Dünya haritası bize farklı renklerdeki ülkelerin birbiriyle teyellenmiş geçiciliğini sunarken, devletler kendi siyasi haritalarını kendi etraflarında birer çöl boşluğuyla resmederler: Bu haritalarda kendileri dışında bomboş bir dünya vardır ve o ülkenin kendi “medeniyeti” dışına çıkıldığında sanki oralarda hiç köy yokmuş, hiç insan yaşamazmış, hiç bitki bitmezmiş gibi, insanlar hiç öpüşmez, çocuklar gülüşmez ve yemekler, başka türlü de olsa, pişmezmiş gibidir. Oysa sınırlarda yaşayanlar karşıya da bir uzantı olduğunu bilirler ve böylece karşıda vatandaşlık pazarlığına girişilebilecek bir başka devlet olduğunu da bilirler. Bu bilgi, sınırda yaşayanları iç bölge vatandaşlarından hem daha kırılgan, hem de daha güçlü yapar. Devletle bu karşılaşmaların güçlü aktörü devlet ise, zayıf da olsa bir diğer öznesi sınır vatandaşıdır. Devletin kendi egemenliğini bu çarpışmadaki güç bileşenlerine ve bu bileşenlerin güçlerini hangi politik ve iktisadi örüntülerle kazandığına bağlı olarak ortaya çıkar ve siyasi ve ekonomik gücü de o oranda meşrulaşır Zira devlet egemenliğinin meşruiyeti, kendi tarihini sınırda haritalandırır.
Epey bir süredir sınırlar üzerine çalışıyorum. Son on beş yılı Türkiye’nin tüm kara sınırlarının ekonomik ve politik antropolojisini yaparak geçirdim.[1] Bu çalışmaların bir kısmı da Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırlarında çeşitli kırsal-kentsel yerleşim alanlarında gerçekleşti. Çalışmalar boyunca kendime sorduğum çeşitli sorular stratejist ve siyaset bilimini ilgilendiren sorulardan ziyade; sınırın sosyolojik ve antropolojik yapısına ilişkindi.
Misak-ı Milli sınırları gerçekten sabit miydi? Ulus devlet sınırı çizilirken sınırlar etnik-inanç-kültür-akrabalık vb. sosyal yapıları ortadan bölmüş müydü? Küresel çağda hakikaten sınırsız bir yaşam bu sınırları da boşa çıkardı mı? Sınır her iki tarafta aynı kültürü taşıyan etnik-dini-kültürel birer havuz muydu?
Sınır üzerine konuşmaya başladığımızda ne konuşuruz? Vatan, devlet, toplumsal cinsiyet, mal ve insan ve her türden geçişler yani ekonomi, harita, beden, dil, etnisite Sınır neredeyse tüm sosyal bilim kavramlarıyla kesişen ve bu kavramlar üzerinde yeniden düşünmeye zorlayan bir araştırma alanıdır. Sınır üzerine konuşmaya başladığımızda bu çalışma alanları da, sınırı hem tanımlar hem de yeniden kurarlar: Etnik havuzların sınır ötesi uzantılarının vatan içi pazarlıklarda ne oranda etkin olabileceği, ticaret-akrabalık-etnisite-inançlar ve hukuk sistemlerinin sınır rejimleri ve vatandaşlık pazarlıklarındaki etkileri vb. konular sınır çalışanların gözde konularıdır.
