İngilizcesinden çevirenler: Dilek Uygül, Canan Kaplan, Güney Işıkara
Muhsin Yorulmaz’ın Marksist Merkez (Marxist Center) temsilcisi
Kate Doyle Griffiths ile yapmış olduğu röportaj
Kapitalizmin politik krizi, ekonomik krizle birlikte, uluslararası emperyalizmin kalbi olan ABD’de bile derinleşirken, sosyalist siyasetin bu ülkede kitlelerin yenilenmiş bir ilgisine konu olması şaşırtıcı değildir. Var olan Marksist örgütlerin kitle hareketleri ile dinamik ilişkilerinin yanı sıra, DSA’nın sağ ve sol unsurları arasında giderek yükselen bir mücadeleye ve yeni bir Marksist örgütün ortaya çıkışına şahit oluyoruz. Marksist Merkez, ABD çapında farklı şehirlerden 19 sosyalist grup ve çevrenin ortaklaşmasıyla kuruldu (New York’tan üç sosyalist grup yer aldı). Bir partiymiş taklidi yapmayan, henüz bir ağ (network) olsa da, sıradan ağlar gibi belirsiz ve teorik bakımdan gevşek de olmayan Marksist Merkez, dışındakilerin ilgisini çekmektedir. Bu ilgi, hem kuruluşunun ABD solu için ne anlama geldiğini anlamak hem de “varolan” sol ile eleştirel bağlantılarından dersler çıkarmak amacını taşımaktadır. Ki bunlar, farklı ülkelerdeki sol için de geçerli bilgiler olabilir. Aşağıda örgütün temsilcilerinden Kate Doyle Griffiths ile yapılmış, Marksist Merkez’in kendisini ve içinde yer aldığı sosyo-politik bağlamı nasıl tanımladığını aktaran bir röportajı bulacaksınız.
Muhsin Yorulmaz: Bize zaman ayırıp sorularımıza cevap verdiğin için teşekkür ederiz. Öncelikle bize biraz kendinden ve nasıl politize olduğundan bahseder misin?
Kate Doyle Griffiths: Ben 1980’li ve ’90’lı yılların Houston Texas’ında hem başkaları, hem de kendileri tarafından “radikal sol” olarak kabul edilen bir aileden geliyorum. Babam yurttaşlık hakları avukatı olmasının yanı sıra idam-karşıtı bir aktivistti. Annem ise AIDS krizi döneminde ön saflarda yer almış bir doktordu. Bu kesinlikle benim dünya görüşümün temel olarak şekillenmesine yol açmıştır. Ailem uzun zamandır “sıradışı” olmakla ve işleri yoluna koymakla bilinir; ailem çeşitli etnik kökenlere sahip, kadınların yönlendirici olduğu, evliliklerin ve çocuk yetiştirmenin gelenek karşıtı bir şekilde gerçekleştiği ve böylece de sanırım bunu değerler sistemi yapan bir yol geliştiren bir ailedir. “Sol” siyaset bağlamında babam o zaman da şimdi olduğu gibi Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (Democratic Socialists of America) üyesiydi. Annemin anne-babası (Dick and Ruth Doyle) “komünist” kavramını kullanmaktan kaçınmayan azimli sendikacılar olmalarının yanı sıra Doğu Texas’ın endüstriyel merkezi olan ‘Altın Üçgen’de (The Golden Triangle) ırkçılık karşıtı, feminist ve savaş karşıtıydılar. Belki büyükannemin ve büyükbabamın bir dönem Komünist Parti üyeleri olduklarına dair olan iyi desteklenmiş şüphelerimi dile getirmem onların hatırasına saygısızlık olabilir, zira onlar bunu bana benim ağır sorgulamalarıma rağmen kendileri hiç bir zaman söylemedi. Hiç bir zaman kendimde büyükbabama “şimdi öyle misin ya da geçmişte hiç oldun mu?” sorusunu soracak cesareti bulamadım. Ama bir keresinde yazın Meksika Körfezi’ndeki sendika çalışmalarımdan döndükten sonra, sanırım 19 yaşındaydım, annem ona sendika çalışmalarımdan bahsetmemi istedi. Onun bana cevabı ise “sen yoksa komünist misin?” oldu. Ben hayır dedim ve o da dedi ki “o zaman sosyalistsin” (belki de hınzır bir hayal kırıklığı ifadesiyle). Ben yine değilim dedim ve o da “ o zaman anarşist olmalısın!” dedi ki ben bunu da reddettim ama belirtmem de yarar var ben o aralar kesinlikle bir tür sosyal anarşisttim. Büyükbabam güldü ve dedi ki “hepiniz aynı şeyi söylüyorsunuz!”
