Marksist inkarı farklı şekillerde karşımıza çıkar. William Robinson ve David Harvey, emperyalizm çağının sona erdiğini ve terimin artık geçersiz olduğunu açıkça ilan ediyorlar. Pek çoğu, konuya değinmekten olabildiğince kaçınıyor ve kaçınamadıkları zamanlarda da bu sefer emperyalizme adıyla atıfta bulunmaktan beri duruyorlar, ‘Merkez ve çevre’ ya da ‘Gelişmiş ve gelişen ülke’ gibi iki kutuplu kavramlarla onu örtmeyi tercih ediyorlar. örneğin, Robert Brenner’e göre küresel üretimin düşük ücret ülkelerine kayması “devasa boyutta olsa da, dünya pazarının muazzam üretim kapasitesi düşünüldüğünde çoğu zaman önemsizdir ve bu kayışın sebebi küresel fiyatların ve kârların sıkışmasıdır” (Brenner, 2009, s. 9). Brenner bu olgunun ABD ve Avrupa’daki çok-uluslu şirketlerin süper-kârlarını elde ettikleri yeni bir kaynak olamayacağını savunur.
Tabii, küresel kapitalist ekonomiyi ve onun önde gelen tekellerini ve ülkelerini emperyalist olarak tanımlamaya devam eden ancak ülkeler arasındaki sömürü oranlarının farklılaştığını reddedenler de var. Catalyst dergisinde yer alan Küresel Sınıf Savaşı başlıklı makale bu eğilimin son örneklerindendir. Makalede Ramaa Vasudevan süper-sömürünün varlığını kabul edip, bununla ilgili teorik bir kavram arayan yeni yayınlanmış biri bana ait (Smith, 2016) iki kitabı eleştiriyor.4
Kendi sözleriyle,
Son zamanlarda ileri sürülen bir argüman … ileri kapitalist ülkelerin çevre ülkelerdeki işçileri süper-sömürüye maruz bırakarak emperyalist süper-kârlar elde ettiklerini savunuyor. Bu formülasyona göre ABD emperyalizmi sistematik olarak ABD’deki işçilerle Bangladeş, Çin ve Meksika’daki işçileri farklı sömürü oranlarına tâbi tutuyor. ABD işçisi daha düşük bir sömürü oranıyla karşı karşıya ve bu düşük oran, ikinci gruptaki ülkelerin işçilerinin süper-sömürüsüne bağlı diyor. Bu argümanlar dünyanın dört bir yanındaki işçileri sermayenin saldırısına karşı birleştirecek ortak bir neden bulmak yerine, ABD’deki ve çevre ülkelerdeki işçileri yapısal olarak birbirinden ayrı konumlara yerleştiriyor ve ilkini emperyalist rant mekanizmalarına dahil ediyor (Vasudevan, 2019, s. 112).
“Bağlı”, “yapısal olarak birbirinden ayrı” ve “emperyalist rant mekanizmaları” gibi farklı yorumlara açık olan kavramların belirsizliğine rağmen; eğer “ABD”yi, “ABD ve diğer emperyalist ülkeler” olarak değiştirirsek; “Bangladeş, Çin ve Meksika’daki işçiler” ifadesini küresel değer zincirlerinin düşük ücretli kademelerinde çalışan yarım milyar insan olarak düzeltirsek ve buna ek olarak küresel bazda yeniden devreye konan böl ve yönet taktiğinin, bugünkü gibi kriz zamanlarında çok farklı dinamiklere sahip olduğu gerçeğini de eklersek, evet, bu tanım benim görüşümü veciz bir şekilde özetliyor diyebilirim. Peki kendisi buna karşı ne öneriyor?
ABD önderliğindeki şirket sermayesi Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki düşük ücretli işçileri doğrudan veya dolaylı olarak sömürmek için kontrol ağlarını sınırlarının ötesine yayıp sıkılaştırdıkça, elinin altında artı-değer elde edebileceği ve giderek büyüyen bir emek havuzu oluşuyor. Bu geniş ve büyüyen küresel emek havuzuna erişim ve bu havuzun işçileri arasında artan rekabet, ABD şirket sermayesinin genel sömürü oranını yükseltmesine olanak tanıyor. ABD şirket sermayesinin küresel genişlemesinin ve küresel emek arbitrajının gerçek önemi budur. (ibid., . 130)
“Genel sömürü oranı” nedir? Küresel ortalama mı kastediliyor? Eğer öyleyse, bu, dünya genelinde sömürü oranlarının farklı olduğu anlamına gelir. Yoksa, yalnızca bir “genel sömürü oranı” olduğu ve bundan sapmaların küçük ve önemsiz olduğu mu söylenmektedir? Vasudevan bu açık sorulardan kaçınıyor. Ancak aşağıdaki pasaj, ikincisini savunduğunu gösteriyor:
Süper-sömürü tezinin savunucuları, çevre ülkelerdeki emekçilerin yaşamlarının ve geçim kaynaklarının mutlak bozulmasına işaret etmekte haklılar. Ayrıca küresel yedek işgücü ordusunun genişlemesinin şirket sermayesinin çıkarına olduğunu kabul etmekte de haklılar. Ancak, sermayenin küreselleşmesinin gerçek önemi, küresel sömürü oranında bir tırmanışı desteklemesinde yatmaktadır (ibid., s. 135).
Başka bir deyişle, Bangladeş’teki hazır giyim fabrikalarındaki veya Çin’deki seri üretim hatlarındaki işçiler emperyalist ülkelerdeki işçilere göre daha yüksek bir sömürü oranına maruz kalıp kalmadıklarının bir önemi yoktur, dolayısıyla bu mesele dikkate alınmamalıdır. Bununla ilgili soru bile sormamalıyız çünkü bu, “çevredeki düşük ücretli işçilerin çıkarlarını Amerika Birleşik Devletleri’ndekilerle karşılaştırmak” anlamına gelecektir (ibid., s. 110).5
Bu ilginç bir argüman. Aynı mantıkla, kadınların çıkarlarını erkeklerle karşı karşıya getirme korkusuyla cinsiyet eşitsizliğini veya ırksal ayrımcılığı da araştırmamalıyız. Oysa emperyalist böl ve yönet taktiğinin işçiler arasındaki eşitliği ihlal etmesiyle emek-gücünün fiyatında ortaya çıkan farklılıklar, ırkçılık ve kadınlara yönelik baskıdan kaynaklanan ülke içi farklılıklardan çok daha şiddetlidir (Elbette ırkçılık da temelde emperyalizmin bir ifadesidir).6 Öyleyse, Vasudevan küresel emek piyasasının apartheid benzeri yapısını, emperyalizmle bariz bağlantılarını ve değer yasasının işleyişine dair önemli sonuçlarını neden göz ardı ediyor? Herhalde iki işçi grubunun gerçekten de “yapısal olarak ayrı konumlarda” olduğunu ve emperyalist ülkelerdeki işçilerin bir şekilde “emperyalist rant mekanizmalarında yer aldığını” kabul etmenin sonuçlarından korkuyor.
Bu olguları kabul etmek, ABD, İngiltere ve diğer emperyalist ülkelerde sosyalist devrimin imkansız olduğu anlamına asla gelmediği gibi, dünyanın her yerindeki tüm işçilerin ‘dibe doğru küresel bir yarış’ halinde olduğu görüşüyle de çelişmez. Tabii bu olguları kabul eden kimi düşünürler (örneğin, Cope, 2019; Amin, 2018) bu tür sonuçlar çıkarmaktadırlar. Ancak bu çıkarımlar üç nedenden ötürü aşırı derecede kötümserdir. Öncelikle bu yazarlar henüz erken aşamalarında bulunduğumuz ve kapitalizmin tarihin en derin krizi olan mevcut krizinin derinliğini ve bunun potansiyel sonuçlarını anlamakta başarısızdırlar. İkincisi, son 20-30 yılda göçlerin ve kadınların işgücüne katılımındaki kitlesel artışın emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfını nasıl bir dönüşüme uğrattığını görmekte başarısızdırlar. Üçüncüsü de, güney ülkelerindeki devrimci yükselişin emperyalist ülkelerde devrimci enternasyonalizmin ortaya çıkışında bir katalizör rolü oynama potansiyelini hafife almaktadırlar. Oysa bahsettiğimiz olguların farkına varılması bu hatalara düşmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Bilakis, devrimci yolun neden bu kadar zor olduğunu ve kendiliğinden ekonomik mücadelenin (yani işçilerin kapitalizmi yıkmak yerine onun içindeki konumlarını savunma ya da iyileştirme mücadelesinin), Lenin’in Ne Yapmalı?’da anlattığı gibi, neden “tam da burjuva ideolojisine boyun eğme anlamına geldiğini”7 anlamamıza yardımcı olacaktır.
Üretkenlik Kavramının Burjuva ve Marksist Tanımı
Vasudevan’ın emperyalizm inkarının diğer inkarcılardan önemli bir farkı vardır. O, düşük ücret ülkelerinde sömürü oranlarının daha yüksek olup olmadığı konusunda fikir beyan etmekten kaçınırken, diğerleri daha cesurdur.
Nigel Harris (Harris, 1986, s. 119-20), bağımlılık teorisinin Marksist muhaliflerinin ortak görüşlerini şu şekilde ifade ediyor8: “Diğer şeyler eşit olmak kaydıyla, emeğin üretkenliği ne kadar yüksekse, işçiye ödenen gelir de o kadar yüksek olur (çünkü o işçiyi yeniden-üretme maliyetleri daha yüksektir) ve ne kadar çok sömürülürse, işverenin el koyduğu pay da o kadar büyük olur”
Alex Callinicos da bu tanımı genişleterek şunu savunur:
Yüksek ücretli bir işçi, düşük ücretli bir işçiden pekâlâ daha çok sömürülebilir, çünkü ilki, ücretine oranla ikincisinden daha büyük miktarda artı-değer üretir. Batılı işçilere daha yüksek ücret ödenmesinin o işçileri yeniden-üretme maliyetinin daha büyük olması olgusunu yansıttığına inanmamızın bir nedeni var. Özellikle bu maliyetlerin bir parçasını oluşturan eğitim ve öğretime yapılan harcamalar, daha yüksek nitelikli bir işgücü yaratır ve bu nedenle Üçüncü Dünya ülkelerinde aynı işi yapan işçilere kıyasla daha üretkendir ve daha fazla sömürülür [Callinicos (1992), vurgular JS’ye ait].9
En yüksek ücretliler hariç tüm işçiler ücretlerinin tamamını tüketim mallarına harcadıkları için, “ücret” ve “işçiyi yeniden-üretme maliyeti” eş anlamlıdır. Bu yüzden biri diğerini açıklamak için kullanılamaz. Argümanının bu kısmı hiçbir şeyi açıklamayan bir totolojidir. Burada emperyalist ülkelerde işçilerin yeniden-üretiminin genel maliyetleri içinde eğitim ve öğretimin maliyetine özel bir önem atfedilmektedir.10 Callinicos’a göre bunun işçilerin artı-değer üretme kapasitesi üzerindeki etkisi o kadar büyük ki, bu işçiler düşük ücret ülkelerindeki daha az üretken ve daha düşük maaşlı işçilere kıyasla emek-güçlerini daha kısa sürede amorti edebilmektedirler ve bu yüzden daha çok sömürülmektedirler. Ancak ABD ve İngiltere’deki montaj hattı işçilerinin, hemşirelerin, kamyon şoförlerinin vb. işçilerin neden Meksika’da ve Çin’de aynı işi yapan sınıf kardeşlerinden çok daha yetenekli olmaları gerektiğini anlamak zordur. Callinicos ve fikirdaşları Marx’ın bilgeliğinden ilham almalıdır:
Basit emek ile bileşik emek ve niteliksiz emek ile nitelikli emek arasında yapılan bu ayrım çoğunlukla bir yanılsamaya, en azından uzun zamandan beri gerçek olmaktan çıkmış, yalnızca ulusal uzlaşılarda yaşayan bir ayrıma veya kısmen de işçi sınıfının bazı kesimlerinin emek-güçlerinin tam değerini talep etmelerini engelleyen çaresizlik koşullarına dayanır. (Marx, [1894] 1991, s. 242).