Ben 15 yıl önce çalışmaya başladığımda, Türkiye’de sınırın kendisi üzerinde eleştirel bir sosyal bilimsel çalışma yapmak da, sınır çalışmak da, sınırın fotoğrafını çekmek de, sınırı eleştirmek de yasaktı: Zira sınırlar askeri bölgelerdir ve bu bölgelerde yaptığınız işin hangi aşamada devlet sırrını açıklamak anlamına geleceğine dair tanımlama çok belli belirsizdir. Bu bize sınırın sadece bir tel, sadece mayınlı alan ya da kapı olmadığını, aksine bir zonalite-geçirimsellik-uzantısallık ya da kısaca başlı başına bir uzam/mekan (space) olduğunu gösterir. Öyle ki, sınır geçişlerinin hiç de belirgin olmadığı sınırlar çok daha keskin, sert ve yaptırımı olan sınırlar olurlar. Örneğin AB içindeki sınırlar, AB onayı taşıyanlara serbest ancak bunun dışında olanlara müthiş kapalıdır. Ve bu anlamda AB sınırları retorik olarak da aşamayacağınız bir yüksekliktedir: “Medeniyetsiz”, “terörist” veya “sapkın olma” ihtimaliniz her an gündemdedir. Ama tabi her sınırı aşabilecek başka anahtarlar, başka şifreler de vardır: banka hesapları, kara para birikimleri, güçlü siyasi pazarlık ağları veya basitçe “salt bedeniniz” gibi. Böylece “sapkın ve hadsiz” mülteciler olarak, üç bin yıllık Roma yolunun, Via Egnatia’nin bir yerinde- Bulgaristan-Macaristan-Romanya sınırında eksi 20 derecede ölüme terkedilebilir veya Fransa’nın göbeğinde Calais’te bir kış gecesi çadırınızın içinde yakılabilirsiniz. Ama egemenlik ve onun siyasi gücü böylece, mültecilerin ölü bedenleri üzerinden kendisini yeniden yüceltir.
Öte yandan bu zonalitenin içeriye ve dışarıya doğru nerelere, ne kadar uzağa gideceği ve kimlere kadar uzayacağı meselesi vatanın gerçek sınırlarının etki alanını belirleyecektir. Dışardan gelene karşı yukarıda bahsedilen muamelenin bir de içerdekine gösterilecek sopayla ilgisi vardır: Bu zonalitenin değişimindeki ipuçları da bize devletin kendine ait bir milleti konumlandırdığı haritanın siyasetine dair çok önemli ipuçları verecektir. Örneğin bu son 15 yıldır çalıştığım sınırların tamamında yine aynı yasaklar sürmekle birlikte; sınırların biçimi, anlamlandırılması, uzamları ve vatanın kapsayacağı vatandaşın tanımı değişti. Sınırlar aynı kalıyormuş gibi görünüyordu ama üzerine konuştuklarımız ve sınırı belirten simgeler, semboller, sınırı zorlayanların ve sınırı kollayanların kim oldukları? habire değişiyordu.
Böylece Devlet, yıllar boyunca, kendini komşularının yeniden tarifinden tutun, iç ve dış düşmanların yeniden tarifine kadar pek çok alanda var etmeye devam etti. Bu zaman boyunca sınır da, üzerinde konuşmaya devam ettiğimiz sürece meşrulaşan ve kendini yeniden tarifleyerek vatanı ve vatandaşlığın temelini de kuran bir hal alıyordu. Durum sınır araştırmalarında deneyimlediğimiz mekanizmaları göstermekteydi: Kısacası sınır bir mekandı ve bir mekan olarak sınır kültürün bir imleyeni, göstereni olarak değil, aksine sınırın kendisi ve orada oluş biçimi, konumu vatandaşlığı, kültürü ve siyaseti yeniden yaratabilen, kültürel işleve yataklık yapacak kapasitede bir sosyal yapı olarak kendisini ve devleti yeniden kuruyordu.
Sınırlar, uçlar devletin irrasyonel meşruluğunun (meşruluğunun irrasyonel olduğunun?) en iyi görüleceği yerlerdir: O ülkede ne oluyorsa sınırda da o olur, ama ek olarak sınırda o ülkede hiç olmayan şeyler de olur. Sınırlar devletin kendi yasaklamış olduğu aktiviteleri yine kendisinin ne kadar beceriyle yasallaştırdığını, kendi sınırlarının meşruluk alanlarını ve geçişe uygun bulduğu arazileri hem sabit ve hem de değişen politikalarla nasıl çizmekte olduğunu en iyi gösteren “mekan”dır. Devlet kendi karşıtlığını da bir yandan yasallaştırır ve meşrulaştırır ve böylece sınır bu tekinsizliğin, oynaklığın ve keyfiliğin en benzersiz biçimde somutlandığı “mekânlar” haline gelir. Diğer bir tanımla sınır osmotik bir yapıdır: Örneğin mal, insan veya düşüncelerin meşrulukları durmaksızın öylesine sürekli olarak değişir ki; meşru olanla yasal olanın bu karmaşık ilişkisi sayesinde vatandaşlık da ancak “devletin (o an için) makbul saydığı” kalıba göre yeniden tanımlanır. Bu sonsuz biat, bu sürekli değişen tanımların kalıplarına boyun eğme zorunluğu, vatandaşlığı sürekli baskı altında tutar. Ve hemen ardından yeni pazarlık mevzilerini de yeniden buna uygun olarak kurmak zorunda bırakır.