Kendi geçmişimden kısaca bahsedecek olursam, ben özellikle sendikalara karşı özel ilgi duyan ilerici bir demokrat olarak çıktım bu yola. Üniversite okumak için evden ayrılınca tam bir demokrasi düşkünü ve siyaset insanıydım. Ama Battle in Seattle (1999 Seattle Dünya Ticaret Örgütü Eylemleri) ve de özellikle “Teamsters and Turtles” (“Sendikacılar ve Çevreciler”) tarzındaki hareketler bana ortaya çıkacak olan işçi sınıfı siyaseti için gerekli olan her gerçek değişimin arkasındaki tek anlamlı güç olan doğrudan hareket potansiyelini kazandırdı. Üniversitedeyken, Sosyal Eşitlik için Öğrenciler (Students for Social Equality) adlı bir grup heterojen öğrenci grubuyla çalıştım. Sömürü Atölyelerine Karşı Birleşik Öğrenciler (United Students Against Sweatshops) adlı bir grupla çalışıyordum. Kampüste yüksek lisans/doktora öğrencilerini, ofis emekçilerini ve diğer emekçileri örgütleme faaliyetlerine katılmanın yanı sıra manav ve çamaşırhane emekçilerini örgütleme gibi kampüs dışı kampanyalara da katıldım. Dönemin ruh halini hatırlamak zor ama şimdiye kıyasla kesinlikle anti-entelektüel, pragmatik ve geçmişe kıyasla aşırı apolitik idi. Hatırlıyorum kendine “sosyalist” demek düşünülemezdi bile; benim için o dönemlerde bu korkunç kelimeydi. Ama teorik perspektif her zaman ilgimi çekmişti ve o dönem New York Üniversitesi’nde olduğum için şanslıydım zira orada çok sayıda Marksist düşünür ders vermekteydi. “Aşağıdan Tarih” (“History from Below”) kavramı da hayatımı değiştirdi, siyah radikal hareketin işçi sınıfı kökenleri ve sosyalist feminist gelenekleri hakkında öğrenmek de bir o kadar etkili oldu. Benim gibi öğrenci aktivistlerin, uluslararası sendika örgütleri tarafından örgütlü işçi hareketinin çöküşüne cevap olarak görüldüğü bir dönemde, emek hareketi içindeki ve çevresindeki deneyimim beni sendika merkezleriyle irtibata sokarak, birden fazla uluslararası ve birkaç da yerel sendikanın bürokrasilerinin beni fazlasıyla hayal kırıklığına uğratan oportünizm anlarıyla, kısa-görüşlülükleri ve korkaklıklarıyla dolu anılara tanık olmama yol açtı. Sosyalist grup Solidarity’ye ve onların “taban” stratejilerine denk geldiğimde, hassasiyetlerime cevap olduğunu gördüm; bunun dışında Solidarity üyeleri, benim için her yürüyüşü ve kampanyayı adeta bir zafer olarak ilan etmeyen, her ne kadar küçük ya da yenilgiye uğramış olsun tanıdığım ilk deneyimli aktivistlerdi. Bu da benim belli stratejilerin zayıflıklarına yönelik şüphelerimi ve analizlerimi doğrular nitelikteydi – öğrenci-ikameciliği, medyadan yapılan ahlaki “dayanışma” çağrıları, zirve protestoları gibi. Bu insanlar ayrıca işçi örgütleme alanında maddi deneyimi olan bir grup insandı ve bu açıdan da “anlatmak” yerine “göstermek” işini yaparlardı ki bu da beni çok etkiledi ve bana hayatı boyunca sendika temsilcisi ve sürekli pazarlık komitesi üyesi olup yöneticilikte hem de sendikada ilerlemeyi redden büyükbabamın özel günlerde yemeklerde anlattığı çeşitli hikayeleri hatırlatmaktaydı.
Ben daha sonra cinsiyet çelişkilerine bağlı sürüncemeli bir mücadele sonrası Solidarity’den ayrıldım ama hala çok sayıda üye-yoldaşlarım ve eskiden üye olan yoldaşlarım var bu örgütten. Bu olmasaydı bile Demokratik Parti’ye karşı takınılan örgütsel tavrın yumuşatılmasına karşı çıkardım. Ama belirtmekte yarar var ki, katıldığım dönemdeki bilincimle, böyle bir değişimi desteklerdim. Geçen üç yıl süresince, ben çoğunlukla Uluslararası Kadın Grevi (IWS) içinde ve New York’taki küçük bir komünist kolektif olan ve şu anda Marksist Merkez’e bağlı olan Red Bloom içindeki örgütlemelerde görev aldım. Fakat belirtmeliyim ki, ben birçok örgütsel geleneğin içindeki Marksistler’i hem prensipte hem de olabildiği kadarıyla pratikte yoldaşlarım addediyorum. IWS ve Red Bloom örgütlerinde çoğunlukla açıkça Marksist feminist, enternasyonalist, ırkçılık-karşıtı, göçmen-taraftarı, LGBT-taraftarı, seks işçisi-taraftarı olan ve kendilerini emekçi ve mahalli örgütlenmelere adamış yoldaşlarla teori ve strateji geliştirme şansım oldu. Bu benim için hem kendi gelişimim hem de yeni bir Marksist kadro kurma görevi açısından önemlidir. İşin büyük çoğunluğu politik eğitimdir.
Biz, ABD’de şu anda “sosyalist düşünce”nin çiçek açtığı bir dönemdeyiz; DSA bir süredir ABD solundaki en büyük sosyalist örgüt olmuştur ve sayısı gün geçtikçe artan ana akım ilerici birçok kişi sosyalizme sahte bağlılık göstermektedir. Bernie ve halihazırda devam etmekte olan bazı seçim çalışmaları sayesinde “sosyalist” kelimesi insanlar için gün geçtikçe “korkunç olmayan” bir hal almakta. Genel anlamda bana soracak olursanız bu iyi bir gelişme ve Marksist olmak için gerçekten de heyecan dolu zamanlar diyebiliriz, içinde bulunduğumuz durum için. Fakat yine belirtmeliyim ki, kadrolaşmış solun işinin bir kısmı, özellikle de kendini işçi sınıfının bağımsızlığına ve özerkliğine adamış bizler için, McCarthyci korkutma taktiklerinin düşüşte olmasıyla yetinmek yerine politik anlamda belki de kelimenin o korkunçluğunu hatırlatmak olacaktır.
MY: Bize Marksist Merkez’den bahseder misin? Nereden çıktı bu fikir? Yalnızca siyasi miras bakımından değil ya da öznel olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz anlamında değil, aynı zamanda nesnel koşullar bağlamında Markist Merkez projesi ABD siyaseti için neden şu anda eskiden olduğundan daha önemli?
KDG: Benim anlatımım belki sadece biraz benim görüşlerimi yansıtacak, ama ben aslında Markist Merkez’i iki dönem ve akımdan ortaya çıkmış olarak görüyorum. Öncelikle Occupy hareketinin radikalleştirdiği ve Marksizm’i araştırıp inceleyen örgütleyicilerinin küçük bir kısmı ve bunun örgütlü bir unsurunun Philadelphia’da Philly Socialists adlı oluşumu.
Daha genel konuşmak gerekirse, Marksist Merkez’deki “merkez” benim için Hal Draper’in bir örgütlenme merkezi görüşüdür—çok-eğilimli, hem işçi sınıfı örgütlenmesinde hem örgüt-inşasında hem de (1932’de aynı isimli oluşumla karıştırılmaması gereken) devrimci parti öncesi (ya da bazılarına göre devrimci-olmayan) parti-inşası konusunda aktif olan bir sol kutuptur.