Callinicos’un argümanı, üretkenliğin kullanım değeri ve değişim değeri üzerinden yapılan farklı tanımların birbirine karıştırılmasına ve burjuva bir üretkenlik anlayışının Marksizm kisvesi altında yeniden üretilmesine dayanıyor. Bu da sonrasında sözde Marksist değer teorisini savunarak, küresel değer zincirlerinin düşük ücretli basamaklarında yaşanan süper-sömürünün sadece önemini değil, varlığını dahi inkara varıyor. Sonuç, eşitsiz gelişmenin doğal bir sonucu olan devasa ücret farklılıklarını normalleştirmek oluyor. Yani eşitsiz gelişim, süper-sömürü alanın genişlemesi olarak veya sınıfın birliği mücadelesi için önem arz eden bir şey olarak algılanmıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yüksek ücretlerin, emekli maaşlarının, ücretsiz sağlık hizmetlerinin, kısmen de olsa emperyalist ülkelerdeki kapitalistleri içeride ve dışarıda taviz vermeye zorlayan sınıf mücadelesinin doğrudan bir sonucu olduğu gerçeği de böylelikle dışlanmış oluyor. Çünkü bu, ekonomik mücadelelerini makineli tüfekler ve askeri diktatörlükler altında veren ülkelerdeki işçilere kıyasla bu ülkedeki işçilerin daha düşük bir sömürü oranı ile sömürüldüğünü kabul etmek anlamına geliyor.
Callinicos’un nitelikli emeğe yaptığı vurgunun entelektüel kökleri, Callinicos ve Harris tarafından desteklenen “Uluslararası Sosyalist Eğilim” in kurucularından biri olan Michael Kidron’un bir çalışmasına dayanmaktadır. Kidron (1974, s. 100) şöyle diyor:
[İngiliz ve Hintli işçiler] arasında göze çarpan bir fark varsa, bu, kültürel gelişim derecelerinin arasındaki farkta yatmaktadır. Ortalama bir İngiliz işçiden kitap okuması ve araba kullanabilmesi beklenir. Bu işçi normalde çok çeşitli alet ve kavramları kullanabilir ve uyaranlara kişisel deneyimden ziyade bilgi temelinde yanıt verebilir. Oysa Hintli işçi bunları yapamaz…
Bunları etkili bir şekilde sürdürmenin maliyeti, yani değeri, işte bu farkı yansıtmak zorundadır. Örneğin, bir kamyon şoförü direksiyon başında uyumaya cesaret edemez ve bu nedenle dinlenmek ve dolayısıyla ona içinde dinlenebileceği bir ev sağlanmak zorundadır. Oysa bir öküz arabası şoförünün böyle bir derdi yoktur, istediği zaman uyuyabilir. Bu yüzden konu, onun işvereni için çok daha az önemlidir … ve ücretinin konut kirası gibi büyük bir masrafı içermesi gerekmez. Britanya’da bir fabrikaya yeni giren bir işçinin okuma-yazma bilmesi gerekir, dolayısıyla ebeveynlerinin ücretleri çocuğun eğitim masraflarını da içerir. Hindistan’daki değirmen işçisinin ise okuyup-yazması gerekmez ve zaten genellikle de okumaz. Bu nedenle ebeveynlerinin ücretleri üzerindeki baskı daha azdır. Örnekler çoğaltılabilir.
Kidron’un argümanı (özellikle Hintli işçilerin İngiliz işçilerin aksine kavramlarla düşünemedikleri iddiası) sadece iğrenç bir şovenizm değil, aynı zamanda saçmadır. Hintli kamyon şoförlerinin muhtemelen İngiliz meslektaşlarından daha becerikli olmaları şarttır, çünkü yüklerini taşırken öküzlerden ve çukurlardan kaçabilmek için daha dikkatli olmaları gerekir. Hintli ‘değirmen işçileri’ büyük olasılıkla daha fazla çocuğa ve daha geniş bir aileye sahip olacak ve bu hizmetlerin devlet tarafından ücretsiz olarak verildiği Britanya’nın aksine, ücretlerinin sağlık ve eğitim masraflarını da karşılaması gerekecek.11
Emperyalist ülkelerdeki işçilerin daha yüksek üretkenliğe sahip olduğunu öne sürerek emperyalist süper-sömürüyü reddetme girişimlerinin çoğu emeğin niteliğine değil, daha gelişmiş ve sermaye-yoğun üretim araçlarına (ki, buna genellikle niteliksizleştirme de eşlik eder) vurgu yapar. Örneğin Charles Bettelheim, Arghiri Emanuel’in Eşitsiz Değişim‘ine getirdiği eleştirisinde (Bettelheim, 1972, s. 302), “üretici güçler ne kadar gelişirse proleterlerin o kadar çok sömürüldüğünü” savunur. Bu görüş, kimi Marksistler tarafından defalarca tekrarlanmıştır. Örneğin Claudio Katz “merkezde artı-değer oranı daha yüksektir. Orada en önemli yatırımlar yoğunlaşır ve daha fazla miktarda artı-emek üretilir … El konulan artı-emek merkezin en üretken ekonomilerinde açıkça daha büyüktür ”(Katz, 2017, s.10).12
İlk olarak, yaygın olarak benimsenen bu görüş basit bir gerçekle karıştırılıyor. Kuzeydeki işçiler tarafından tüketilen mallar artık yalnızca ya da esas olarak Kuzey’de üretilmiyor; her zamankinden daha büyük ölçüde, Küresel Güney’de düşük ücretli emek tarafından üretiliyorlar. Yani emperyalist ülkelerde emek-gücünü yeniden üreten tüketim malları sepetinin değerini ve dolayısıyla bu emek-gücünün değerini önemli ölçüde belirleyen şey bu işçilerin üretkenlikleri, bu işçilerin ücretleri yani.
Ancak bu, meselenin sadece Marx’ın aldatıcı basitlikte olabilen sömürü oranı formülü s/v’deki payda ile, yani emek-gücünün değeri ‘v’ ile ilgili olan kısmı… Bu ‘v’ çıkarıldıktan sonra bu emek-gücü tarafından üretilen değer bize ‘s’yi, yani artı-emeği verir. Denklemin bu unsurunu incelediğimizde ise, Callinicos, Bettelheim, Katz vb.’nin görüşlerinin çok daha derin bir sorundan muzdarip olduğunu keşfederiz. Hepsi Marx’ın değer teorisine aykırı olan bir burjuva üretkenlik kavramını temel almaktadırlar.
Marx, “emeğin kullanım değeri ve değişim değerinde ifadesini bulan ikili karakterini” keşiflerinin en büyükleri arasında saydı (Marx, [1867] 1987, s. 407).13 Emeğin ikili karakteri gibi, emeğin üretkenliği de ikili bir karaktere sahiptir. Emeğin üretkenliğinin toplumun gelişiminin tüm aşamalarında geçerli olan evrensel tanımı, canlı emek tarafından bir gün ya da bir haftada üretilebilen kullanım-değeri miktarıdır. Ancak kapitalistler için kullanım değerlerinin üretimi, yalnızca değişim değeri üretimi amacına hizmet eden bir araçtır. Buradan, tamamen farklı ve özünde burjuva bir üretkenlik ölçüsü ortaya çıkar: Bir saatlik, günlük veya haftalık vb. emeğin firmanın ‘katma değerini’ (=çıktının piyasa değeri eksi girdilerin piyasa değeri) ne kadar arttırdığı…
Katma değer kavramı, GSYİH, üretkenlik ve daha pek çok konuda standart istatistiklerin temelini oluşturur. Üretim maliyetlerinin üzerine eklenen marj olan katma değer kavramı Marx’ın üretim fiyatı kavramına benzer. Marx bunun hakkında şöyle der:
Tam da meta değerinin emek-zamanıyla, yani metanın içerdiği emek miktarıyla belirlenmesine karşı çıkan iktisatçılar devamlı pazar fiyatlarının etrafında dalgalandığı üretim fiyatlarından konuşup dururlar. Bunda bir beis görmezler çünkü üretim fiyatı … ilk bakışta irrasyonel görünen bir meta değeri biçimdir, rekabette ortaya çıkan ve bu yüzden vulger kapitalistin bilincinde ve sonuç olarak da vulger iktisatçının bilincinde verili olan bir biçimdir (Marx, [1894] 1991, s. 300).
Kapitalist olarak üretilen metaların fiyatları “ilk bakışta irrasyonel”dir çünkü sermayeler arasındaki rekabet, üretim fiyatlarının toplumsal olarak gerekli emek zamanından sapmasına neden olur ve meta değerinin içeriğini bunun oluşturuyor olduğu gerçeğini gizler. Katma değere veya üretim fiyatlarına dayalı istatistikler, herhangi bir şirket, sektör veya ülkede üretilen değeri ve artı-değeri göstermez. GSYİH ve üretkenlik istatistiklerinde ölçülen şeyler dönüştürülmüş, irrasyonel değerlerdir.
Artı-değer kütlesini ve oranını elde etmek için katma değer verilerini kullanma veya ikincisini birincisinin bir göstergesi kabul ederek kâr oranını ve artı-değer oranını hesaplama girişimlerine ilişkin geniş ve zengin bir literatür vardır ancak hepsi aynı sorunla karşılaşır. Başarıları ve başarısızlıklarının nedenlerini ele almak bu bölümün kapsamının çok ötesindedir ancak şimdiye kadarki tartışmalardan, yüksek düzeyde bir soyutlamadan yola çıkıp küreselleşmiş üretimin bugünkü somut gerçekliğine varacak böyle bir hareketin, bir çok şeyin yanı sıra, aynı zamanda katma değer kavramına ve üretim fiyatları fetişizmine dair sıkı bir eleştiriyi de gerektirdiğini söyleyebiliriz. Emperyalizm çağında GSYİH, üretkenlik ve ticaret verilerinin neyi gizlediğini ortaya çıkarmak istiyorsak, öncelikle bu verilerin bağrında taşıdığı katma değer kavramı anlaşılmalıdır (bkz. GSYİH Yanılgısı, Smith, 2012).
Üretkenlik, yani canlı emeğin üretkenliği vulger ekonomi tarafından işçi başına katma değer olarak tanımlanır. Marksist üretkenlik kavramı buna kökten karşıdır. Kullanım değerleri açısından ölçüldüğünde, işçilerin bugün, örneğin 100 yıl öncesine göre çok daha üretken olduğunu söyleyebiliriz. Ancak değişim değeri açısından bugün ile 100 yıl öncesi arasında hiçbir karşılaştırma yapılamaz çünkü bugünün canlı emeğinin ürünleri gerçekte yalnızca günümüzün canlı emeğinin diğer ürünleriyle karşılaştırılabilir.
Sermaye-yoğun bir üretim emeğin üretkenliğini yani üretilen kullanım değerlerini büyütür ancak bunun ne kadar değişim değeri üretildiğiyle hiçbir ilgisi yoktur (bireysel sermayelerin daha gelişmiş bir üretim tekniği üzerinde geçici bir tekele sahip olduğu özel durumu bir kenara bırakıyorum). Bu, yüksek teknolojili (yani sermaye-yoğun) sanayi dallarındaki işçilerin daha fazla değer ürettiği ve dolayısıyla düşük teknolojili sanayilerdeki işçilerden daha fazla sömürüldüğünü söyleyen Callinicos’un ve Katz’ın inandığının tam tersidir. Marx’a göre, “eşit olmayan miktarlarda canlı emek kullanan sermayeler [yani ister sermaye-yoğun, isterse emek-yoğun üretim] … emeğin sömürü derecesi ile artı-değer oranının aynı olduğu … varsayımını öngörür. Bu da emekçiler arasında rekabeti ve bunların bir üretim alanından diğerine sürekli göç etmesi yoluyla eşitliğin sağlandığını varsayar” (Marx, [1894] 1991, s. 275).
