Bu çalışmanın başlangıç noktası, günümüzde tarihsel bağlamı içerisinde görece manasız görülebilecek olan Çin-Sovyet ayrılığı olacak. Soğuk Savaş döneminin en önemli olaylarından birisi, bugün geniş ölçüde unutulmuş durumda olan, 1960 yılının Sovyet-Çin kopuşması, sosyalizmin tarihini olduğu kadar bugünün politik gelişmelerini de ele almak bakımından anahtar önemini koruyor.
Sovyetler Birliği’nin artık var olmayışı, günümüzde birçok komünistin olağan karşıladığı bir durum ve ne yazık ki bu olağan karşılama, Birliğin miras bıraktıkları veya var olduğu zamandaki uluslararası hareketler içerisindeki çeşitli akımlarla ilişkileri göz önüne alınmadan yapılıyor. Soğuk Savaş dönemi entrikaları üzerine çokça yorum yapan bizler, Sovyetler Birliği var iken onu en eleştirel olmayan tarzda savunan aynı akımların bugün de Çin Halk Cumhuriyeti’ni aynı eleştirel olmayan tarzda savunduklarını fark eden yegane insanlar oluyoruz. Ancak bu yaklaşım, her iki devletin var olduğu dönemde aralarında ideolojik bir uçurum oluştuğunu ve bunun kimi zaman uzlaşmaz bir biçim aldığını göz ardı ediyor, her iki devlet arasındaki biçimsel benzerliklerin (her ikisi de kendi zamanlarında, dünyanın ilan edilmiş en büyük “sosyalist devleti” idi) ötesini göremiyor. Bu tarihsel hüsumetler göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir ve o dönemde büyük siyasi sonuçlar doğurmuşlardır. Her iki ülkenin de devrimin öncülüğünü üstlendiğini iddia ettiği dönemlerde Moskova ve Pekin arasındaki hüsumetin farklı aşamalarda gerçekleşme nedenleri, uygulamaları ve ortaya çıkan sonuçları nelerdi?
Çin-Sovyet Ayrılığının Temel Noktası Neydi?
Günümüzde, bizleri Çin Halk Cumhuriyeti’ni hiçbir temel anlamıyla sosyalist bir devlet olarak ele almadığımız ve kesinlikle dünya devriminin öncüsü olarak görmediğimiz için (iktidardaki parti en “Marksist” konuşmalarında bile bu tarz bir öncü söylemini çoktandır terk etti) itham eden Çin savunucularına kısa bir hatırlatma yapmak isteriz. Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ve daha küçük ölçekli Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’nin) Moskova yönetimiyle kesin bir ayrılık gerçekleştirdiği Çin-Sovyet ayrılığının asıl temelinde yatan şey; Çin ve Arnavutluk’un, Sovyetler Birliğinin hem iç politikada hem de uluslararası alanda sınıf mücadelesini terk ettiğini, kapitalist dünya düzeni ile barış yaptıklarını ve Marksistlerin kendini adadığı dünya devrimine öncülük etmekte başarısız olduklarını hissetmiş olmalarıdır.
Bugün Çin partisini, Çin partisinin bir zamanlar Sovyet partisini itham ettiği tarzda itham eden bizler açısından bu çelişkinin izahını yapmak kolaydır: kapitalizmin restorasyonu ile sonuçlanma ihtimalini içinde barındıran sınıf mücadelesi dinamikleri Çin’de de Rusya’da olduğu gibi sonuçlanmıştır. Hatta Çin’de kapitalizmin restorasyonunun simgesi hâline gelen Deng Xiaoping bile çok açık bir şekilde bu ihtimale değinmekte ve bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde acımasız olmamızı öğütlemektedir:
Eğer kapitalizm büyük bir sosyalist ülkede tekrar canlanırsa bu ülke kaçınılmaz olarak bir süper güç hâline gelecektir. Hem geçtiğimiz yıllarda Çin’de gerçekleşen Büyük Proleter Kültür Devrimi hem de şimdilerde Çin’e baştanbaşa yayılmış olan Lin Piao ve Konfüçyüs’ü Eleştirme kampanyası; her ikisi de kapitalist restorasyonu engellemeyi amaçlamaktadır ve sosyalist Çin’in renginin asla değişmeyeceğini ve her zaman ezilen halk ve ulusların yanında duracağını kanıtlamaktadır. Eğer bir gün Çin rengini değiştirir ve bir süper güç olma yoluna girerse, eğer Çin de dünyada tiranlık yapma oyununa katılırsa ve diğer bölgeler onun zorbalıklarına, öfkesine ve sömürüsüne maruz kalırsa; işte o zaman dünya halkları onu sosyal-emperyalist bir ülke olarak görmeli, teşhir etmeli, karşısında durmalı ve onu devirmek için Çin halkıyla birlikte el ele vererek mücadele etmelidir.