Devlet, suçun soruşturulmasından ziyade suçun yeniden üretimine dair pratikleri en iyi sınırda dener. Tekinsiz, bulanık ve yarı geçirgen haldeki sınırlar öncelikle vatanın ve devletin ve sonra buna uygun vatandaş tipine dair tanımın ne olduğunun en iyi gözlemleneceği yerlerdir. İktidar sahipleri bu pazarlığı iki şekilde yaparlar: Birincisi, sınır ve vatanı metaforlaştırarak, gerçek imgeleri bazı materyallerle bezeyerek. İkincisi, bu metaforları, yeniden üretilen vatandaş kimliğinin ve tabii vatanın bir parçası olarak meşrulaştırarak. Dolayısıyla, bir yer ve mekan olarak sınır, aynı zamanda devletin geçmiş mekan üzerinden yeniden haritalanmasıdır
Örneğin, Bodrum sahilinde sulara uyurmuş gibi uzanmış yatan Alan Kurdi’nin fotoğrafı sadece Türkiye’deki mülteciler üzerine baskıyı artırmakla kalmadı, ötesinde ülke içindeki kültürel, sosyal vb. sınırları da yeniden ve daha sert olarak pekiştirdi. Mültecilerin mutlak yalnız ve mutlaka çaresiz ve mutlaka kendi vatanlarından ve mutlaka zorla sürülmüş olduklarını sürekli imleyen, bu nedenle mülteciyi anonim bir sınıf-dışılığa, oradan da giderek anonim bir kayba eşitleyerek; bir sayıya veya sadece ölü bir çocuk bedenine indirgeyen yeni bir algı geliştirildi: Mülteciler-özellikle şefkati hak etmeleri için ya bebek, ya etnik, ya dindaş, ya kadın vb. ama mutlaka ölü olmak ve mutlaka ölürken de MASUM olmak zorunda bırakıldılar.
Böylelikle vatanından kaçmak zorunda bırakılanların ya masum ya da şeytan olduğu algısı, bizi kendi vatandaşlığımızın yeniden kurgusuyla başbaşa bırakmakta: Vatan vazgeçilemeyecek ve etrafı güvenlik birimleriyle korunmuş, dört bir yanı düşman tehdidiyle sarılı ve çok şükür ki bunların içeri girmemesi için sınırları ve duvarları olan “bir Cennet,” dışarısı ise “bir Cehennem” olarak yeniden kurgulanmakta.
Böylece yeniden sınırları yükseltilen, yeniden sınırlandırılan bu vatanın içindeki insan-vatandaş tiplemesi de ahlakçı bir yargıyla yeniden tesis edildi: Ya bizdensin ya onlardan!
Özetle sınırlar Dünya’da ve Türkiye’nin her yerinde yeniden sertleşti ve sınır aşmaya çalışanların bedenleri üzerinden ulus devletlerin meşrulukları da giderek pekişti. Devletin sınır pozisyonunda sabit kalan tek politikası sınırı sertleştirmek ve tekinsizleştirmek oldu. Geçişlerin ve sınır üzerine pazarlıkların belirsizleştirilmesi, yerel muhataplarla pazarlık ağlarının muğlaklaştırılması devletin son üç yıldır sınırları yönetmek için tuttuğu en önemli politikadır. Hatta bunun sonucu olarak vatan içinde yeni sınırlılaştırmalar (Cizre, Sur, Nusaybin, Gazi mahallesi, Taksim vb.) ve vatandaşlık tanımlarında değişmeler (itaat-biat-sorgulamaksızın kabullenme vb. ) ve giderek tüm vatan hattının tampon bölge (no-Mans’ Land) haline geldiği bir dönem başladı.