Sermaye-yoğun üretim dallarındaki işçilerin daha yüksek üretkenliğe sahipmiş gibi görünmesi, emek-yoğun üretim dallarından buraya gerçekleşen değer transferlerinin yarattığı bir yanılsamadır. Kapitalistin, ölü emekten, yani makinelerden ve diğer girdilerden sihirli bir şekilde ortaya çıkan bir şey olarak düşündüğü kâr, aslında daha düşük organik bileşime sahip rakip kapitalistler tarafından kullanılan canlı emeğin yarattığı değerdir. Marksistler, burada ele alınan bağımlılık teorisi eleştirmenlerinin yaptığı gibi, sermaye-yoğun sanayilerdeki işçilerin emek yoğun sanayidekilerden daha fazla değer ürettiğini iddia ettikleri zaman, ne kadar Marksist gözükürlerse gözüksünler, aslında burjuvazinin kavramlarıyla düşünmüş olurlar.
Ortalama yoğunluktaki bir emek-gücünün aynı ücreti aldığını varsayar ve nitelikli veya karmaşık emek konusunu bir kenara bırakırsak, belirli bir miktar emek-gücü tarafından üretilen yeni değer, sermayenin organik bileşiminden tamamen bağımsızdır. Bu, yine her iki işçinin de ortalama yoğunlukta olup aynı ücreti aldığını varsaydığımız koşullarda, bir çelik fabrikasının otoparkındaki hamburgercide çalışan fast-food işçisinin, aynı fabrikada çelik haddeleyen işçi ile aynı değeri ürettiği anlamına gelir.
Burjuva ve Marksist üretkenlik kavramları tartışmasını sonuçlandırmak için, son olarak, sendikada örgütlü olan çelik işçisinin, onun öğle yemeğini üreten ancak ırkı ve/veya genç yaşı nedeniyle baskıya uğrayan fast-food işçisinden daha yüksek bir ücret aldığını düşünelim. Diğer tüm varsayımları koruyarak, fast-food işçisinin artık daha yüksek bir sömürü oranı ile sömürüldüğünü söyleyebiliriz. Marx’ın değer yasasının temel ilkeleri konusunda bilgi sahibi olan herkes bunu teslim etmek durumundadır. Öyleyse bu kadar çok Marksist, çelik işçisinin tüketim mallarını üreten işçinin, fabrika otoparkında değil de, başka bir ülkede bulunduğunda ne olacağını anlamakta neden bu kadar güçlük çekiyor? Bu güçlüğe katkıda bulunan bir faktörü daha önce ele almıştık: katma değer fetişizmi ve burjuva değer anlayışlarına verilen tavizler… Şimdi de Marx’ın büyük çalışmasındaki eksikliklere bakacağız.
Emperyalizm ve Marx’ın Kapital‘i
Marx, son alıntıladığımız pasajın devamında, “teorik olarak, kapitalist üretime özgü yasaların, kendi saf biçimleri içerisinde işledikleri varsayılmıştır. Gerçekte ise, ancak yaklaşık bir durum vardır; ne var ki, kapitalist üretim tarzı ne kadar fazla gelişmiş ve daha önceki ekonomik koşulların artıkları ile ne derece az bozulmuş ve karışmış ise bu yaklaşıklık o kadar büyük olur” der.
Marx, ücretler arasındaki farklılığı durmaksızın hareket halindeki sermaye ve emek tarafından zamanla aşındırılan geçici veya olumsal faktörlerin bir sonucu olarak ele aldı ve bu farklılıkların ihmal edilebileceğini Kapital III’teki analizinde de açıkça belirtti: “Bu gibi sürtüşmelerin [ücretlerin eşitlenmesini engelleyen yerel engellerin] incelenmesi, ücretler üzerinde özel bir çalışma için önemli olmakla birlikte, kapitalist üretimin genel bir incelenmesinde gelip geçici olduğu ve konuyla yakından ilgili olmadığı için bir yana bırakılabilir” (Marx, [1867] 1976, s. 656).
Artık Marx’ın bu konuda yanıldığını biliyoruz. Bu geçici sürtüşmelerin başka bir şey olduğu ortaya çıkmış durumda. Bugünün emperyalist dünyasında işçiler arasındaki eşitlik koşulu derinden ve şok edici bir şekilde ihlal edilmektedir ve küresel rekabet, reel ücretlerin uluslararası düzlemde eşitlenmesine dair ölçülebilir bir ilerleme sağlamamıştır.14 Marx, emperyalizmin kapitalizmin yükselişi için neden gerekli bir koşul olduğunu muazzam bir şekilde tespit etti, ancak kapitalizmin emperyalist evrimi ile beraber ulusların baskısının nasıl da sermaye-emek ilişkisinin kendine özgü bir niteliği haline geleceğini öngöremedi. Andy Higginbottom’un belirttiği gibi,
Ücretli emek ilişkisi yalnızca sermaye ve emek arasında değil, aynı zamanda kuzey sermayesi ile güney emeği arasındadır. Bu anlamda, sınıfsal sömürü ile ırksal ya da ulusal baskı kaynaşmıştır … Ezilen ulusların/Üçüncü Dünya’nın/küresel Güney’in işçi sınıflarına, sistematik olarak, ezen ulusların/Birinci Dünya’nın/küresel Kuzey’in işçi sınıflarının emek-gücünün değerinin altında ücret ödenir. Bu, güneyli işçi sınıfının daha az değer üretiyor olmasından değil, daha çok ezilmesinden ve daha çok sömürülmesinden kaynaklanır (Higginbottom, 2011, s. 284).
Marx’ın Kapital’inin bir süper-sömürü teorisi ya da (aynı şey demek olan) bir emperyalizm teorisi içermemesi, yani bu boşluk, yalnızca ya da esas olarak bu konuları yazmaya fırsat bulamaması veya ele almayı başka bir cilde bırakması ile açıklanamaz. Marx’ın sermaye-emek ilişkisinin evrimindeki bu niteliksel olarak yeni aşamayı önceden tahmin edip edemeyeceği elbette tartışmaya açıktır. Ruy Mauro Marini’nin Marksist emperyalizm teorisine katkısının istisnai önemi, kısmen, Karl Marx’ın yaşamı boyunca Britanya’nın sömürgelerinde süper-sömürülen emeğin ürettiği ucuz gıda ve diğer tüketim mallarının ithalatının Britanya’daki göreli artı-değer sömürüsünün artmasına yardımcı olduğunu, yani işçilerin tüketim seviyelerini düşürmeden, sarf ettikleri gerekli-emek süresini azalttığını gözlemlemesinde yatar. Higginbottom şunu belirtir:
Marini, emeğin süper sömürülmesinin gerekliliğini on dokuzuncu yüzyılın ortalarına, yani modern emperyalizmin Lenin’in tasvir ettiği şekilde bir dünya sistemi olarak ortaya çıkmasından önceye yerleştirir. İngiltere’de mutlak artı-değer sömürüsü yöntemlerinin egemen olduğu üretimden göreli artı-değer sömürüsüne geçiş süreci ucuz ithalata ve artan üretkenliğe bağlıydı … Marini’nin çalışması, Marx’ın kendi zamanında bile her noktada doğru olmadığını gösteriyor (Higginbottom, 2014, s. 31-32).15
Somut bir süper-sömürü kavramı, Marx’ın büyük eserinde bulunmaz. O, bunu gelecek nesillere bırakmıştır. Yarım düzine nesil geçmesine rağmen bu boşluk hala duruyor ve giderek de devasa hale gelmiş durumda. Emperyalizmin kendi evrimi, özellikle de küresel değer zincirlerinin çoğalması böyle bir kavramı hem mümkün, hem de ona duyulan ihtiyacı zorunlu hale getirdi. Bunun, John Bellamy Foster’ın tâbiriyle Geç Emperyalizm’in (Foster, 2019) Marksist teorisinin merkezine yerleşip yerleşmeyeceği sorusu, insanlığın geleceği demek olan Marksizm’in rönesansının kaderini de belirleyecektir. Evet! Mesele gerçekten de bu kadar önemlidir!
Elbette, geriye bakabiliyor olmanın avantajına sahibiz. Marx’a bakarken materyalist diyalektiğin temel bir öncülünü hatırlamalıyız: tamamen somut ve gelişmiş olmayan bir etkileşim sistemine dair somut bir kavram üretmek mümkün değildir. Nasıl ki Karl Marx, kapitalizmin olgunlaşmış ve tam olarak evrimleşmiş formu İngiltere’de sanayi kapitalizminin yükselişiyle birlikte ortaya çıkmadan önce Kapital’i yazamazsa, kapitalizmin emperyalist aşamasının doğuş zamanında yaşamış olan onun veya Lenin ve diğerlerinin yazılarında da emperyalizmin tamamen gelişmiş modern biçimini açıklayabilen bir emperyalizm teorisi bulmayı beklemek de mantıksız olacaktır. Marx, değer yasasının emperyalist biçimine dair bir teorinin teorik temellerini sağlamakla kalmadı, bol bol bu yöne işaret eden ipucu ve kavrayış da sundu bize. İsa’nın zenginlerin cennetin krallığına girmelerinin önündeki engellerle ilgili sözlerini reddeden Hristiyanlara benzer şekilde emperyalizmin varlığını reddeden Marksistlere rağmen böyle bu… Bu, yerinde bir benzetme. Emperyalizmin varlığını reddeden Marksistler Kapital‘e kutsal bir metin gibi davranıyorlar, ama onda kendilerini rahatsız edecek bir şey bulduklarında da onu görmezden geliyorlar.
Kapital‘in 1. cildinde Marx, kapitalistlerin sömürü oranını artırmak için çabaladıkları iki yolu derinlemesine analiz etti ve ayrıntılarıyla anlattı. Birincisi, çalışma gününü uzatarak mutlak artı-değeri artırmaktır; diğeri ise tüketim malları üreten işçilerin üretkenliğini yükseltip, göreli artı-değeri artırarak gerekli emek süresini azaltmaktır. Marx, “Göreli Artı-Değer Kavramı” başlıklı bölümde üçüncü bir yoldan da kısaca bahsetmektedir: “Artı-emek süresi … yalnızca işçinin ücretini emek-gücünün değerinin altına düşürerek [uzatılabilir] … Uygulamada bu yolun oynadığı önemli role karşın, bunu, emek-gücü de dahil bütün metaların tam değerleri üzerinden alınıp satıldıkları varsayımımıza uyarak, burada konu dışı bırakıyoruz” (Marx, [1867] 1976, s. 430-431).