Anti-revizyonist gelenekte, Enver Hoca’dan dünyadaki birçok farklı militan Maoist partilere kadar, Çin’de tam olarak bu söylenenin gerçekleştiğini belirten çok zengin bir literatür bulunmaktadır. Yakın zamanlarda çıkmış yazınlar arasından Hindistan Komünist Partisi (Maoist)’nin açıklamasını örnek olarak verebiliriz:
Mao Zedong’un liderliğindeki Çin Komünist Partisi, sosyalizm aracılığıyla halkın arasına hiçbir sosyal bariyer koymadan büyük çaplı bir toplum inşa etmiştir. Çin’deki işçiler, köylüler, kadınlar, öğrenciler, entelektüeller ve diğer ezilen gruplar; kendi anavatanlarını değiştirerek modern bir sanayi ülkesi olabilmek ve üç kuşağı da kapsayacak şekilde kimseyi ötekileştirmeden herkese eğitim ve sağlık hizmeti sağlayabilen bir ülke olabilmek için hep birlikte emek verdiler. Sosyal, siyasi ve ekonomik açıdan ülkelerini en ilerici sistem hâline dönüştürdüler. Halkın büyük başarıları kendi ülkesinde sonuç verdi ve Çin dünyanın altıncı en büyük sanayi ülkesi oldu.
Ancak sosyalist bir toplumda dahi burjuvazinin ve büyüme ve çoğalmanın gerçekleşmesinin önüne geçmek isteyen diğer engelleyici güçlerin müdahale etme imkânları devam etmektedir. Burjuvazi kendine birçok alanda yer açabilir: zaruri malların üretiminde veya 8 farklı düzeyde ödeme gibi paranın yapılan işe göre takas edilmesi ve dağıtılmasında. Burjuvazi alt edilse bile üretim araçları ve para hâlâ varlığını korumaktadır ve bazı köylüler ve küçük burjuvalar hâlâ özel mülkiyetlerini ellerinde bulundurmaktadırlar. İşte bunlar küçük ölçekli üretimin temeli durumuna gelirler. Yeniden doğmaya başlayan kapitalizm işte bu temellerden çıkarak çok hızlı bir şekilde gelişebilir. Sosyalist yönetim biçimi altında da akıl işi ve fiziksel iş, tarım ve sanayi, işçi ve köylü, şehirler ve köyler ve farklı bölgeler ve topluluklar arasında olduğu gibi belirli temel farklılıklar varlıklarını sürdürürler. Başkalarının sırtından geçinenler gibi geriletici etmenler kültürde, geleneklerde ve pratik uygulamalarda sosyalizmin temellerine saldırmak için temel oluştururlar, çünkü bu asalaklar üst kademelerde varlıklarını sürdürmektedirler.
Dış emperyalist güçlerin de desteğiyle birlikte sosyalist bir yapının kurulmasına karşı uğraşanlar, rövanşistler ve revizyonistler “kutsal koalisyon” hâlini aldılar. Kapitalist elementlerin gelişmesine bağlı olarak yeni burjuva güç bloğu yükselişe geçti. Sosyalist toplumun iktisadi temeline uyumlu olarak üst kademeleri ve üretici güçleri geliştirmek için üretim ilişkilerinde sürekli olarak devrim yapmak gereklidir. Proletarya diktatörlüğünün en temel görevlerinden bir tanesi burjuvazinin üst kademelerde yer edinmesinin önüne geçerek yeni-burjuvazinin gelişmesine olanak bırakmayan koşullar yaratmaktır.