ABD’nin farklı şehirlerinden 19 sosyalist grup, çevre biraraya gelerek Marksist Merkez’i oluşturdu (New York’tan 3 grup katıldı). Marksist Merkez’in ilk girişim toplantısı iki yıl önce Philedelphia’da yapıldı. Colorado Springs’te geçen yılın Aralık ayında bir ağ olarak kuruldu. Henüz bir tüzüğü bulunmamaktadır, ama önümüzdeki ilk ulusal toplantıda bu konu ele alınacaktır.
Otonomizm’den devrimci sosyalizme, sol-Maoculuk’tan anarşizm ve benzerlerinden oluşan bir dizi akımdan ilham almakta ve bağlılığı bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Occupy-sonrası dönemde, McCarthycilik’in çöküş zamanlarında ve Obama’nın umut ve değişim sözlerinin gerçekleşmediği bir bağlamda, Trump’ın seçimiyle kuvvet kazanan faşist tehdit bağlamında radikalize olmuştur. Bu ikinci tabakanın çoğu Ferguson’daki başkaldırılarla ve yenilenmiş Siyah özgürlük hareketiyle radikalize olmuş olabilirler ya da Standing Rock’daki açmaz ile ya da #MeToo ile ya da herhangi bir eğitim derecesine sahip ve kendilerine miras bırakılmış kabul edilebilir mal varlığı yoksunu genç kesimin bariz şekilde sınırlı ekonomik beklentileriyle radikalize olmuş olabilirler. Politik eğitimlerinin ve harekete geçmelerinin çoğu sanal ortamda gerçekleşmiştir; bu görevin bir parçası da bu radikalleşmeyi daha da derinleştirmek ve bu yeni devrimcileri dünyada yaşadıkları, çalıştıkları, okula gittikleri ve yaşamı idame ettikleri yerlerde örgütleyiciler olarak geliştirmektir.
Neden şu anda ihtiyaç duyulduğu konusuna değinecek olursak; Bence ABD solunda bir Marksist ve örgütleyici olarak geçirdiğim hayat süresince bu tarz bir projeye her zaman gereksinim duyulmuştur. Şöyle ki Marksist Merkez çok-eğilimli örgütlenmeyi, işçi sınıfının bağımsızlığını benimseyen, bunu ifade edecek örgütlenme inşası ve bu ihtiyaçla ilgili netliğin yanı sıra seçim ve lobicilik taktiklerindense doğrudan hareketin altının çizildiği, demokratik merkezciliğin ilkesel olarak değil de strateji zemininde reddedildiği, ezilen halkların özgürlüğüne dair tüm hareketlerin ve enternasyonalizmin kucaklandığı politik anlamda devrimci bir oluşumdur.
Ama bu çizgiye yakın diğer projelerin aksine, işçi sınıfının hareketinin ivme kazandığı ve son dalganın kalıntılarını “yeniden gruplandırmak”tansa devrimci zihniyete sahip bireyleri ve kolektifleri yeni bir katman altında “gruplandırma” amaçlı sosyalist yeniden canlanmanın gerçekleştiği bu anlarda Marksist Merkez’in bu önemli gelişmenin dışında olmaktansa ya da ayrı bir yerde durmaktansa içinde olduğu ve gün gittikçe büyümekte olan sosyalist bir hareket bağlamında devrimci Marksist perspektifi yansıtmak gibi diğerlerinden farklı bir fırsatı var.
Marksist Merkez oluşumunu görmek yalnızca politik yönelim ve taahhütler bakımından değil, ayrıca kendisinin genel anlamdaki genç, coğrafi çeşitliliği ve işçi sınıfı özelliği göz önünde bulundurulunca heyecanlanmamak elde değil. Bence bu bizim için fazlasıyla özel ve burada nadir görülen bir fırsat.
MY: Marksist Merkez’i kendisini sosyalist siyaset anlamında tanımlayan diğer bir tanınan “şemsiye” örgüt olan DSA’yle nasıl kıyaslarsınız? Marksist Merkez kendini DSA ile rakip olarak mı görüyor ya da işbirliği için kayda değer bir zemin bulunmakta mı?
KDG: Ben Markist Merkez için “şemsiye” tabirini kullanmaktan imtina ederim. Zira biz öyle bir örgüt değiliz. Her ne kadar çok-eğilimli bir yapımız olsa da hem devrimci ilkeye hem de işçi, kiracı ve kooperatif örgütlenmeleri etrafındaki programlı birliğe olan müşterek bir bağlılığımız söz konusu.
Biz kendimizi, birçok konuda örtüştüğümüz ve devrimci bir bakış açısı ve programı da içeren, ancak sosyal demokrat politikalar tarafından domine edilen, çoğunlukla seçim örgütlenmesine yönelmiş ve reform için, özellikle de Medicare 4 All (Herkes için Sağlık Sigortası) için lobi çalışmalarında bulunan bir örgüt olan DSA’e rakip olarak görmüyoruz.
Biz hem DSA üyeleriyle ve oluşumlarıyla hem de bizim bir adım ileriye taşıdığımız bu geniş çaplı projeye, üretim ve sosyal yeniden üretim alanlarında bağımsız bir işçi sınıfı gücü inşasına kendini adamış diğer sosyalist devrimci ve işçi örgütlenmeleriyle iş birliği içinde olmaya gayret ediyoruz. Şu ana kadar pratikte bu türden bir işbirliğini bir çok farklı bağlamda kurabildiğimizi söyleyebilirim ve umuyoruz ki bu böyle devam eder.
MY: DSA ulusal liderliğinin net bir cevap veremediği ve DSA’yı eleştiren solcular tarafından sürekli olarak ortaya atılan bir konu var; anti-emperyalist ve özgürlük yanlısı politikaların seçimlerde azami etkinlik lehine feda edilmesi. Marksist Merkez bu çelişkilerin nasıl üstesinden gelinebileceğini düşünüyor? Sanders ya da Alexandria Ocasio-Cortez (AOC) gibi isimler Marksist Merkezin izlemek istediği siyasete engel teşkil ediyor mu?
KDG: Bu zor bir soru. Bir yandan, DSA’nın liderliğinde tanımladığınız sınıf indirgemeciliği türüne karşı net, fakat aşırıya kaçan, ve politik olarak zaafları bulunan bir eğilim var. Öte yandan, bunu baskın bir seçimcilik stratejisine atfetmek veya Marksist Merkez’de bir bütün ya da spesifik olarak, “sosyalist” siyasetçilerle “ilişki kurmaya” ilişkin kararlaştırılmış tek bir stratejiye atfetmek meseleyi çok basitleştirmek olur.