İşçinin ücretini emek-gücünün değerinin altına itmeyi kabaca süper-sömürü olarak tanımlayabiliriz. “Kabaca” diyoruz, çünkü böyle bir tanım, emek-gücünün tek bir değere sahip olduğu idealleştirilmiş, üniter bir ekonomiyi varsayar. Bundan iki bölüm ileride bahsedeceğimiz üzere, “makine durmadan yeni üretim alanlarına el attığında … işçi sınıfının …. bir kısmı … makine ile arasında … geçen savaşımda yok olur, … emek pazarını doldurur ve emek-gücünün fiyatını değerinin altına düşürür” (Ibid., s. 557). Burada Marx, yeni bir sanayi dalının makineleşmesinden kaynaklanan dönemsel, sektörel işsizlikten bahsediyor ancak bunun bugün yaşadığımız duruma da denk düştüğü açık. Modern üretim yöntemleri artan işsizliği önlemek için emek arzını emmede yetersiz kaldığından, Küresel Güney’deki işçi sınıfının büyük bir kesimi de gereksiz hale geldi. Bu gereksizleşme olgusu, emeğin ülkeler arasında serbest dolaşımın şiddetle bastırılmasından ve düşük ücret ülkelerinde çok daha sert çalışma rejimlerinin devreye sokulup, siyasi baskının artırılmasından önce emek-gücünün fiyatının değerinin altına düşmesine yol açan temel kuvvettir ve bu kuvvet, ücret, emek-gücünün değeri ve sömürü oranı arasındaki bağlantının detaylarına bakmadan önce dahi, Güney’deki işçilerin Kuzey ülkeleri ile kıyaslandığında emek-gücü değerlerinin nasıl acımasızca bastırıldığına, hatta bu düşük seviye kalıcı hale getirilecek kadar bastırıldığına dair de bize ilk elden kanıt sunar. Ayrıca bu, ücret farklılıklarının çoğunlukla sosyal güvenliğin olmaması, yapısal işsizlik ve baskıcı emek rejimleri gibi işçilerin üretkenliklerinden büyük oranda bağımsız olan faktörler tarafından belirlendiğini de gösterir.
Marx sadece ücretlerin değerlerinin altına düşürülmesi olgusunu bir yana bırakmakla kalmadı. Her ne kadar genel sermaye analizi için gerekli olsa da, kapitalizmin mevcut gelişim aşamasını analiz edebilmek için soyutlamasını daha da gevşetti: “Farklı ülkelerde artı-değer oranlarının farklı oluşu ve dolayısıyla emeğin sömürülme derecesindeki ulusal farklılıklar bizim bu incelememizin konusu dışındadır” (Marx, K. [1894] (1991), s. 242). Dolayısıyla, çağdaş bir emperyalizm teorisi için hayati öneme sahip iki unsur, yani emek-gücünün değerindeki ve sömürü oranındaki uluslararası farklılıklar, Marx tarafından açık bir şekilde Kapital’deki genel teorinin dışında bırakıldı. Bu yüzden Anwar Shaikh “Kapital, değer yasasının uluslararası mübadele ilişkilerine genişlemesi için gerekli tüm unsurları içerir” derken yanılıyordu. (Shaikh, 1980, s. 208).
Sömürü Oranı ve Artı-Değer Oranı
Bu makale boyunca “artı-değer oranı” kavramını, “sömürü oranı” ile eş anlamlı olarak, birbirinin yerine kullanıyorum. Ancak bu özdeşlik yalnızca yüksek bir soyutlama düzeyinde, yani başka bir deyişle, yalnızca kimi ciddi basitleştirmeler yaptığımızda geçerli olabilen bir şeydir.
Birincisi, bu özdeşlik üretimde ve üretim-dışı alanlarda kullanılan emekler arasında var olan ayrımı bir kenara koymamızı gerektirir. Dolaşım ve mülkiyet haklarının korunmasıyla ilgili işlerde kullanılan tüm metalar, canlı emek de dahil, üretim maliyetleridir, genel giderlerdir. Bu maliyetler üretim alanındaki kapitalistler tarafından karşılanır ve üretilen artı-değerin bir kısmını tüketerek, kârı azaltır. Bu işlevler kapitalist toplum için ne kadar gerekli olursa olsun, sadece toplumsal tüketim biçimleridir. Üretim alanındaki sermaye toplam serveti (yani toplam toplumsal sermayeyi, metalaştırılmış kullanım değerlerinin toplam kütlesini) büyütürken, toplumsal tüketimler bu serveti eksiltirler.
Güvenlik görevlileri, banka memurları, avukatlar ve diğer üretim-dışı alanlarda çalışanlar ne değer, ne de artı-değer ürettiklerinden, onlar için artı-değer oranından bahsetmek uygun değildir. Tabii onların işgünü de gerekli-emek (yani tüketim malları sepetlerinde somutlaşan toplumsal olarak gerekli emek zamanı veya emek-güçlerinin değeri, ‘v’) ve artı-emek (işgününün ‘v’yi aşan kısmı) olarak bölünmüştür. Başka bir deyişle, bu işçiler de (çok yüksek ücret alanlar hariç) sömürülmektedir. Bu durum söz konusu artı-emeğin üretim görevleri için mi yoksa üretim-dışı görevler için mi kullanıldığına veya israf edilip edilmediğine bağlı değildir. Üretim-dışı, yani dolaşım ilgili görevler (reklam, finans ve güvenlik) çağdaş emperyalist ekonominin büyük bir bölümünü oluşturur. Bunların parası üretimde kullanılan canlı emekten emilen artı-değerin toplam kütlesinden ödenir, yani kârı azaltır.
İkincisi, ‘artı-değer oranı’ yalnızca kapitalistin meta üretmek için kullandığı canlı emek için geçerlidir. Kapitalist canlı emeği bir ücret karşılığında satın almış da olabilir ya da kölelerin kapitalist istihdamında olduğu gibi emeğine değil, bir bütün olarak işçiye de sahip olabilir (Higginbottom, 2018 ).16 Serbest çalışan işçiler artı-değer üretmezler, ürünlerini değerinden daha azını satarlarsa eşitsiz mübadeleye maruz kalmış olurlar. Kapitalizm altında istihdam edilen işçiler emperyalist ülkelerdeki ekonomik olarak aktif nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır ancak bu, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki çoğu ülke için geçerli değildir. Paul Sweezy’nin işaret ettiği gibi,
Çevredeki sömürü oranı daima merkezdekinden çok daha yüksektir. Merkezde sömürü oranı pratik kaygılardan dolayı artı-değer oranı ile aynıdır.17 Bu, işgücünün yalnızca küçük bir kısmının kapitalist sanayide ücretli işçi olarak istihdam edildiği çevre ülkeler için geçerli değildir. Buralarda işgücünün çok daha büyük bir kısmı, özellikle kırsal kesimde ama aynı zamanda şehirlerde, toprak ağaları, tüccarlar ve tefeciler tarafından doğrudan ve dolaylı olarak sömürülmektedir. Kapitalist sanayide istihdam edilmeyen işçilerden zorla alınan artı-değerin tamamı veya çoğu ticarileştirilir ve kapitalist olarak üretilmiş artı-değerle birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde karışır. Bu koşullarda toplumsal bir sömürü oranından söz edebiliriz ancak kavramı olağan anlamdaki artı-değer oranıyla karıştırmamalıyız (Sweezy, 1981, s. 76).
Sweezy, devamında (Marini’nin teziyle pek çok ortak noktası olan bir argümanda), boyunduruk altındaki uluslarda görülen daha yüksek sömürü oranı “yerel yönetici sınıfların ve işbirlikçi elitlerin merkez burjuvazileriyle uyumlu bir düzeyde yaşamasına izin veriyor ve aynı zamanda paraya çevrilmiş artı-ürünün (kâr, faiz, kira, telif ücreti vb. şeklinde) çevreden merkeze muazzam boyutta akışını mümkün kılıyor” diyor ve veciz bir şekilde ekliyor:
Çevredeki çok yüksek (ve sıklıkla da yükselmeye devam eden) sömürü oranı karşılığını merkezdeki daha düşük (ve zamanla görece istikrarlı hale gelen) bir artı-değer oranında bulur. Bunun iki temel ve birbiriyle ilişkili nedeni vardır. Bir yandan merkezin işçi sınıfı daha gelişmiştir ve kendi çıkarları için örgütlenmek ve mücadele etmek için daha iyi bir konumdadır. Öte yandan, merkez burjuvazileri, proletaryanın yaşam standardının zaman içinde yükselmesine izin vermenin (yani artan üretkenliğe istikrarlı bir artı-değer oranının eşlik ediyor olmasının) sadece işlevsel değil, aynı zamanda sistemin bir bütün olarak işleyişi için vazgeçilmez olduğunu da tarihsel deneyim yoluyla öğrenmişlerdir.
Bu istikrar stratejisinde ortaya çıkan yeni çelişkileri de eklemek kaydıyla, yaklaşık kırk yıl önce yazılan bu sözlerin zamanın sınavını geçtiğini söyleyebiliriz.
Tekel ve Süper-Sömürü
Kapitalist sömürünün ve emperyalist süper-sömürünün doğasına daha derin bir şekilde girmeden önce birbiriyle yakından ilişkili bu iki kategorinin kapitalizmin başka bir temel kurucu unsuru olan tekel ile nasıl ilişki içinde olduklarını ele almak faydalı olacaktır. Tekel, kapitalizmin DNA’sına yazılıdır – tekil kapitalistler rekabetten kaçınma, rakiplerine karşı üstünlük sağlama, onlara ortalama kârdan daha yüksek kazanç sağlayacak bir tür tekel uygulama şansı bulurlarsa “İlle de rekabet etmeliyim!” diye yanıp tutuşmazlar. En basit haliyle, metaların tam değerleri üzerinden alınıp satıldığını söyleyen değer yasası, kapitalistlerin bu yasayı ihlal etme yönündeki aralıksız çabalarının bir sonucudur. Onların vahşi dürtüleri yalnızca dışsal bir güç tarafından sınırlandırılabilir. Dolayısıyla rakiplerine karşı avantaj elde etmek için hem bireysel kapitalistlerden bağımsız bir devlete ve yasal düzene ihtiyaç duyarlar, hem de bu yasalardan kaçmak ya da devleti ele geçirmek için aralıksız çaba harcarlar.
Tekelin farklı formları vardır. Bazıları üretim alanına dairdir. Örneğin bir kapitalistin belirli bir metayı diğerlerinden daha verimli bir şekilde üretmesine izin veren teknolojik yenilikler üzerinde kurulan tekeller… Bazıları da dolaşım alanındadır. Örneğin markalaşma, yeni girenlerin önündeki engeller, devletin ele geçirilmesi, ucuz girdilere ayrıcalıklı erişim, vb… Bu tekeller kısa ömürlü veya uzun ömürlü olabilir. Her bir tekel bir rant, kazanılmamış bir gelir, geri kalanlar için daha düşük kâr anlamına gelen ekstra bir kâr demektir. Dolayısıyla tekel, artı-değeri sermayeler arasında yeniden dağıtır, ancak ona hiçbir ekleme yapmaz.
Bu, işçilerin tüketim mallarını üretmek için gereken emek miktarını azaltan teknolojik yenilikler için bile böyledir. Yalnızca bu yenilik genelleştiğinde, yani tekil kapitalistin tekeli olmaktan çıktığında, diğer bir deyişle artık yenilik olmaktan çıktığında, emek-gücünün değerinin düşmesine ve artı-değer oranında buna karşılık gelen bir artışa neden olur. Tabii bu kazançlar işçiler tarafından daha yüksek reel ücretler yoluyla ele geçirilmezse…
Tekel tamamen artı-değerin dağıtılmasıyla ilgili iken, sömürü onun işçiden sızdırılmasıyla ilgilidir. Her kapitalistin tekelci olmayı hayal etmesi gibi, artı-değerin sızdırılmasını maksimize etmenin yollarını aramak da her kapitalistin DNA’sında vardır. Az önce gördüğümüz gibi, Marx, kapitalistlerin bunu yapmasının iki yolunu Kapital‘de ayrıntılı olarak analiz ediyor. Marx, kapitalistin işgününü ‘gerekli-emek süresinin’, yani işçi ve ailesi tarafından tüketilen değerleri yerine koymak için gereken zamanın ötesine uzatmasını mutlak artı-değer sömürüsü, işgününü uzatmadan üretkenliği arttırıp işçilerin tüketim mallarını ucuzlatmak suretiyle gerekli-emek zamanı ile artı-emek zamanı arasındaki oranı değiştirmesini göreli artı-değer sömürüsü olarak adlandırdı. Her ikisi de “işçinin ücretini emek-gücünün değerinin altına iterek” gerekli-emek zamanının azaltılmasından (ki, bu ileride eleştireceğimiz süper-sömürünün standart tanımıdır) tamamen farklıdır.