ÇKP’de üst kademeleri işgal eden çok az sayıdaki kapitalist yolcu, ortaya çıkan bu koşulları kendi çıkarları için kullanarak Çin’de kapitalizmi restore etmek için açıkça yollar oluşturmuşlardır. Bunlar hem açıkça hem de gizli olarak kendi revizyonist “üretim güçleri” politikalarını uygulamışlardır. İç politikada yaşanan mücadeleler ise kapitalist komploların müdahalesine maruz kalmıştır. Mao’ya göre devrim, komünizme ulaşılana kadar devam etmelidir. Büyük Çin işçi sınıfı, Mao’nun “Kapitalizmin Temellerini Yıkın” çağrısına uyarak on yılı aşan bir süre boyunca (1966-76) ÇKP önderliğinde kültür devrimini devam ettirmişlerdir. Ancak, Mao yoldaşın ölümünden sonra gelen Hua-Deng yönetimi, yani kapitalist yolcular; teorik, siyasi, ekonomik ve kültürel her alanda kapitalizmi inşa etmekte başarılı olmuştur. Komünist partiyi revizyonist partiye çevirme ve işçi sınıfı diktatörlüğünü burjuva diktatörlüğüne çevirme amaçlarına başarılı olmuşlardır ve üç yıl gibi kısa bir süreçte sosyalist bir devletin yerine kapitalist bir devleti yerleştirebilmiş olmak onlar açısından oldukça büyük kazanım olmuştur. İşte bu şekilde, Çin’de kapitalizmin restore edilmesiyle birlikte dünya proletaryası muazzam bir yenilgi almıştır. (HKP (Maoist), 2017 ss. 7-8)
Günümüzün Çin savunucuları bu tür metinleri detaylı bir şekilde eleştirmekte ve Çin’deki iktidar partisinin komünist üretim ilişkilerini nasıl oluşturduğunu ve kâr odaklı olmadan halkı nasıl yönettiğini açıklayan yazılar yazarak cevap vermekte özgürdürler. Ancak bu açıklamaları yaparken, onlara Pekin’de şu anda iktidarda bulunan partinin bir zamanlar Moskova’yı fazla “reformist” olmakla, “sınıf barışına” çok fazla yönelmekle ve o zamanlarda Çin’in yürütebiliyor gibi gözüktüğü dünya devrimi liderliğini yürütememekle en ağır bir dille suçlayan parti ile aynı parti olduğunu hatırlatmak isteriz. Günümüzdeki ÇKP’nin, Sovyetler Birliği’nin bütün kusurlarına rağmen, onun herhangi bir döneminde olduğundan çok daha az devrimci olduğu gerçeğini bugün kim inkâr edebilir? Yine de Çin’in “daha devrimci” olduğu iddiaları, Troçkistlerin aynı yönlü iddiaları gibi boş bir ses halini aldığı halde, ÇKP hâlâ Sovyetler Birliği’ne karşı takındığı bu düşmanca tavra devam etmektedir. Peki, eğer biz Çin’in bugünkü durumunun ne olduğunu ortaya koyarak “aşırı solcu” veya “püriten” oluyorsak; o zaman onların da tarihsel bağlamda Mao Zedong’u çok daha da sertçe yargılamaları gerekmez mi?
Fakat Mao Zedong bizim gözümüzde aşırı solcu veya püriten olmaktan çok uzaktaydı. Fakat Hruşçovcu revizyonizmin yüzüne karşı şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Çin ve Arnavutluk partileri, Sovyetler Birliğindeki üretim ve yeniden üretim ilişkileri temelinde toplumu yeniden inşa etmede yaşanan evrensel sorunlarla bağlantılı olan eğilimlere karşı somut ve devrimci bir eleştirel duruşu temsil etmişlerdir. Bizim görüşümüzce, yürüttüğümüz bu sınıf mücadelesinde “çok aşırıya” gidilemez; mücadele sadece ileriye doğru itilebilir ya da çeşitli nedenlerle bu başarılamaz ise, gerilemesine izin verilebilir.
Ayrılık döneminde yaşanan çelişkiler
Sovyetler Birliğinin gidişatı bariz bir şekilde gerileyici bir yöndeydi; Çin ve Arnavutluk taraftarları ve Latin Amerika’daki belli akımlar bu konu üzerine geniş bir yazın oluşturdular. Biz, Sovyet revizyonizmine dair eleştirilerimizi özetleyen bir metin yazmakta bir sakınca görmüyoruz, ancak revizyonist partinin Çin’de hala iktidarda bulunmasından kaynaklı olarak ÇKP’nin izlediği yolu ele alan bir metin yazmanın daha yararlı olacağını düşünüyoruz.