Aslında, DSA’da en görünür seçilmiş sosyalistlerle ve adaylarla en belirgin ilişkilere sahip olan ve “sınıf” ile baskı arasındaki ilişkiyle ilgili devam eden tartışmaya oldukça farklı bir şekilde yönelen en az dört eğilim olduğunu düşünüyorum. Bunlar bir yanıyla birbiriyle örtüşen, diğer yanıyla çelişkili seçim siyaseti eğilimleri. İçlerinden belirgini, sınıf indirgemeci eğilimin bir uzantısı olan, önce feshedilen, daha sonra ismi değiştirilerek yeniden ortaya çıkan bir DSA birimi Momentum (şimdiki adıyla Spring-İlkbahar). Eski haliyle bu birim, renk körü bir sınıf siyasetini temel alan, “beyaz işçi sınıfının” bir bölümünü kazanarak mevcut seçmenlerin de desteğiyle ve yeni bir isyancı Demokrat Parti eğilimiyle Bernie Sanders’ı başkan seçme stratejisi izliyordu. Yeni halindeyse, tıpkı Bernie’nin şimdi yaptığı gibi, baskının belirli türlerini görmezden gelen bir stratejiyi reddediyor. Kitlesel sol eleştiriye açık bir cevap olan bu yeni strateji, spesifik baskı mekanizmaları yerine eğitim ve sağlık hizmetlerine genel erişime yönelik reformlara odaklanan bir seçim ve lobi mekanizmasına vurgu yapıyor. Bu strateji kendini Kautskyci olarak tanımlamaktadır; döneklik-öncesi dönemini açıkça över, ama aynı zamanda zımnen anti-Leninisttir, ve tek (merkez) ülkede sosyalizm tezini savunur. Bu eğilim kendisini Demokrat Parti’nin oy pusululalarını taktiksel açıdan kullanarak kapitalist merkezlerdeki, kökü örgütlü emek hareketi bürokrasisine dayanan muhalefeti (tıpkı Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi örneğinde olduğu gibi) tahrip etme hedefiyle tanımlar.
Öte yandan AOC ise, liberal feminist ve ırkçılık karşıtı politikalara daha sol-liberal bir noktadan meylediyor ve Demokrat Parti liderliğine daha muğlak bir şekilde karşı çıkıyor ve bu yönüyle DSA’nın tarihsel perspektifine ve stratejisine bağlı kalıyor. Bu strateji, Vietnam Savaşı ve sınıf mücadelesindeki yükselişin Demokrat Parti’de 1970’lerde neden olduğu kriz esnasına Michael Harrington’un geliştirdiği üzere, partiyi tersyüz ederek sola çekme hedefini öngörür.
Her iki politikacı da solda, özellikle de yeni sosyal demokrat solda, oldukça popüler. Ancak AOC’nin Sanders’ın başkanlık kampanyasını henüz onaylamadığı için bu iki ismin birbirinden biraz farklı olduğu da söylenebilir. Demokrat Parti Sanders’i bir tehdit olarak görüyor ve onu, kampanyasını örgütleyenlerden, parti tabanından, sosyalistlerden şimdilik daha fazla ciddiye alıyormuş gibi görünüyor. Aynı zamanda, hem Sanders hem de AOC, genel olarak Demokrat Parti’nin turnusol kağıdı olan Siyonizm ve (anti) emperyalizm konusundaki tutumunu paylaşıyorlar. Her ikisi de hem Filistin’e yönelik baskılar konusunda sol-Siyonist bir siyaset izlemekte, hem de sınırlar, göçmenler ve Latin Amerika’yla ilişkiler konusunda ABD ulusalcısı bir tutum sergilemekte – AOC’nin kendi kampanyasında “Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Kurumunu (ICE) tasfiye edin” sloganını öne çıkarmasına rağmen.
Bunun dışında kalan iki eğilim çok daha talidir ve daha önce ana hatları verilen eski iki yaklaşımın sol ve sağ sahte anti-emperyalist versiyonlarını temsil eder. Tulsi Gabbard, DSA Bernieismi’nin kırmızı-kahverengi kaynaşık bir versiyonunun olasılığını cisimleştiriyor; bir yandan “bağımsız” olarak yansıtılıyor ve ABD’nin Suriye’ye müdahalesine yönelik eleştirisi ve Esad’ı anti-emperyalist bir figür olarak sahiplenmesi nedeniyle övgüyle karşılanırken, öte yandan Hint Yarımadası’ndaki Hindu faşist güçlerle uzun süredir devam eden bağlarını koruyordu. Gabbard’ın nicel açıdan küçük fakat motivasyonu yüksek kuvvetleri, açıkça bir Sanders / Gabbard aday listesi peşinde koşuyor. Üstelik bunu böyle bir ittifakın oluşma ihtimalinin giderek azalmasına rağmen yapıyor. Bu kadar açık anti-Semitik bir proto-faşist çizginin Bernie’nin politik duruşuyla içerdiği çelişkilerin ötesinde, inançlı olmasa da kültürel olarak Yahudi cemaatine mensup Bernie Sanders gibi birini desteklemesi de ayrı bir çelişki barındırıyor. Bu grup nadiren Trump’ı eleştirir, ancak sol liberal Elizabeth Warren, ayrıca AOC ve Omar da dahil olmak üzere diğer tüm ilerici adaylara ve politikacılara sert bir şekilde saldırır. Bunların “anti- emperyalizmi” derinlerinde hem antisemitik hem de İslamofobik ve açıkça anti-feministtir. Ayrıca en geniş anlamıyla bile tüm kimlik politikalarına karşı çıkar. Bu da sağ izolasyonculuk anlamına gelir.