Bundan, emperyalist rantın ve emperyalist süper-sömürünün, yakından ilişkili olsalar bile, kavramsal olarak farklı oldukları sonucu çıkar. Bu yüzden, ikisini aynı şey olarak ele alan Samir Amin hatalıdır: “emperyalist rantın görünen kısmı … emek-gücü fiyatlarının kademelendirilmesinden kaynaklanıyor … Rantın su altında kalan kısmı ise gezegenin kaynaklarına erişimden [kaynaklanıyor]” (Samir Amin, 2018, s.110).
Artık kapitalizmin iki kurucu unsurunu, yani tekel/rekabet ile sömürü /süper-sömürü’yü bir araya getirebiliriz. Her kapitalist tekelci olmayı hayal eder ama Vietnam, Kamboçya, Meksika ve diğer güney ülkelerindeki kapitalistler için bu gerçekten sadece bir hayaldir. Onların kendi işçilerini dibine kadar süper-sömürerek artı-değer elde etmekten ya da daha doğrusu, tekelciler ve emperyalistler paylarını aldıktan sonra geriye kalanla yetinmekten başka seçenekleri yoktur (Çin sadece bir istisnadır ve başta Japonya ve ABD olmak üzere mevcut emperyalist güçlerle tam da bu yüzden çatışmaktadır). Emperyalist tekelci sermaye ise, tersine, bir zamanlar rantını kendi işçileriyle paylaşma, yani sosyal barışı satın alma, tüketim pazarlarını büyütme ve ayrıca boyunduruk altında tuttuğu uluslar üzerindeki hakimiyetini güçlendirecek kamu harcamalarını finanse etme seçeneğine sahipti.
Marx’ın mutlak ve göreli artı-değer kavramları, çağdaş küresel üretim ağlarındaki sömürünün gerçekliklerini açıklamak için yetersizse, ihtiyacımız olan şey nedir? Cevap: bir süper-sömürü kavramı ve teorisi… Ancak süper-sömürüyü kavramsallaştırmadan önce, daha derin, daha zengin bir sömürü kavramına ihtiyacımız var.
Marksist Sömürü Teorisi (I): Emek-Gücünün Değeri
Sömürü oranı formülü olan s/v başlangıçta basit görünür ama daha yakından incelendiğinde basit olmaktan çok uzaktır. Emek-gücünün değeri ve emek-gücünün ürettiği değer sanılanın aksine birbirinden apayrı şeylerdir. s/v’nin hem payının hem de paydasının basit sayılarla ifade edilebilmesi gerçeği ve her ikisinin de aynı işgününün bölümlerini anlatmaları birçok kişinin bu ikisinin aslında birbirinden ne kadar farklı olduklarını unutmasına neden olur. Şu iki temel soruyu sorduğumuzda durum netleşir: emek-gücünün değerini ne belirler? emek-gücünün ne kadar değer üreteceğini ne belirler?
Emek-gücünün değerini belirleyen yedi faktör vardır:
1) Doğanın bereketi, yani halihazırdaki yiyecekler, yapı malzemeleri ve doğanın koruyuculuğu. Bunlar insanın hava ve çevre koşullarından korunma ihtiyacı için gereklidir. Örneğin, balıkları yakalamak daha uzun sürüyorsa, tüketim seviyelerinin aynı kaldığını varsaydığımızda, beslenmek için gereken emek-gücünün değeri yükselecektir.
2) Ev içi emek ve kapitalizm-dışı ekonomiler vb. tarafından ücretsiz olarak sağlanan ve emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli olan kullanım-değerlerinin oranı;
3) Tüketim mallarını üreten sektörlerdeki emeğin üretkenliği;
4) Bu dallarda süper-sömürünün görülme sıklığı;
5) Emek-gücünün değerinin ‘ahlaki ve tarihsel’ bileşeninin boyutu, yani sınıf mücadelesinin ve genel toplumsal evrimin (ki ikisi de aynı şeydir) emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli olan yeni ihtiyaçları belirleme gücü;
6) Ülkede emeğin ortalama karmaşıklık derecesi/niteliği. Bu, onun üretken yapısıyla yakından ilgilidir ancak aynı zamanda ‘ahlaki ve tarihsel’ unsurla da ilgilidir;
7) İşveren/devlet baskısının yoğunluğu ve işçi sınıfının birliğinin/bölünmüşlüğünün derecesi de dahil olmak üzere, belirli bir ulusal ekonomide işçiler üzerindeki baskı ve boyun eğmenin yoğunluğu, emek-gücünün yapısal kıtlığı veya aşırı bolluğu, emeğin serbest dolaşımını bastıran sınır kontrolleri.
Emek-gücünün değerinin belirleyen bu faktörlerden her birini ele almak için ayrı ayrı bölümler gerekir ve her biri teorik soruşturmanın yanı sıra deneysel araştırmayı da zorunlu kılar. Ancak burada sadece özet bir tartışma yürütebileceğiz.
Bu faktörlerin hiçbiri, hatta birincisi bile tamamen yerel değildir. Örneğin, emperyalist balıkçılık filolarının aşırı-avlanmasının küresel Güney’deki yüz milyonlarca işçi üzerindeki etkilerini veya emperyalizmin doğurduğu iklim değişikliğinin doğanın bereketi ve koruyuculuğu üzerine etkilerini düşünün.
Listedeki ikinci faktör, yani ataerkinin gücü, kapitalizm-dışı ekonominin büyüklüğü vb., temelde emperyalizmin ve “azgelişmişlik” diye bir şeyin ortaya çıkmasının sonucudur. Bunlar, değer teorisinin toplumsal yeniden-üretim teorisini de hesaba katabilmesini gerektirir. İkincisinin Marksist politik ekonominin tarafından ihmal edilmesi, Marx’ın “sermayenin genel teorisine” ulaşmak için yaptığı basitleştirmeleri terk etme konusundaki isteksizliğiyle yakından ilgilidir.
Üçüncü faktör, işçiler için tüketim malları üreten sanayilerin kitlesel olarak düşük ücret ülkelerine taşınmasıyla neoliberal çağda muazzam bir dönüşüm geçirmiştir.
Dördüncü faktör, üçüncüyle birlikte ele alınmalıdır. Emek-gücünün değeri yalnızca tüketim mallarının üretiminde istihdam edilen işçilerin üretkenliği ile değil, aynı zamanda aşırı sömürülme derecesiyle de belirlenir. Terhane üretimi, bu metaları ucuzlatır ve onları tüketmek zorunda olan emek-gücünün değerini düşürür.
Beşinci faktör olan ‘ahlaki ve tarihsel’ unsur sınıf mücadelesi tarafından belirlenir ve bu ulusal ve uluslararası düzeyde gerçekleşir. Herhangi bir ülkedeki işçilerin emek-güçlerinin değerine katmayı başardıkları şey yalnızca o ülke içindeki mücadelenin değil, küresel sınıf mücadelesinin de sonucudur. Örneğin, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist egemenleri Britanya işçilerine ücretsiz sağlık hizmeti ve eğitim vermeye ikna eden şey sadece ülke içindeki sosyal reform hareketi değil, aynı zamanda Britanya’nın sömürgelerinde ve yeni-sömürgelerinde yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleriydi. Amaçları, istediklerini vererek işçileri pasifize etmek değil, sendika liderleri ve İşçi Partisi ile bir ‘sosyal sözleşme’ oluşturarak onların sömürgelerde ve yeni-sömürgelerdeki isyancı halklara karşı savaşlarda aktif desteklerini almaktı. Öte yandan, emperyalist ülkeler dışındaki işçiler bu kazanımlardan yararlanamamış olsalar da, bir bütün olarak işçi sınıfının elde etmiş olduğu bu kazanımlara onlar da aşama aşama dahil oldular.
Altıncı faktör aynı zamanda emperyalist gelişmenin bir sonucudur: hala bir azınlık olsa da, bağımlı kapitalizmlere kıyasla emperyalist uluslardaki işçi sınıfı içindeki karmaşık/nitelikli emekçi oranı daha büyük hale gelmiştir. Ancak eşit işe eşit ücret için savaşan kadınların halihazırda keşfettiği üzere, Marx’ın nitelikli ve niteliksiz emek arasındaki ayrımın “saf yanılsama” olduğu uyarısını hatırımızdan çıkarmamamız gerekir (alıntı için bkz. s. 6).
Yedinci faktör, özetle, belirli bir ulustaki işçilerin katlandığı ulusal baskının derecesini, yani dünyanın başka yerlerindeki işçilerle olan eşitliklerinin ne derece ihlal edildiğini ifade eder. Bu makalede neoliberal çağda bunun en önemli faktör haline geldiği ve önemi giderek artan dördüncü faktörün temel belirleyicisi olduğu tartışılmaktadır.
Emek-gücünün değerini belirleyen bu etmenler listesini Marx’ın söyledikleriyle karşılaştıralım:
Emek-gücünün değeri, ortalama emekçinin yaşaması için gerekli, alışılagelen tüketim maddelerinin değeriyle belirlenir. Bu gerekli tüketim maddelerinin miktarı, belli bir toplumun belli bir döneminde bilindiği için, değişmeyen bir büyüklük olarak kabul edilebilir. Değişiklik gösteren, bu miktarın değeridir. Emek-gücünün değerinin belirlenmesinde etkili olan ayrıca iki etmen daha vardır. Bunlardan birisi, emek-gücünün, üretim tarzına bağlı olarak değişen gelişme giderleri; diğeri de, doğal çeşitliliği, erkek ve kadın, çocuk ve yetişkin emek-gücü arasındaki farklardır. (Marx, [1867] 1976, s. 655).
Buradan dört faktörü çıkarabiliriz. Bunların benim listemdeki yedi faktörün hangilerine karşılık geldiğini parantez içinde belirttim:
-Ortalama bir işçinin ihtiyaç duyduğu geçim araçları miktarı (1, 5, 6)
-bu miktarın değeri (yani onu üretmek için toplumsal olarak gerekli emek miktarı) (3, 4, 7)
-işgücünü geliştirmenin maliyeti (yani yeniden üretim maliyetleri, işçinin bakmakla yükümlü olduğu kişiler dahil) (2, 6)
-işgücünün doğal çeşitliliği (yani erkek ve kadınların, çocukların ve yetişkinlerin): çocukların emek-gücünü tablonun dışında bırakılması gerektiğini düşündüğüm ve erkek ile kadının emek-güçlerinin değerleri arasında ‘doğal’ bir fark olabileceğine itiraz ettiğim için bunu saymıyorum.
İki liste arasındaki farklar, Marx’ın “sermayenin genel teorisi” arayışında kullandığı soyutlama düzeyi ile bu çalışmanın amacı (emperyalizmin değer teorisini geliştirmek) arasındaki farkları, yani Marx’ın Kapital‘in 1. cildini yayınlamasından sonraki 150 yıl içinde kapitalizmin sergilediği evrimin ortaya çıkardığı farkları yansıtır. İşgücünün değerini birçok faktörün belirlediği ve göreli ağırlıklarının bir tarihsel dönemden diğerine ve bir ülkeden diğerine büyük ölçüde değiştiği açıktır. Bu durum, Marx’ın Kapital‘inden alınan cümleleri sanki geçmiş bir buçuk yüzyılda hiçbir dönüşüm yaşanmamış gibi, mekanik olarak çağdaş emperyalist gerçekliğe giydirmek yerine sömürü kavramımızın neden somut, güncel ve ampirik analizle temellendirilmiş olması gerektiğini göstermektedir.