Moskova ile Pekin arasındaki ilk ayrılığın başlamasının ardından halihazırda bütünüyle kurulmuş olan partilerden sadece birkaçı Pekin ile aynı tutumu paylaşmaya gönüllü olmuştur. ÇKP’nin Moskova’nın revizyonizmine karşı takındığı sert tavır, iktidarda olsun ya da olmasın büyük çaplı “resmi” komünist partileri kazanmakta başarısız olmuştur. Çin’e yakın bölgelerde bulunan ve partililerin çoğunlukla etnik olarak Çinli kadrolardan oluştuğu yerlerde Pekin’in çizgisine doğru kaymanın çok daha kolay olmasından dolayı bazı istisnalar tabii ki olmuştur. Yazarlar bu durumun, ne ÇKP’nin ne de Çinli kadroların bulunduğu Tayland, Endonezya veya İngiliz Malaya gibi bölgelerde bulunan partilerin Çin’e karşı “ulusal zaafından” kaynaklı olmadığına; aslında aynı dili paylaşıyor olmanın Çin’in Sovyet revizyonizmine dair suçlamalarını ve barışçıl birlikte varoluş doktrinine itirazını kadrolar arasında daha hızlı yaymasına olanak sağladığına vurgu yapmaktadırlar.
Merkez Komiteleri Pekin’in yanında kalarak, ayrılık zamanında Moskova’ya karşı bir duruş sergileyen dikkate değer partiler arasında verilebilecek örneklerden bir tanesi Arnavutluk Emek Partisi’dir. Bu parti aslında Moskova’ya karşı Pekin’den çok daha sert bir tavır takınmıştır. Bunun yanında, Mao’nun ölümüne kadar Pekin’in gittiği yoldan giden, ardından soğuk savaşın bitimine kadar Arnavutluk’u takip eden, sonrasında ise sosyalizmin çöküşüne dair farklı teorik açıklamalar üzerinden birçok parçaya bölünen ve son olarak partinin kendisini tasfiye etmesiyle sonuçlanan Yeni Zelanda Komünist Partisi örnek verilebilir.
Çin-Sovyet ayrılığının dünya çapında oluşturduğu etki, yeni oluşan hareketlerde çok daha güçlü bir şekilde hissedilmiştir. Özellikle 1960’lar, dünyanın birçok yerinde genç devrimciler arasında “Çin modeline” yönelik ilginin artmasına tanık olmuştur. Çin, Küba ve Vietnam’daki devrimciler tarafından uygulanmış olan gerilla savaşı modeli ve bunun yanında manşetleri süsleyen Kültür Devriminin genç savaşçılarının dinamizmi önemli bir etki yaratmıştır (teorisyen Paulo Freire’nın “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabı boyunca birkaç noktada da bu model belirli dereceye kadar desteklenmiştir). Türkiye’de Mahir Çayan, Sovyet revizyonistlerine karşı Mao Zedong’u savunan eleştiriler kaleme almıştır. Ayrıca İbrahim Kaypakkaya’nın Çin ile özdeşleşmesinin altında onun Kültür Devrimi’nden büyük oranda etkilenmesi yatmaktadır ve hatta büyük çaplı gençlik hareketleri arasındaki en Sovyet destekçisi akım bile Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nu takip ederek Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adını almıştır. Dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesinde gerçekleşen bir devrim, sömürgeciliğin eski bir kurbanı tarafından emperyalist güçlere karşı bir başkaldırı; dünya devrim hareketlerine bundan daha fazla ilham veren ne olabilirdi ki?
Fakat burada bir sorun vardı: Çin’de gelişen devrimin sahip olduğu dinamikler. “Sovyet sosyal emperyalizmi” tehlikesi konusunda uyarıda bulunan Mao Zedong, Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı dünya üzerindeki en büyük ve en güçlü emperyalist güç ile birlikte çalışmalarını koordine etmek için Nixon’la (1972’de) gizlice buluştu. Mao Zedong’un kendisi yaptığı bu hamlenin önemi üzerine konuştu ve Nixon ile konuşmasında Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği’ni seçmenin aslında “gerici” olan doğasına değindi:
“Başkan Mao: Bu sorular benim konumumda olan birinin tartışacağı sorular değil. Bunlar başbakan ile tartışılmalı. Ben felsefi soruları tartışıyorum. Söylemem gerekir ki, seçim sırasında oyumu senden yana kullandım. Geçen seçim döneminde, ülkeniz karmaşa içindeyken Bay Frank Coe bir makale yazmıştı. Makalesinde sizin başkan olacağınızı söylüyordu. Yazdığı makaleyi takdirle karşıladım. Ancak o şimdi bu ziyarete karşı çıkıyor.
Başkan Nixon: Eğer Başkan benim için oy kullandığını söylüyorsa, kötünün iyisini seçmiş demektir.