Öte yandan, aslında liberal çeşitlilik politikalarının ve Demokrat Parti’yi içten dönüştürme stratejisinin bir sembolü olarak yola çıkan İlhan Omar, Demokrat Parti disiplinini aşarak Siyonizmi açıkça ve defalarca mahkum ederek tarihsel bir rol oynadı. Omar bunu yaparken, fırsatçı “antisemitizm” suçlamalarına ve sonraki dönem diğer Demokratlar tarafından üzerinin çizilmesi tehlikesine göğüs gerdi. Yaygın yanlış beyan, saldırı ve hatta resmi kongre sansürü karşısında eğilmek yerine Omar, vites yükselterek, eleştirisini Barack Obama’nın “sevimli” ama emperyal yüzüne doğru genişletti. Omar, liberal liderlik döneminde hiçbir zaman yerine getirilmeyen ve kabul edilmeyen sözlerin asıl gerçeği ve merkezi sorununu başka hiçbir kamusal figür ile kıyas kabul etmez şekilde ortaya koydu. Obama’nın seçim kampanyasında Guantanamo’yu kapatma sözü verirken, gerçekte kapsamlı savaş, işkence ve yenilikler getirerek yürüttüğü kitlesel sürgün politikası, göz hapsi ve “kendi kendine sınırdışı” politikası gibi Trump’ın göçmenlere saldırısının önünü açan politikalar yürüttüğünü açıkladı.
Tüm bunlar söylendikten sonra, Marksist Merkez’in siyasetçilerle olan ilişkisi, üzerinde anlaşmaya vardığımız bir konu olmasa da, Demokrat Parti seçimlerinin sosyalizme giden bir yol olmadığı ve bizim stratejik önceliğimiz olan bağımsız örgütlenmeye öncelik verme çizgisiyle bağdaşmadığı genel bir müşterek noktamızı oluşturuyor. Bu çerçeveye içkin olan kabul, bu sorunun doğrudan eylem ve talepler yoluyla çözülebileceğidir. Herhangi bir sol adayın başarı ya da başarısızlıklarından bağımsız olarak, bu hat bizim devlete ve reformlara dair ortak noktalarımızı sergiliyor.
Bernie, AOC, Omar ve benzerlerinin bizim karşımızda bir engel olup olmadığı konusuna gelirsek, (Gabbard’ın çıkmaz bir yol olduğu ve Strasserism’e en çok benzeyen siyaseti normalleştirmenin bir yolu olduğu açık), bu, bence DSA ile farklılıkları tanımlamış olsak da ve bu çokça paylaşılan bir duyarlılık olsa bile, Marksist Merkez’in tamamen tasarladığı bir perspektif değil. DSA ve MC’nin içindeki ve dışındaki pek çok sol eleştirmen, Sanders’ı ve diğerlerini gerçek sosyalistler olmadıkları, ırkçı ya da liberal ırkçı olarak kınarken, feminizm için aynı eleştiriyi yaparken ve örgütlenmekten kopuk olarak tanımlarken, ben kendi (son derece kişisel ve tüm MC liderliği tarafından paylaşılmayan) görüşümü ifade edeyim.
Hem Bernie’nin ve eğiliminin, hem de AOC ve onun takipçilerinin isyancı işçi sınıfı ve mezhepçi olmayan Demokrat Parti dışı sol oluşumlarla uyumlu bir şekilde işbirliği ve örgütlenme için fırsat anlarını engelleyebileceği doğrudur. Çok önemli bir örnek verecek olursak; Trump ve Demokrat Parti arasındaki gerilim sonucu Trump hükümetin “kapatılacağını” ilan ettiğinde, uçuş görevlileri sendikası başkanı Sarah Nelson, havaalanlarına genel bir grev ve sivil işgal çağrısında bulunmaya başladı. Bernie, AOC veya Omar kamusal alanda tanınmış sosyalistler olarak platformlarını, bunu onaylamak ve eylemin örtülü mantığını açıklamak için kullanabilirlerdi. Kamu işçilerinin ve Meksikalı işçiler ve göçmenlerin bedavaya çalışması için hiçbir gerekçe olamayacağını veya Demokrat Parti’nin dünya tarihindeki en askerileştirilmiş sınırda güvenliği arttırma ve Trump’ın son derece elverişsiz duvar inşa etme “alternatifi” arasında bir seçim yapılmasına gerek olmadığı konusunda uyarılar yapabilirlerdi. Ama bunu hiçbiri yapmadı, hatta konu kapandı. Bernie, uzlaşmayı finanse edecek tasarıya oy verirken, AOC önce alt organda oy kullanıp sonra aleyhte oy verdi. Bu tehdidin tek başına hükümeti bir anlaşma yapmadan yeniden açmaya yeterli olduğu göz önüne alındığında, hükümet işçileri ile “Meksikalılar” ve göçmenler arasında ve açlık çeken ABD işçi sınıfı ile bir duvar inşa etmek arasında uygulanan sahte karşıtlığın hüküm sürmesine izin verilmesine gerek olmadığı açıktır.
Bernie Sanders ─özellikle de ülkedeki en dikkate değer ve en saygın “sosyalist” olarak─ Trump’ın dayattığı şantaj programının Faustcu doğasına dikkat çekerek ve ileriye doğru tek mantıklı yol olarak kitle grevi hayaletine veya gerçekliğine işaret ederek Nelson’un çağrısını açıklığa kavuşturabilir ve yayabilirdi. Kendisinin ve diğerlerinin yapmadığı bu gibi şeyler, mevcut “sosyalist” seçim politikasının sınırlarının açık bir göstergesidir. Ancak AOC’nin yanar dönerliği, Demokrat Parti standart liberalleri ve neoliberalleri Warren ve Harris’ten gelen sembolik “hayır” oyları ile birlikte, en azından bu ön dönemde, soldan gelen dağınık haykırışların bile tartışmayı etkileme yeteneğine sahip olduğunu gösteriyor.
Bu nedenle, sosyalistlerin, bir yandan işçi sınıfının bu sol baskıyı uygulayabileceği kurumlar inşa ederken, bu baskıyı geliştirmek ve örgütlemek için yeterince çaba sarf etmesi gerektiğini düşünüyorum. İlkeli boykotçular bile, “sosyalist” politikacının üç sol eğilimini ve onların grupları “doğru şeyi yaptıklarında” övmelidir. Ama aynı zamanda sınırlılıklarını teşhir etmeli, açıklamalı ve tanımlamalı, bunu hem bu sol adayları destekleyen sınıf güçlerine işaret ederek, hem de bu temsilciler üzerinde Demokrat Parti’nin resmi ve daha da önemlisi gayrıresmi baskılarının yarattığı koşullara dikkat çekerek yapmalıdırlar (özellikle Filistin ve herhangi bir sınır sorununda, özellikle de sınırlarda şu anda hüküm süren aşırı rejimin esaslı biçimde geri itilmesiyle ilgili olarak).