Marksist Sömürü Teorisi (II): Emek-Gücünün Ürettiği Değer
Şimdi, sömürü oranı formülündeki ‘s’ unsurunu ele alalım. Değer yasası temel bir ilkeye dayanır: “emek-gücünün ürettiği değer … kendi değerine değil, faaliyette olduğu sürenin uzunluğuna bağlıdır” (Marx, [1867] 1976, s. 679). Dahası, yukarıda gördüğümüz gibi, emek-gücünün belirli bir zamanda ürettiği değer, aynı zamanda kendi değerinden, üretkenliğinden ve bir parçası olduğu sermayenin organik bileşiminden de tamamen bağımsızdır. Marx, bu temel ilkeyi büyük çalışması boyunca birçok yerde defalarca vurguladı. Örneğin;
Belli uzunluktaki bir işgünü, emeğin üretkenliği ve onunla birlikte ürünün kitlesi ve üretilen her metanın fiyatı ne denli değişirse değişsin, her zaman aynı miktarda değer yaratır. Eğer on iki saatlik bir işgününde yaratılan değer, diyelim altı şilin ise, üretilen malların kitlesi, emeğin üretkenliği ile birlikte değişse bile, var olan tek sonuç, altı şilinin temsil ettiği değerin, daha çok ya da daha az sayıda mala dağılmasıdır. (Marx, [1867] 1976, s. 656-7, vurgular JS’ye ait)
Peki, süre dışında başka hangi faktörler devreye girer? Bunlardan biri emeğin yoğunluğudur. Diğerinin iki katı hızlı çalışan bir işçi aynı sürede iki kat daha fazla değer üretecektir. Emperyalist ülkelerdeki işçilerin düşük ücretli ülkelerdekilere göre daha yoğun çalıştıklarını söyleyemeyiz. Böyle olduğunu varsaysak bile, düşük ücret ülkelerinde çok daha uzun olan çalışma günü ve çalışma haftası bu farkı dengeleme eğiliminde olacaktır. Bu nedenle, bunu analizimizin dışında bırakabilir ve Marx’ın yukarıdaki alıntıda yaptığı gibi, tüm canlı emeğin aynı yoğunlukta harcandığını varsayabiliriz.
Bir diğer faktör, yukarıda emperyalizm inkarcılarının argümanlarını çürütürken tartıştığımız nitelik veya beceri derecesidir. Bahsettiğimiz nedenlerden dolayı, bu da kapitalist sömürünün “somut evrensel kavramından” (Ilyenkov, 1960, s. 84-88) dışlanabilir.
Ayrıca, canlı emeğin ürettiği değerin sonradan, yani bu emeğin ürettiği metaların değerinin satış yoluyla gerçekleştirildiğinde belirlendiği de dikkate alınmalıdır:
Bir metanın değeri, onda fiilen gerçekleşen emek miktarıyla değil, onun üretimi için gerekli canlı emek miktarıyla belirlenir. Bir meta, diyelim 6 iş saatini temsil ediyor olsun. Aynı şeyin 3 saatte yapılmasını sağlayacak bir buluş ortaya çıksa, daha önce üretilmiş metanın değeri bile yarı yarıya düşer (Marx, [1867] 1976, 676-7).
Bu önemli ve karmaşık bir konudur, ancak iki nedenden ötürü güvenli bir şekilde mevcut tartışmamızın dışında tutulabilir. Birincisi, değerin sonradan belirlenmesi artı-değer oranını ve kâr oranını etkilerken, sömürü oranı üzerinde hiçbir etkide bulunmaz (çünkü işgününün gerekli-emeğe ve artı-emeğe bölünmesi olgusu, bu emek-gücü israf edilip edilmediğinden, üretilen metaların satılıp satılmadığından veya üretken bir şekilde kullanılıp kullanılmadığından etkilenmez). İkincisi, bu yalnızca emeğin üretkenliği ilerlediğinde ve teknoloji farklı üretim dallarına ve farklı ülkelere az ya da çok hızlı bir şekilde yayıldığında gerçekleşir. Kaldı ki üretkenliğin emperyalist ülkelerde daha hızlı ilerlediği kesin değildir. Zira kârları büyütülmesinde tercih edilen yol, üretkenliği yerli teknoloji yatırımları ile arttırmaktan ziyade üretimi düşük ücret ülkelerine taşımak olmaktadır.
Son olarak, teknik veya teknolojik bir yeniliğe sahip olması nedeniyle bir metayı belirli bir üretim dalındaki ortalamadan daha verimli, yani daha ucuza üreten tekil kapitalistin istihdam ettiği işçinin özel durumunu ele almalıyız. Marx şöyle der (ibid., s. 435): “Olağanüstü üretken emek, yoğunlaştırılmış emek olarak işler. Eşit zaman dilimlerinde aynı türden ortalama toplumsal emekten daha büyük değerler yaratır.” İlk bakışta bu, Marx’ın “üretkenlikteki hiçbir değişme, değerde temsil edilen emeği etkilemez … aynı süre boyunca sarf edilen aynı emek, üretkenliğindeki değişimden bağımsız bir biçimde, her zaman aynı miktarda değer yaratır” (ibid., s. 137) ifadesiyle çelişiyor gibi görünmektedir.
Marx’ın iki ifadesi arasındaki bu çelişki sadece görünüştedir, çünkü bu alıntıların ilkinde Marx, şirkete özgü üretkenlik düzeylerine odaklanırken, bu alıntıların ikincisinde başka bir soyutlama düzeyine geçer. Marx’ın ilk alıntıda bahsettiği farklı artı-değer oranları yalnızca aynı metaların üretildiği bir üretim kolundaki tekil şirketler arasındaki üretkenlik farklılıklarını ele alır. Bu şirketlere özgü üretkenlik farklılıklarını birbirinden ayrı organik bileşimlere sahip üretim kolları arasındaki farklılıklarla bir saymak büyük bir hatadır. Bu, Marx’ın değer teorisinin sık yapılan bir yanlış okumasıdır. Yine de, emperyalizmin varlığını reddeden Marksistlerin yaptığı şey tam da budur. Onlar daha gelişmiş, sermaye-yoğun üretim kollarındaki işçilerin saat başına daha fazla değer ürettiklerini ve buna bağlı olarak, daha gelişmiş ülkelerdeki işçilerin, az gelişmiş ülkelerdekinden daha fazla değer ürettiklerini ve bu nedenle de en az onlar kadar sömürüldüklerini ‘kanıtlamaya’ çok heveslidirler.
Artı-değerin eşitsiz dağılımı, “aynı piyasada” iş yapan, yani aynı metaları üreten kapitalistler arasındadır. Daha üretken kapitalistin satış sonrası ceplerine koydukları değer, söz konusu üretim dalındaki ortalamadan daha düşük üretkenlikle üretim yapan rakiplerden emilen ekstra bir artı-değer payı alacaktır.18 Bunun yalnızca birbirleriyle doğrudan rekabet içinde olan tekil sermayeler için geçerli olduğu, yoksa daha yüksek organik bileşime sahip üretim dallarındaki sermayelerin, daha düşük organik bileşime sahip üretim dallarındakilerden daha büyük bir artı-değer oranına sahip oldukları anlamına gelmediği açık olmalıdır. Yirmi Birinci Yüzyılda Emperyalizm‘de bu büyüleyici ve önemli konuyu daha derinlemesine tartışmış (Smith, 2016, s. 241-244) ve şu sonuca varmıştım:
emeğin ortalama yoğunluk ve karmaşıklıkta olduğunu varsayarsak … daha az üretken sermayelerde çalışan işçilerin harcadığı tüm emek-gücü, büyük bir kısmı daha üretken kapitalistler tarafından ele geçirilse bile, toplam değere eşit katkı sunar. Daha üretken kapitalistlerin ekstra kârları, kendi işçilerinin yüksek üretkenliğinden değil, teknolojik olarak yetersiz sermayeler tarafından çalıştırılan işçilerden elde edilen artık-emekten gelir … belirli bir süre içinde üretken işçilerin ürettiği değer, onların üretkenliklerinden bağımsızdır ama işverenlerinin ele geçirdiği katma değer büyük ölçüde buna bağımlıdır. Bu çok temel bir gerçektir ve tekrarlanmalıdır: Teknolojik olarak daha sofistike makineler kullanan bir çelik işçisi daha fazla değişim değeri üretmez, sadece kapitalist işverenine bu değişim değerinden daha büyük bir pay almasına izin verir. Bunun sonucu olarak, ücretlerin ve emek yoğunluğunun eşit olduğu varsayıldığında, bağımlılık teorisinin Euro-Marksist eleştiricilerinin öne sürdüğünün aksine, daha üretken sermayelerdeki sömürü oranı daha az üretken sermayelerdekinden yüksek değildir.
Yukarıdaki basitleştirmeler ve açıklamalar temelinde, emek-gücünün değerini belirleyen ve yukarıda tartıştığımız yedi faktörün hiçbirinin emek-gücü tarafından üretilen değerle herhangi bir ilgisinin olmadığı açıktır. Basitleştirmeleri gevşetsek ve değerin yoğunluğunu, niteliğini ve sonradan belirleniyor oluşunu meseleye dahil etsek bile, sömürü oranı formülündeki pay ve paydanın belirleyicilerinin birbirleriyle çok az ortak yönünün olduğu açıktır. Basit küçük formülümüz s/v’nin genel olarak sanıldığından çok daha karmaşıktır ve bunu uygun bir şekilde hesaba katmadan sömürü oranı üzerine konuşmak sadece kötü bilim üretir.
Marksist Süper-Sömürü Teorisi
Bu bölümün başlarında, “Kapital’de emek-gücünün tam değerinde ve değerinin altında ödenmesi eğilimlerinin sürekli olarak iç içe geçtiğine” dair birçok örnek gördük (Osorio, 2018, s. 166). Marx’ın soruyu sorma biçimi, yani “ücretlerin değerinin altına indirilmesi”, tek bir ulusal ekonomiyi, kapitalistler ile işçiler arasında tam rekabeti, metaların tam değerlerinden satıldığını19, emek-gücünün tek bir değeri olduğunu varsayan ‘sermayenin genel analizi’ ile uyumluydu. Süper-sömürüyü ‘genel olarak sermaye’ düzeyinde değil, çağdaş küresel kapitalist ekonomi düzeyinde kavramsallaştırmak Marx’ın formülasyonunda önemli bir değişiklik gerektirir: küresel düzeyde, mesele artık ücretlerin ortak, tek bir değerin üstünde ya da altında olması değil, bazı ülkelerde hem ücretlerin, hem de emek-gücünün değerinin sürekli aşağı itilirken, bazılarında itilmemesidir.
Başka bir deyişle, can alıcı olan şey, emek-gücünün değerinin düşük ücretle ihlal edilmesi değil, bu makalenin başında da vurgulandığı gibi, emek-güçlerinin artık farklı değerlere sahip olması yoluyla bizzat işçilerin eşitliğinin ihlal edilmesidir. Katz’ın, emek-gücünün bulunduğu coğrafyaya bağlı olarak farklı değerlere sahip olduğunu onaylayarak Marini’nin kavramını “düzeltme” girişimi ve bu nedenle, “emek-gücünün değerinin altında ödenmesi kavramı düşük ücret kavramı ile ikame edilmelidir”(Katz, 2017, s. 10) ifadesi iki nedenden ötürü bizi hiçbir yere götürmez. Birincisi, eğer emek-gücünün değerinin farklı ülkeler arasında büyük ölçüde değiştiğini kabul edersek, emek-gücünün değerinin neden bu kadar büyük farklılıklar gösterdiği sorusunu yanıtlamamız gerekir. İkinci olarak, Katz bu düzeltmenin süper-sömürüyü ‘çevrede’ olduğu kadar ‘merkez’ ülkelerde de görülen, küçük, tüm sisteme dair olmayan bir fenomene dönüştürdüğünü savunuyor.20 Bu, ancak “artı-emeğin büyüklüğünün … merkezin en üretken ekonomilerinde açıkça daha yüksek olduğu” iddiasını (ibid., s. 10) kabul edersek doğru olabilir. Bu, üretkenliğin kullanım değeri ile değişim değerine dair iki farklı tanımının birleştirilmesinden kaynaklanan ve buna dayanarak emperyalizmin varlığını reddeden Marksistlerin savunduğu argümanın aynısıdır. Başka bir deyişle, bu, Marksist ekonomi kisvesi altındaki burjuva ekonomisinden başka bir şey değildir.