Başkan Mao: Sağcıları severim. İnsanlar sizin de sağcı olduğunuzu söylüyor, Cumhuriyetçi Parti için de keza. Ayrıca Başbakan Heath’in de sağcı olduğundan bahsediliyor.
Bakan Nixon: ve General DeGaulle.
Başkan Mao: DeGaulle ayrı bir sorun. Ayrıca Batı Almanya’daki Hıristiyan Demokrat Partinin sağcı olduğu söyleniyor. Sağcıların iktidara gelmesine nispeten seviniyorum.
Başkan Nixon: Bence şu an Amerika’da olan önemli bir şeye dikkat çekmek gerekiyor, en azından şimdilik, sağda olanların soldakilerin konuştuklarını yapma gücüne sahipler.
Dr. Kissinger: Bay Başkan (burada Nixon’a hitap ediyor, çn.) dikkat çekmek istediğim başka bir konu daha var. Sol ideolojiyi savunanlar sovyetçidir. Çin Halk Cumhuriyeti’ne doğru bir adımı da teşvik etmeyeceklerdir, hatta sizi de bu gerekçelerle eleştireceklerdi.
Başkan Mao: Aynen öyle. Bazıları size muhalif. Bizim ülkemizde de bir takım gerici gruplar sizinle olan ilişkilerimize karşı çıkıyorlar. Sonuç olarak bahsettiklerim uçağa binip yurtdışına kaçtılar.
Mao’nun ölümünden sonra, Çin yokuş aşağı gidişine devam etti. Deng, Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmasının bir bölümünde “iki süper güç”ü mahkûm ederken, konuşmasına başlamadan önce Sovyetler Birliği’ni Çekoslovakya’yı işgal etmesi ve Çin’in CIA destekli Pakistan askeri diktatörlüğünün ellerine bıraktığı Bengal halklarını desteklemesi sebebiyle “özellikle saldırgan” ilan etmişti:
Bu iki süper güç bugünün en büyük sömürücüleri ve zalimleridir. Bunlar yeni dünya savaşını yaratanlardır. Her ikisi de büyük miktarda nükleer silaha sahiptir. Sertçe karşı çıkılan silahlanma yarışına devam etmekteler, kendi toprakları dışında askeri üsler kurmaktalar, bütün milletlerin bağımsızlığını ve güvenliğini tehdit etmekteler. Her ikisi de diğer ülkeleri kendi kontrollerine, saldırganlıklarına ya da müdahalelerine maruz bırakıyorlar. Her ikisi de başka ülkeleri mali olarak sömürüyor, servetlerini yağmalıyor ve kaynaklarını ele geçiriyor. Kendisini sosyalist olarak pazarlayan süper güç özellikle saldırgan bir niteliktedir. Müttefiki olan Çekoslovakya’yı ilhak etmek için askeri güçlerini sevk etti ve Pakistan’ı parçalamak için savaş başlattı. Sözünde durmayan kalleş bir devlettir; Çıkarcı ve ilkesizdir. (Deng 1974)
Deng Xiapoing, partisinin “özellikle saldırgan” Sovyetler Birliği’ne olan öfkesiyle, “süper güç” saymadıkları İngiltere’nin ve “süper güç” olan ancak “özellikle saldırgan” sayılmayan ABD’nin yardımı ile Pol Pot’u Vietnamlılara ve Sovyet destekli Kamboçya hükümetine karşı savunmaya devam edecekti. Fransa’nın “süper güç” olmadığı için, ABD’den daha az “saldırgan” olduğu varsayılmalıdır. Yine, Deng’in çıkarımına göre, emperyalist olmayan ülkeler anlaşılan odur ki içlerinde yaşayan sınıflara ve halklara karşı zararsızdırlar!