Buraya bundan sonra yazmayı ve bu ilk tartışmayı genişletmeyi umduğum yazının Kürtlerin vatan arayışları hakkında olacağını umut ediyorum. Ancak öncesinde bu tartışmayı yapmadan meramımı anlatamayacağımı düşündüm. Şöyle ki: Eğer sınır, hem onun iki yakasındakiler için elverişli bir kazanç kapısı, hem de vatandaşlarının devletle pazarlıkları için önemli bir aracı ise, Kürtlerin sınırların iki yakasındaki konumlarına nasıl bakmalıyız? Ve Kürtler kendi vatandaşlık konumlarına iki, üç, dört yakadan, içerden ve dışardan nasıl bakabilecekler?
Birbirinden farklı ülkelerde yaşayan ve “sınırlarla bölünmüş dört parça”dan söz etmek her ne kadar romantik gözükse de farklı iktisadi sistemler, gelirler, statüler, farklı tarihler, farklı ötekiler, farklı devlet sistemleri ve farklı hayallerle yaşamakta olan bu sosyal yapılar hangi noktada ortaklık yaratabileceklerdir? Kürtlerin coğrafyasından söz ettiğimizde farklı sınıfsal birikimlere, farklı adalet sistemi geçmişine, farklı kültürel kodlara sahip onlarca sosyal yapının, basitçe ve sadece sınırları kaldırmaktan söz ederek bu durumu aşamayacağını dünya örneklerinden biliyoruz. Berlin Duvarı yıkıldığında, sadece 40 küsur yıldır ayrılmış olan aynı kentin iki farklı rejimde yaşamış olan vatandaşlarının birbirlerinden ne kadar farklılaşmış olduklarına dair incelemeler hepimiz çok önemli bir ders verdi.
Basitçe sınırların kaldırılmasını istemek bir boş gösterendir. Birbiriyle eşitsiz yaşamların olduğu iki mekanın arasındaki sınırların kalkması, ancak birinin diğerini sömürmesiyle ve yeni bir devletin egemenliğinin pekişmesiyle sonuçlanır.
Sınırları kaldırmanın yolu, onları basitçe inkar etmekle değil; aksine devletin ve vatanın yerine başka varoluş biçimlerini koyabilmekten ve bunları kanıtlayabilmekten ve bunu da yaşamıyla kanıtlayabilmekten geçiyor. Kobane’ye doğru gönül yoluna düşen sosyalist gençlerin Suruç’ta katledilmelerinin nedeni de budur: devlet iç ve dış sınırlarının ve moral sınırlarının böyle ilga edilmesine katliamla yanıt verdi. Ankara’ya 10 Ekim 2015’te #Barış demeye #Özgürlük demeye #Demokrasi demeye gidenlere yaptığı da budur. #Kobanê’de verilen savaşı yurt savunmasından özgürlük ve eşitlik talebine #Demokratik, #Ekolojik, #KadınÖzgürlükçü ve #KomünalEkonomi temelinde kurma yönünde hareket ettiren de yine bu gerçekliktir. Ve bu nedenle büyük bir coşku ve umutla karşılanmıştır.
Devletsiz bir egemenliğin kuruluşu mümkün. Ancak, sınırın her iki tarafındaki yeni yaşam alternatiflerinin neler olacağını, özgürlükçü ve demokratik talepleri kararlı bir istemle bulanıklaştırmadan hayata geçirebilirsek eğer, zihinlerdeki ve kalplerdeki sınırları kaldırabiliriz.
Bundan sonraki yazımın sınırın Kürtler tarafından yeniden inşası ve özellikle başka bir hayatı hedefleyen Kobanê sürecinin sınırın Türkiye tarafına etkisi vb. meseleleri üzerine olabileceğini umuyorum. Kobanê’de kurulmakta olan devletsiz bir egemenliğin sınırlarına nasıl etki yapacağını, kendi iç sınırlarını kaldırarak ilerlemekte olan bir yeni siyasetin, dış sınırlarında gelişebilecek olan taleplere nasıl yanıtlar vereceğini de tartışmak istiyorum.
Sınırsız kalın.
[1] Meraklısı pek çok makale ve yazıyı www.neseozgen.net adresinden okuyabilir.