Gördüğümüz gibi, Marx, ücretlerin emek-gücünün değerinin altına bastırılması olgusunu ‘sermayenin genel teorisi”nden defalarca ve açık bir şekilde dışladı ve her seferinde bunun gerçek yaşamdaki önemini tekrar tekrar vurguladı. Tüketim düzeylerini bastırarak (ya da üretimi tüketim düzeylerinin ve dolayısıyla emek-gücünün değerinin çok daha düşük olduğu ülkelere kaydırarak) emek-gücünün değerini azaltma çabası artığı büyütmenin farklı, üçüncü bir yoludur.21 Bu yol neoliberal çağda inanılmaz bir önem kazanmış, onun dönüşümünün yöneten temel güç olmuş ve artı-değer oranını artırmanın ve kâr oranlarının düşme eğilimine karşı koymanın tek önemli aracı haline gelmiştir.
Bu üçüncü artı-değer sömürüsü biçiminin yeniden keşfi, Kapital‘in içerdiği dinamik, bilimsel kavramları somut emperyalist gerçekliğe uygulamayı mümkün kılan bir dönüm noktasıdır ve Andy Higginbottom tarafından Artı-Değeri Arttırmanın Üçüncü Yolu başlıklı 2009 konferans makalesinde ortaya atılmıştır. Marini’nin çalışmaları üzerine inşa edilen bu makale Higginbottom’ın onu daha da geliştirdiği bir dizi başka makalelerine de referans verir. 2009 makalesinde “Marx, sermayenin artı-değerin arttırılabileceği üç farklı yolu tartışıyor ancak bunlardan yalnızca ikisini mutlak artı-değer ve göreli artı-değer olarak adlandırıyor. Ücretleri emek-gücünün değerinin altına düşüren üçüncü mekanizmayı rekabet alanı ile sınırlayıp, analizinin dışında tutuyor.” Higginbottom bu fikri daha sonraki makalelerinde geliştirir. Örneğin Kapital‘in standart ortodoks okumasını eleştirerek şöyle der (Higginbottom, 2011, s. 284):
İşgününün uzatılması [mutlak artı-değer] ve artan emek üretkenliğinin emek-gücünün değerini düşürme üzerindeki dolaylı, kasıtsız ve dolaylı etkisi [göreli artı-değer] sermayenin doğası kabul edilirken, aynı sermayenin neden ücretleri doğrudan düşürmeye yeltenmeyeceği … belirsizdir. Her üç mekanizma da artı-değer oranını artırır … Ücretlerin doğrudan düşürülmesi kapitalizmin emperyalizm ve bir dünya sistemi olarak analiz edilmesi açısından çok önemlidir.
Kapitalistlerin tekel dürtüsü, yani artı-değeri diğer kapitalistlerden çalma arzuları ile süper-sömürülebilir emeğe yönelik doyumsuz iştahları kapitalizmin doğasında olan amansız emperyalist yörüngeyi tanımlar. Tekel ve süper-sömürü kavramlarının her ikisi de emperyalizm kavramı için kesinlikle gereklidir. Emperyalizmi yalnızca tekel olgusu açısından tanımlamak tek yanlıdır ve bu nedenle yanlıştır. Ayrıca Lenin’in sık sık tekrarlanan diğer emperyalizm tanımını da unutulması anlamına gelir: “ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak bölünmesi emperyalizmin özüdür” (Lenin, [1915] 1964 , s. 409), ki, bu durum bugün küresel işgücünün apartheid benzeri yapısında ve bunun doğurduğu süper-sömürüde kendini göstermektedir.
Eğer öyleyse, Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması‘nda (Lenin, [1916] 1964) süper-sömürü kavramı neden tekel kavramı kadar merkezi bir yere sahip değildir?
Bunun kısa cevabı, bu kavramın tam da kitabın merkezinde olduğunu, arayanın bulacağını ancak gizli kalmış olmasının bir amacının olduğudur. Yukarıda tartışıldığı gibi, kapitalizmin emperyalist aşamasının doğuşu sırasında Lenin’in ve diğerlerinin yazılarında emperyalizmin tamamen gelişmiş, modern biçimini açıklayabilecek bir emperyalizm teorisi bulmayı beklemek mantıksız olur. Uzun bir yüzyıl önce, emperyalist ve ezilen uluslar arasındaki ilişki, kapitalist toplumsal ilişkilerin neredeyse tam bir egemenlik kurduğu günümüz dünyasındaki ilişkilerin tam tersine, büyük ölçüde kapitalist ve pre-kapitalist toplumsal oluşumlar arasındaki bir ilişkiydi ve neredeyse tamamen sermaye-emek ilişkisinin yörüngesinde ilerliyordu. Lenin, küreselleşmiş üretim süreçlerinde değerin nasıl üretildiğine dair bir kavrayış geliştiremezdi çünkü bu fenomenin büyük ölçekte ortaya çıkışı kapitalist gelişmenin onun döneminde yaşadığı aşamadan daha sonraki bir aşamasına denk düşmektedir. Bu koşullar, Lenin’in emperyalizm teorisi ile Marksist değer teorisi arasında bugüne kadar devam eden kaçınılmaz bir kopukluğa neden olmuştur (ancak, bu kopukluğun bugüne kadar devam etmesi kaçınılmaz değildi. Bu bizlerin hatasıdır).
Lenin’in ünlü emperyalizm broşürünün Fransızca ve Almanca baskısının önsözünde söylediği gibi (Lenin, [1921] (1964) s. 193), “muazzam süper-kârlar … tüm dünyayı yağmalayan… bir avuç olağanüstü zengin ve güçlü devletin elinde birikir”. Bu süper-kârlar, emperyalist ayrıcalıktan, eşit mübadelenin tekelci ihlalinden kaynaklanıyor. Emperyalist süper-kâr pek çok biçimde karşımıza çıkabiliyor: kölelik ve diğer tüm iğrenç gasp biçimleri olarak, çıplak hırsızlık ve kanunsuzluk olarak ya da sermaye ile emek arasında (ulusal burjuvazilerin aracılığıyla) gerçekleşen mübadelenin ihlal edilmesinden doğan süper-sömürü olarak… Burada ihlal edilen eşitlik, proleterler arasındaki eşitliktir. Bunun merkezi önemini bu makalenin başında da vurgulamıştım.
Kapitalistlerin süper-sömürülebilir emeğe yönelik doyumsuz arzusu, ekmedikleri yerde hasat yapma ve özgür unsurlar arasındaki mübadele eşitliğini ihlal etme arzusuyla birlikte emperyalizme itici gücünü sağlar. Bu nedenle emperyalizm tekel olgusuna veya sermayenin “aşırı olgunluğuna”/aşırı büyümesine indirgenemez. Küreselleşmenin ve neoliberal dönemin alamet-i farikası olan küresel üretimin kaydırılması olgusunun itici gücü olan küresel emek arbitrajı, yani yurtiçinde nispeten yüksek ücretli işçiler yerine yurtdışındaki düşük ücretli işçileri kullanmak bu dürtülerin en saf ifadesidir.
Kapitalist emperyalizmin kendini emperyalist yağmanın çeşitli finansal tefecilik ve gasp biçimleriyle, zorla çalıştırmayla ve açgözlü madencilik faaliyetleriyle gösterdiği ilk aşamalarda ücretli emeğin süper-sömürüsü küçük bir rol oynadı. Eşitsiz mübadele, yani Güney’in ana mal ihracatında ticaret hadlerinin dezavantajlı hale gelip, kötüleşmesi (Marini’nin işaret ettiği gibi, 19. yüzyılın ortalarından itibaren durum zaten buydu) neoliberal çağa giden uzun yolda büyük önem kazandı. Bu durum kendi başına zaten büyük ve artmakta olan bir yağma kaynağı haline gelen borçları arttırdı ve nihayetinde neoliberal dönemde üretimin küreselleşmesi canlı emeği, biçilecek bir ekine, çıkarılacak bir madene dönüştürerek emperyalist yağmanın baskın biçimi haline geldi.
Bu, emperyalizmin varlığını reddeden birçok Marksist için emperyalizm teorisinin yavan bir ikamesi olan ‘eşitsiz ve birleşik gelişme teorisinin’ sıradanlıklarının bir ışık yılı ötesine geçebilen Evald Ilyenkov’un şu sözlerini akla getiriyor: “Bir fenomenin gerçek nesnel nedeni … sıklıkla … sonucundan daha sonra tarihsel sürecin yüzeyine çıkar” (Ilyenkov, 1960, s. 217).
Sonuç
Kapitalistlerin tekel dürtüsü, yani artı-değeri diğer kapitalistlerden çalma arzuları ile süper-sömürülebilir emeğe yönelik doyumsuz iştahları kapitalizmin doğasında olan amansız emperyalist yörüngeyi tanımlar. Emperyalizm ile süper-sömürü bu nedenle ayrılmaz bir şekilde birbirleriyle bağlantılıdır. 21. yüzyıl emperyalizminin teorisi, süper-sömürü olgusunun değer ilişkisini nasıl değiştirdiğini açıklamalıdır. Bunu yapmayan bir emperyalizm teorisi, her ne kadar ’emperyalizmi’ tanımlayıcı bir terim olarak kullanmaya devam etse bile yararsızdır, geçersizdir ve nihayetinde emperyalizmi inkâra varır.
John Smith, Kasım 2019
Çevirenin Notu
Bu metin John Smith tarafından 7-11 Kasım 2019 tarihinde Londra’da düzenlenen 16. Tarihsel Materyalizm Konferansı’na tebliğ olarak sunulan metnin yazar tarafından revize edilmiş sürümüdür. Marx alıntılarının çevirilerinde Marx, K. [1867] (2011), Kapital, Cilt 1. Ankara: Sol Yayınları ve Marx, K. [1894] (1997), Kapital, Cilt 3. Ankara: Sol Yayınları kitaplarında kullanılan çevirileri yazarın kullandığı İngilizce çeviriyle karşılaştırarak ve gerektiğinde revize ederek kullandım.
Dipnotlar
1 Aksi belirtilmedikçe alıntılardaki tüm vurgular asıl metne aittir.
2 “Güneşin her gün ‘doğduğunu’, Dünya üzerinde bir yolculuk yaptığını ve sonra saklandığını görüyoruz. Dünyanın etrafında dönenin güneş değil, güneşin etrafında dönenin dünya olduğunu gördüğümüzden değil, bildiklerimizden anlıyoruz” (Osorio, 2019, s. 2).
3 “’Sermayenin genel analizi’ için, yani üretim tarzı düzeyinde bir varsayım olan şey, bazı Marksist akımlar tarafından her analiz düzeyinde, her yerde, her yerde ve her zaman kapitalizme hakim olması gereken demir bir yasa olarak kabul edilir” (Osorio, 2018, s.157).
4 Vasudevan tarafından eleştirilen diğer kitap: (Amin, 2018).
5 Bu alıntı, Vasudevan’ın makalesinin önsözünde yer alan epigraftan alınmıştır. Sözlerin Catalyst editörleri tarafından mı yoksa Vasudevan tarafından mı yazıldığı belli değildir.
6 Niyetim emperyalist baskı ile kadına yönelik baskı arasında maddi mallara göreli erişimle ölçülemeyecek kadar basit bir karşılaştırma yapmak değil. Kadınların büyük miktarlarda ücretsiz ev içi emeğe katkıda bulundukları doğrudur. Ancak buradaki önemli nokta, tüketim seviyeleri, sağlık ve eğitime erişim vb.’nin cinsiyetten çok milliyete bağlı olduğudur.