Kshama Sawant’ın Seattle’daki yerel ve bağımsız bir sosyalist aday olarak Bernie Sanders’dan önceki başarısının, Sanders tarafından benimsenen ve stratejik olarak DSA’nın önde gelen unsurları tarafından haklı gösterilen “oy çizgisi” yolunun popüler ulusal düzeydeki sosyalist adaylar için mümkün olan tek yol olmadığını gösterdiğini düşünüyorum. Aynı zamanda onun küçük başarısı bile onu destekleyen küçük grup (SALT, CWI’nin ABD bölümü) için çok zorlayıcı olmuştur. Demokrat Parti üyesi sosyalist adayların kaçırdığı fırsatlar, propaganda amaçlı geniş çaplı bir kampanya veya ulusal ofisi kullanmaya karar veren bir aday için alternatif ve potansiyel olarak önemli bir rol öneriyor. Dolayısıyla bu anlamda, sosyalist bir seçim stratejisine temelde karşı değilim.
Bununla birlikte, Marksist Merkez’in mevcut haliyle herhangi bir adayı Demokrat Parti içinde destekleyerek bir seçim kampanyası yürütmesine karşıyım. Sosyalist bir seçim stratejisinin her iki versiyonunu da yürütebilmek için gerekli kaynaklar bizim grubumuz için fazlasıyla ağır. Bu aslında ABD’de mevcut kuruluşuyla bütün sosyalist sol için de böyle. Dolayısıyla böyle bir seçim çalışması, kaçınılmaz olarak, bağımsız işçi sınıfı gücü oluşturmak birincil görevi üzerinde basınçlar oluşturacak, fireler verilmesine yol açacaktır.
Bununla birlikte, bir Sanders kampanyasını desteklemenin, önümüzdeki iki yıl boyunca ABD’deki “sosyalistlerin” çoğunluğunun ve DSA’nın birincil faaliyeti olacağı kesin gibi görünüyor. Örgütlü bir devrimci sol kutbun görevi, bununla üç düzeyde ilişki kurmaktır; kişilerarası, örgütsel ve tartışma-polemik alanında. Biz, ilk iki düzeyde, bunu kampanyaya dahil olan sosyalistlerin sebepleri ve motivasyonları ile uğraşmalıyız ─çoğu durumda onların tercihleri paylaştığımız hedeflere ve değerlere bağlılığı gösterir. Kişilerarası düzeyde, bu soyut varsayımlara ve tahminlere değil, gerçekler gözler önüne serilmeye devam ettikçe, onlara dayanan eleştiriyle devam eden bir konuşma olmalıdır. Örgütsel düzeyde, kiracı hareketi, işçi hareketi ve sosyal hareket gücünü örgütlemeye yönelik projeleri paylaştığımız alanda, bu hareketlerin bağımsızlığını savunmalıyız. Nerede bu bağımsızlığın eksilmesinin hareketin ileriye doğru gidişini engellediğini saptamalıyız ─örneğin, öğretmenler grevinin getirdiği sınıf mücadelesinin “kızıl dalgasının”, grevin genişletilerek liderliğinin öğretmenler arasından, mevcut öğretmen sendikalarının içinden çıkartılması yerine Demokratların seçim amaçları için bir “mavi dalgaya” kanalize edilmesi.
Önümüzdeki dönem için sanırım, bu çılgınca ve hiç de popüler olmayan bir fikir olacaktır. Sonuç ne olursa olsun ─ister Bernie yine ön seçimde kaybetsin, ister ön seçimi kazanıp seçimde Trump’a karşı kaybetsin, isterse de Başkanlığı kazansın─ Bernie’nin ilk kampanyası döneminde veya Trump’ın seçilmesi ile radikalleşen sosyalistler, geçen seçimde olduğundan epey farklı bir şekilde demoralize olacaklardır. O zaman, Bernie’nin adaylığı bir sürpizdi, pekçokları için “sosyalizm” kelimesi ilk kez ulusal düzeyde dile getiriliyordu ve ilk kez burjuva medya ve düzen politikacıları tarafından ciddiye alınmak durumunda kalıyordu. Bu “kırılma” bu kez gerçekleşmeyecek ve bu sefer, sosyal demokrat sol için yenilgiyi zafere dönüştürmek o kadar kolay olmayacak. Küçük ama giderek büyüyen bir radikalleşen sosyalistler tabakasının, Marksist Merkez’in temsil ettiği ve gerçekleştirmeye başlayabileceği türden bir alternatifi arayacağı bir dönem olacaktır. Bunun için gerçek bir alan yaratmak giderek artan bir öneme sahiptir, zira devrimci solda mevcut mezhepler hızla ve trajik biçimde çökmektedir.
MY: Marksist Merkez kendini taban çalışması stratejisi üzerinden tanımlıyor. Başarılı taban çalışmasına dair birkaç örnek vererek tam olarak ne kastettiğinizi açıklayabilir misiniz?
KDG: Gerek Marksist Merkez içinde, gerekse onun dışında -örneğin DSA’da- taban çalışmasına dair farklı yaklaşımlar var. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Bu kavram bir yanıyla çok önemli bir yönelimi ifade ediyor. Ancak aynı zamanda çok müphem ve belli bir düzeyde apolitik olma tehlikesini de barındırıyor.
Genellikle insanlar taban çalışmasından söz ettiklerinde, mevcut tartışmalara ve kavramlara müdahale etmekten, ajitasyondan, protestodan ve özsavunmadan ziyade işçi sınıfı içinde uzun erimli bir örgütlenme anlayışını ima ediyorlar. Ancak yine de, taban çalışması bu diğer çalışma türleriyle bir karşıtlık içermez. Bizim için taban çalışması daha somut olarak kiracı birlikleri, işyeri bazında işçi örgütlenmeleri, ve daha nadiren işçi ve tüketici kooperatifleri anlamına geliyor. Başka durumlardaysa biraz daha hizmet odaklı projelerden söz edilebilir, örneğin gıda paylaşımı, ya da DSA’nın meşhur fren lambası tamir programları gibi. Bu çalışmada araçların fren lambaları ücretsiz olarak tamir ediliyor ve böylece işçi sınıfı mensubu siyah ve latinoların polisle -potansiyel olarak ölümcül- karşılaşma ihtimalleri azaltılıyor, ve tabii bu esnada sosyalizm fikrine dair ajitasyon da yapılıyor.