7 Lenin devamında, “Kendiliğinden işçi sınıfı hareketi sendikacılıktır… ve sendikacılık, işçilerin burjuvazi tarafından ideolojik köleleştirilmesi demektir. Dolayısıyla görevimiz … kendiliğindenlikle mücadele etmek, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanadı altına girmeye çalışan kendiliğinden, sendikacılardan ayırıp onu devrimci Sosyal-Demokrasinin kanatları altına sokmaktır ”(Lenin, [1902] 1978, sayfa 50).
8 ‘Bağımlılık’, emperyalizm yerine kullanılan bir örtmecedir. O, ulusal burjuvazinin ve boyunduruk altındaki ulusların ‘modernleştirici seçkinlerinin’ bağımsız kapitalist gelişme arzularına ve bu temelde onlarla bloklaşmaya çalışan sözde ‘komünist’ partilere verilen bir tavizdir. Terim artık tarih oldu ve yeniden kullanılamaz ancak özellikle Latin Amerika’daki Marksizm ve bağımlılık teorisinin canlı ve hızla genişleyen rönesansında yeni devrimci içerikle doldurulabilir ve doldurulmaktadır.
9 Bu konuya kısaca şurada (Callinicos, 2009, s. 179-80) dönmüştür: “Marx’ın değer teorisinin bakış açısından, [bağımlılık teorisyenlerinin] kritik hatası, gelişmiş ekonomilerde emek üretkenliğinin yüksek seviyelerinin önemini hesaba katmamaktır”
10 Emperyalist ülkelerde emeğin payı GSYİH’nın yaklaşık yüzde 60’a düşerken, 2019’da İngiltere’deki eğitim harcamaları GSYİH’nın yüzde 4’ünü veya brüt emek gelirinin yaklaşık yüzde 7’sini tüketir. Bu kaba kestirim, eğitim maliyetlerinin işgücünün yeniden üretimi için gereken toplam maliyetlere kıyasla büyüklüğünü göstermektedir. “Emek payı”, en büyük şirketlerin CEO’larına ödenen süper ücretlerle çarpıtılır. Öte yandan, işçilerin eğitimi için yapılan harcamalar toplam eğitim harcamalarının yalnızca bir kısmını oluşturduğundan, aralarındaki gerçek oran yüzde 7’den uzaklaşmayacaktır. Eğitim masraflarına gelince… çoğu işçi eğitim almamaktadır.
11 Birleşik Krallık emperyalizmi krize daha derin gömüldüğü ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sosyal sözleşmenin parçalamanması hızlandığı için bu kazanımlar şimdi ciddi tehdit altındadır.
12 Marini’nin “her zaman” buna katıldığını iddia ediyor ve ayrıca “bu teşhisin aynı zamanda süper-sömürü kavramının çağdaş savunucuları tarafından da kabul edildiğini” iddia ediyor. Ne yazık ki bu iddiaları alıntı yaptığı kaynaktan tek bir alıntıyla dahi desteklenmiyor.
13 Bu ifadenin geçtiği cümle: “Kitabımdaki en iyi noktalar: 1) emeğin kullanım değeri veya değişim değerinde ifadesini bulan ikili karakteri (tüm gerçeklerin anlaşılması buna bağlıdır) … 2) artı-değerin kâr, faiz, toprak rantı vb. gibi tekil biçimlerinden bağımsız olarak ele alınması”
14 Aksine, neoliberal çağda uluslararası ve yurt içi ücret farklılığı artmıştır. Eğer Çin tablonun dışında bırakılırsa, ücret veya gelirlerin yakınsadığını gösteren kanıtlar yetersizdir. Ayrıca küresel mali krizin sürdüğü on yıl boyunca spekülasyonla beslenen “emtia süper-döngüsü”nün güney uluslarının bir kesiminde geçici olarak ticaret hadlerinin ve ekonomik büyümenin iyileştiğini ve eşzamanlı olarak emperyalist ülkelerdeki büyüme oranları düştüğünü gösteren verilere duyulan aşırı güven bu yakınsama hipotezi daha da zayıflatır.
15 Amanda Latimer’ın (2016, s. 1142) işaret ettiği gibi, “Marini’nin çalışması, İngiltere’de göreli artı-değere geçişin tamamen ulusal sınıf mücadelesinin bir ürünü olduğu mitinin altını oyuyor.”
16 Zenginliğin ve gücün erkeklerin elindeki ezici yoğunlaşması ve kadınlara yönelik genel baskının kapitalizme özgü olması sebebiyle Sermaye sahipleri için erkek zamirini [he -ç.n.] kullanıyorum. Diğer durumlarda karma zamir [s/he – ç.n.] kullanırım.
17 Sweezy, üretim ve üretim-dışı emek arasındaki ayrımı görmezden geliyor ki bu, aslında boyunduruk altındaki ülkelere kıyasla gelişmiş emperyalist ülkeler için çok daha önemli bir ayrımdır.
18 “Marx, ortalamanın altında üretkenlikle faaliyet gösteren işletmelerin ortalama kârdan daha az kazandıklarını söylediğinde … bu, işçilerin gerçekten ürettikleri değerin veya artı-değerin piyasada daha iyi işleyen firmalar tarafından ele geçirilmesi anlamına gelir. Bu onların aynı sürede daha az değer veya artı-değer yarattıkları anlamına gelmez ”(Mandel, 1975, s. 101).
19 Daha doğrusu, Marx’ın “üretim fiyatları” olarak adlandırdığı, değerlerinin değiştirilmiş biçimine tekabül eden fiyatlarla, yani farklı sermayeler arasındaki kâr oranının eşitlenmesiyle sonucu oluşan fiyatlarla satmak
20 Bu temelde Claudio Katz, “bağımlılık teorisinin Marx’ın bahsetmemiş olduğu bir süper-sömürü kavramına ihtiyacı olmadığını” ileri sürdü (Katz, 2017, s. 15); Jaime Osorio, Katz’ın önerdiği “Marksist bağımlılık teorisinin yeniden formüle edilmesinin onun reddedilmesi çağrısından başka bir şey olmadığını” söyledi (Osorio, 2018, s. 179).
21 La Dialéctica de la Dependencia‘da Marini şunu ileri sürer: “Süper-sömürü kavramı mutlak artı-değer kavramıyla özdeş değildir, çünkü bu, emeğin yoğunluğundaki bir artışa da denk geldiğinden, aynı zamanda bir tür göreli artı-değer üretimini de içerir. Öte yandan, ücret fonunun bir kısmının bir sermaye birikimi için kaynağa dönüştürülmesi, kesin olarak bir mutlak artı-değer üretimi biçimini temsil etmez, çünkü aynı anda yalnızca artı-emek zamanını değil, işgününün her iki bölümünü de etkiler – mutlak artı-değer durumunda olduğu gibi. Süper-sömürü, her şeyden önce, üretkenlikteki artıştan kaynaklanan sömürünün aksine, işçilerin fiziksel kapasitesinin daha fazla sömürülmesiyle tanımlanır ve normal olarak kendini emek-gücünün karşılığını gerçek değerinin altında almasıyla ifade etme eğilimindedir.” (Marini, 1973, s. 92-93, JS’nin çevirisi).
Kaynaklar
Amin, S. (2018). Modern Imperialism, Monopoly Finance Capital, and Marx’s Law of Value. New York: Monthly Review Press.
Bettelheim, C. (1972). Some Theoretical Comments by Charles Bettelheim. pp. 271–322 in Unequal Exchange, A Study in the Imperialism of Trade, by Arghiri Emmanuel. London: NLB.
Callinicos, A. (1992). Race and Class. International Socialism (2)55. https://www.marxists.org/history/etol/writers/callinicos/1992/xx/race-class.html
Callinicos, A. (2009), Imperialism and Global Political Economy (Cambridge: Polity Press)Cope, Z. (2019). The Wealth of (Some) Nations. London: Pluto Press.
Cope, Z. (2019). The Wealth of (Some) Nations. London: Pluto Press.
Harris, N. (1986). “Theories of Unequal Exchange,” International Socialism (2)33.
Engels, F. [1847] (1977). The Communists and Karl Heinzen, in Marx and Engels Collected Works, vol. 6. Moscow: Progress Publishers.
Higginbottom, A. (2009). The Third Form of Surplus Value Increase, paper presented at Historical Materialism Conference, London. https://www.academia.edu/11418979/Third_form_of_extraction_surplus_value.
Higginbottom, A. (2011). The System of Accumulation in South Africa: Theories of Imperialism and Capital. Économies et Sociétés, (45)2,261-288.
Higginbottom, A. (2014). Imperialist Rent in Practice and Theory. Globalizations (11)1, 23–33. https://www.researchgate.net/publication/263569325_’Imperialist_Rent’_in_Practice_and_Theory
Higginbottom, A. (2018). Enslaved African labour in the Americas: from primitive accumulation to manufacture with racial violence. Revista de Estudos e Pesquisas sobre as Américas (12)1. https://www.researchgate.net/publication/323583151_Enslaved_African_labour_in_the_Americas_from_primitive_accumulation_to_manufacture_with_racial_violence
Ilyenkov, E. (1960). The Dialectic of the Abstract and the Concrete in Marx’s Capital. Moscow: Progress Publishers.
Katz, C. (2017). Aciertos y Problemas de la Superexplotación https://katz.lahaine.org/b2-img/ACIERTOSYPROBLEMASDELASUPEREXPLOTACIN.pdf.
Kidron, M. (1974). Black Reformism: the Theory of Unequal Exchange, in Capitalism and Theory, London: Pluto Press.
Latimer, A. (2016). Superexploitation, the Race to the Bottom and the Missing International, in The Palgrave Encyclopedia of Imperialism and Anti-Imperialism, ed. S. M. Bâ and I. Ness, pp. 1136-1150. New York: Palgrave Macmillan.
Lenin, V.I. [1902] (1978). What Is to Be Done?, [1902], Beijing: People’s Publishing House.
Lenin, V. I. [1915] 1964. The Revolutionary Proletariat and the Right of Nations to Self–Determination, in Collected Works, vol. 21, 407–11. Moscow: Progress Publishers.
Lenin, V. I. [1916] (1964). Imperialism, the Highest Stage of Capitalism, in Collected Works, vol. 22, 185–305. Moscow: Progress Publishers.
Lenin, V.I. [1921] (1964). Collected Works, Vol. 22, pp. 189-195. Moscow: Progress Publishers.
Mandel, E. (1975), Late Capitalism. London: NLB.
Marini, R.M. (1973). Dialéctica de la Dependencia. Mexico DF: Ediciones Era.
Marx, K. [1867] (1976), Capital, Volume 1. London: Penguin.
Marx, K. [1867] (1987). Marx to Engels. Collected Works, vol. 42. Moscow: Progress Publishers.
Marx, K. [1894] (1991), Capital, Volume 3. London: Penguin.
Osorio, J. (2018). Acerca de la superexplotación y el capitalismo dependiente. Cuadernos de Economía Crítica (4)8, 153-181.
Osorio, J. (2019). Cuestiones epistémicas en el análisis de la dependencia y del capitalismo dependiente. https://herramienta.com.ar/articulo.php?id=3006
Shaikh, A. (1980). The Laws of International Exchange. Growth, Profits and Property: Essays in the Revival of Political Economy, ed. Edward J. Nell, pp. 104–35. Cambridge: Cambridge University Press.
Smith, J. (2012). The GDP Illusion, in Monthly Review, (64)3, pp. 86-102 http://monthlyreview.org/2012/07/01/the-gdp-illusion
Smith, J. (2016). Imperialism in the Twenty-First Century – Globalisation, Super Exploitation, and Capitalism’s Final Crisis. New York: Monthly Review Press.
Sweezy, P.M. (1981). Four Lectures on Marxism. New York: Monthly Review Press
Vasudevan, R. (2019). The Global Class War. Catalyst (3)1.