Bana göre taban çalışmasının en önemli yanı seçim dönemi dışında ve ötesinde de gerçekleşiyor olması ve görünüşte apolitik olan, ancak özünde Demokrat Parti’nin bir uzantısı gibi hareket eden hizmet odaklı sivil toplum kurumlarına bir alternatif oluşturması. Şahsen ben Marksist Merkez ve benzeri kurumların müdahalesiyle taban çalışmasının daha da genişlemesini, özellikle bürokratik yapının kök saldığı mevcut sendikaları silkelemesi ve reforme etmesini, yeni sendika ve işçi örgütlenmeleri inşa etmesini, sektör içi ve sektörler arası ağlar oluşturmasını, bina-mahalle-şehir-eyalet ve hatta ötesinde kiracı birlikleri doğurmasını, tüm bunları yaparken de baskıcı neoliberal devlete ve sivil toplum kuruluşlarına endeksli hizmetlere karşı işçi kontrolünü öne çıkaran alternatifler geliştirmesini görmek isterim.
Bugünlerde giderek yaygınlaşan, ev sahipleriyle, belediyelerle ve patronlarla açık ihtilafa ve yüzleşmeye gitme metodu sanırım bu modeli ve ona uygun kurumları inşa etmenin en iyi ve çabuk yolu. Yereldeki günlük hayatın akışını değiştirecek “toplumsal grev” taktiği ve grev/mücadele dönemlerinde geliştirilen karşılıklı yardımlaşma yöntemleri, iş yeri ve mahalle, üretim ve yeniden üretim alanları arasında daha uzun soluklu bağlantılar kurmamıza yardımcı olabilir. Bu şekilde gerek ulusal sınırları, gerek de sınıf içinde karşılaştığımız ulus içi ve uluslararası bölünmeleri aşan somut dayanışma ilişkileri geliştirmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.
MY: Diğer ülkelerde ABD solu tartışılırken sıkça sorulan sorulardan birisi de şu: ABD Komünist Partisi (ABD-KP) ne zaman devrimci bir örgüt olmaktan çıktı? Sizce ABD-KP’deki hangi eğilimler partinin şu anki önemsizliğini açıklıyor, ve ABDli solcular – Marksist Merkez ile kendini özdeşleştirsin ya da özdeşleştirmesin – devrimci siyasetten böylesine uzak düşmemek için nelere dikkat etmeliler?
KDG: Bana göre bunun sebebi günümüze çok uzak bir dönemin, sol ve sınıf mücadelesi açısından en azından iki nesil öncesinin mücadelesine dayanıyor. Bu yanıyla da aslında günümüz ABD’sinde sol için çok fazla bir ders içermiyor. Yine de, yukarıda değindiğim gibi benim büyükannem ve büyükbabam, partinin yoğun baskılara maruz kaldığı döneminin hemen öncesinde, ülkenin sol siyasetten kopuk bir köşesinde yaşamalarına ragmen hayat boyu birer ABD-KP üyesiydiler.
Sanırım bu da Marksist Merkez bünyesindekilerin bile çok farklı cevaplar vereceği bir soru çünkü bu konu hakkında pek de kafa yormamış, henüz yeni radikalleşmiş kadrolarımız var. Bunun yanı sıra ABD-KP sınıf mücadelesinden ve bağımsız bir sınıf örgütlülüğü ihtimalinden uzak düştükten sonra dahi geri dönebeileceği, bu mücadele hattını tekrar canlandırabileceği – hatta kısmen böyle de yaptığı – fırsatlar oldu. Örneğin 1930’ların sonu bu açıdan önemli bir kırılmadır. Bu dönemde ABD-KP içindeki temel eğilim, militan sınıf mücadelesini yükseltmek yerine işçi sınıfı aristokrasisiyle kaynaşmak olarak belirdi.
Yine de bu dönemin zaferleri, kapitalist sınıfı Yeni Anlaşma (The New Deal) olarak bilinen tavizleri vermeye zorladı. Bu kritik eşikte Komünist Parti daha sol, militan ve sınıf bilincine dayalı bir hat izlyerek, örneğin, işçi sınıfının hakları açısından daha fazlasını talep edebilir, ya da kadınları, siyahları, ve diğer azınlıkları dışlayan anlaşmaları geri püskürtebilirdi. Benzer bir şekilde, buradan aldığı güce dayanarak ABD-KP Jim Crow yasasına karşı mücadele edebilir, yeni doğmakta olan ırklar arası eşitsizlik sistemine, örneğin siyahlara ve beyazlara farklı muamele öngören GI yasasına (II. Dünya Savaşı’ndan dönen ordu mensuplarına sağlanan bir takım kolaylıklar ve destek yasası), ırkçı özel sektörün dayattığı ayrımcılığa, kredi ve konut satışında norm haline gelen talancılığa karşı çıkabilirdi.
Elbette bunların hiçbiri olmadı. Önceleri iş yerlerinde, mahallelerdeki örgütlülüğünden gelen gücünü yitirmiş olan ABD-KP, öncü kadrolarının da hapse girmesiyle beraber iyice baskı altına alındı. Sendika bürokrasisi, İkinci Dünya Savaşı sırasında grevleri yasaklayan milliyetçi düzenlemelere boyun eğmekle kalmadı, diğer pek çok militan araçları da yasaklayan Taft-Hartley (1947) yasasına da uyum sağladı. Öte yandan Jim Crow’un devam eden etkileri komünistlerin Amerikan Emek Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi’nden de (AFL-CIO) atılmasına neden oldu.
Çıkarılacak derslere gelirsek, üç temel nokta olduğunu düşünüyorum, ve aslında bunlar ABD-KP örneğinin ötesine geçiyor. Birincisi, enternasyonalizm ve transnasyonalizm. Bir değerler sistemi oluşturmalıyız, ama aynı zamanda ulusal sınırları aşan, küresel bir işçi sınıfı hareketi inşa etmemize yardımcı olacak gerçek bir dayanışma pratiğini hayata geçirmemiz lazım. Bu noktada rekabet halindeki emperyalist ya da alt-emperyalist güçlerin mücadelesinde taraf olma, ya da herhangi bir ulusal bağlamda işçi sınıfına ve bizi yansıtan – ve “biz” olmak zorunda olan – komünist örgütlere karşı burjuvaziyle saf tutma gibi hatalardan sakınmalıyız. ABD-KP’nin (özünde elitist bir uzlaşma arayışı yatan kendine özgü) halk cephesi stratejisindeki hatanın özü, hatta birçok başka yanlışın kökeni de bence burada yatıyor. Göçmenlerin haklarına ve bir bütün olarak işçi sınıfının hareket/seyahat hakkına her durumda uzlaşmaz bir noktadan sahip çıkmalıyız.
İkinci olarak, üretim alanında, dolaşım alanında, ve hatta yeniden üretim alanında ‘sözleşmeciliğin’ ve legalizmin üstünde ve ötesinde – ama bunlara kategorik olarak karşı çıkmaksızın – bir eylemlilik vaat etmeliyiz. Sınıfları dikey kesen bir müzakere ve anlaşma stratejisine karşı bizim güümüzün kaynağı budur. Öyle ki, bunu yitirdiğimiz anda herhangi bir anlaşma yapma, düzen içi geçici reformlar elde etme gücümüzü de kaybederiz. Son olarak, işçi sınıfının bölünmüş ve parçalı yaşamından ve mücadelesinden damıtmak zorunda olduğumuz evrensel unsurun berrak bir değerlendirmesini yapabilmeliyiz. Bu, takriben en geniş ortak payda arayışının ötesine geçmek zorundadır.
Yeni Anlaşma’nın ABD’nin bir refah devleti olmaya en yaklaştığı dönemi teşkil ettiği de, hiçbir zaman bu rahatlığı tatmamış işçi sınıfının farklı katmanları açısından derin bir nostalji niteliği taşıdığı da doğrudur. Ayrıca bu noksan, ABD’deki işçi sınıfının yeniden üretimi açısından bir felaketi beraberinde getirmiştir. Sivil haklar hareketinin hukuksal kazanımları toplumsal ve ekonomik eşitlik alanında karşılık bulmamış, bu durum da bahsi geçen sınırlı kazanımları elde eden hareketin gücünü ve enerjisini tüketmiştir. Burada günümüz mücadelelerine, Yeşil Yeni Anlaşma’ya, evrensel sağlık hizmetleri mücadelesine, tam istihdam meselesine, göçmenlerin, kadınların, kuirlerin yurttaşlık haklarına, ve yapısal olarak ırkçı devlet şiddetine nasıl yaklaşmamız gerektiğine dair önemli dersler yatmaktadır.
MY: Marksist Merkez’in uluslararası ilişkileri ne durumda? Enternasyonalizm anlayışınızı nasıl tarif edersiniz ve sizce enternasyonal dayanışma bugünkü koşullar altında nasıl inşa edilebilir?
KDG: Emperyalizmin her çeşidine karşı olmamız ve küresel bir devrimci işçi sınıfı hareketi vizyonunu paylaşmamız dışında “Marksist Merkez’in bu konuda görüşü şudur” diyebileceğim belirli bir yaklaşım yok. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Enternasyonalizm kavramının ulus devletlerin bu hedefte bir aşama ya da gerekli bir adım olduğuna gereğinden fazla yaslandığı argümanını kendime yakın buluyorum. Bence bu, 20. yüzyıla özgü bir “çeşitlilik içinde birlik” anlayışını da beraberinde getiriyor ve şu an karşı karşıa olduğumuz durumun karmaşıklığı karşısında yetersiz kalıyor.
Bunun dışında, birçok ülkeden farklı gruplarla temas ve diyaloğa açık olduğumuzu söyleyebilirim. Beni özellikle Avrupa’da ve Latin Amerika’da dalga dalga yayılan kadın ve feminist grevleri, ve bu hatta ilerleyerek iş yeri mücadelelerine, açık uçlu sokak eylemlerine doğru evrilen küresel hareket çok heyecanlandırıyor. 21. yüzyılda bilişim ve iletişim teknolojisiyle doğan küresel hiper-bağlantısallığa rağmen yeni bir enternasyonalin izleri henüz görünür değil, ama ortaya çıkabileceği mecralardan birinin bu olduğunu söylemek yanlış olmaz.
MY: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
KGD: Yok. Hemen hemen her şeyi söyledim sanırım. Belki iki noktaya daha kısaca değinebilirim. Birincisi, Marksist Merkez’e dair gerçek umudumuz, ve aynı zamanda onun büyük sınavı şu olacak: ABD’deki yeni nesil sosyalist/Marksist/komünist bilincin içinde bir rol üstlenmeyi sürdürebilecek, onun ifadesi olabilecek miyiz? Burada ikili bir görevle karşı karşıyayız. Hem bu dalganın bir parçası olmak, ona açık olmalı, hem de işçi sınıfının bağımsız araçlarının ve kurumlarının inşasını önümüze koymalıyız. Ayrıca bu deneyim gelişim halindeyken, ona uygun teorik çerçeveleri ve politik müdaheleleri – (sol için çoğunlukla geçerli olduğu gibi) doğru ve yerinde olsa da soyut düzeyde klamadan – geliştirebileceğimizi umuyorum. Amacımız dünyayı sadece yorumlamak değil, aynı zamanda onu değiştirmek; sadece yeni bir taban oluşturmak değil, aynı zamanda bu tabanı devrimci bir işçi sınıfı siyaseti için, kapitalizmi geride bırakmak adına inşa etmek.
İkinci olarak, bu bizim kendi başımıza başarabileceğimiz bir şey değil. İvedilikle hem ABD içinde, hem de diğer ülkelerdeki yoldaşlarla güçlerimizi birleştirmeli, safları sıklaştırmalıyız. Her iki nokta da bana hem gerçek bir olanak, hem de zor bir ödev gibi görünüyor. Sizlerle görüşlerimi paylaşmak ise en azından bu yönde attığımız bir adım olarak öne çıkıyor.
MY: Teşekkür ederiz.