Hem uluslararası müttefikleri hem de politikaları nedeniyle, Pol Pot’u Kamboçya halklarının “bağımsız” bir lideri olarak kabul etmek için zorlandık. Sovyetler Birliği yanlısı Kamboçya Halk Cumhuriyeti’nde sosyalist inşa konusundaki başarısızlıklar ne olursa olsun, Pol Pot’un Demokratik Kamboçyası’nda yapılanlardan daha mı büyüktü? Pol Pot döneminde para dolaşımdan kaldırıldı, işçiler toprağı sürmeleri için tarlalara yollandı, pirinci emperyalist güçlere satarak komünist üretim ilişkilerini inşa ettiklerini iddia ettiler. Tekrar Maoistlerden alıntılayarak Çin’deki enternasyonal “devrimci” yoldaşlara yönelik eleştirimizi sürdürelim:
Gerçekte, Kamboçya Komünist Partisi’nin (KKP) ekonomik yaklaşımları kapitalist bir öze sahipti. Sosyalizm ve kapitalizm üretici güçleri yaratmak için üretim fazlasına (insanların hayatta kalabilmesi için ihtiyaç duydukları miktarın üzerinde) ihtiyaç duyar. Ancak KKP’nin planına göre üretilen pirinç katı bir kapitalist anlayışla sermaye olarak kabul edildi. Böylece uluslararası pazarda diğer metaları alabilmek için satışa sunuldu. KKP’nin milliyetçiliğine karşın, bu planda sosyalist inşaya yönelik bütün muhasebe Amerikan doları ile ifade edilmek durumundaydı, öyle de oldu. ( AWTW 1999 )
Ancak ÇKP’nin değerlendirmelerinde bu durum gittikçe daha az önemli hale geliyordu. ABD tarafından desteklenen herkes gibi, esas sorun onların “özellikle saldırgan” olup olmamalarıydı. Ancak sınıf ilişkileri ve enternasyonalizm, emperyalist güçler arasından bir taraf seçme adına kapı dışarı edildi. Ayrıca ÇKP, Kamboçya savaşında Sovyet Rusya ve ABD gibi eşit paya sahip olmanın dışında, daha utanç verici olarak 1978’de Vietnam’a karşı da savaştı. Aynen işgalci ABD güçlerinin bozguna uğraması gibi, onlar da Vietnam’a karşı yenilgiyi tattılar.
‘70’lerde bu tür durumlarla sık karşılaşmak mümkündü. Başka bir örneği Angola Bağımsızlık Savaşı’nın sonuçlarında da görebiliriz. Sovyetler Birliği destekli MPLA’ya (Angola’nın Özgürlüğü İçin Halk Hareketi) karşı savaşta, Çin yanlısı UNITA (Angola’nın Tam Bağımsızlığı İçin Ulusal Birlik) sadece ABD tarafından değil Güney Afrika Aparthayd (ırk ayrımı) rejimi tarafından da destekleniyordu. Afrika halkları Güney Afrika’daki en berbat yerleşimci-sömürgeci azınlık yönetimine karşı savaşımda birleşmişken, UNITA Beyaz Güney Afrika ordusunu kendi safında savaşması için Angola’ya davet ediyordu. Aynı anda Küba, Cuito Cuanavale Savaşı’nda Angolalı savaşçılarla omuz omuza yerleşimci-sömürgeci paralı askerlere karşı savaşıyordu.
Bu pratiklerin ardındaki gerçek nedenler, o dönemde Arnavutluk Emek Partisi tarafından sergilenmişti; AEP “Üç Dünya Teorisi”nin, bağımsızlıkları Sovyetler Birliği’nin çıkarlarıyla çelişen ülkelerdeki sınıf çelişkilerinin yok saymanın bir bahanesi olduğunu ilan etmişti (bu ‘bağımsızlığın’ hangi emperyalist ülkeye hizmet ettiği bir yana). Ezilen ulusların dahi her şeye rağmen sınıflar temelinde bölündüğünü ve her ulusun hakim sınıflarının, yapabildikleri bütün ulusların emekçi sınıflarını kâr amacıyla sömürmek istediğini yadsımak, Marksizm’in açık bir tahrifatı olurdu. Pakistan devletinin Bangladeş’te bundan başka herhangi bir amacı olabileceğini Çin’i destekleyen “Marksist-Leninistler” nasıl düşünebildi? Bu soruya cevap olarak sadece konuyu değiştirmekle yetinildi, burada sınanmamış yarı dini bir inançtan bahsedebiliriz. Hatta öyle ki, ÇKP’nin olumlu tutum takındığı Şili ya da Ekvador gibi devletlerin bile bir şekilde tarihin doğru tarafına salınacağına inanılıyordu.
Elbette ki bunun tam tersi gerçekleşti. Çin’in Ekvador’u savunmasındaki esas neden, Çin firmalarının kârlarını artırmasıydı. Bu destek Ekvador’un ezilen halklarının kurtuluşuna veya bu ülkedeki devrimci Marksist eğilimlerin güçlenmesine sebep olmadı – ki bu hareketler zaten haklı olarak Çin’in Ekvador egemenleriyle kurduğu bu ilişkiye karşı çıkıyorlardı. ÇHC ve Şili bugün iyi ilişkilere sahipler, tıpkı Pinochet döneminde olduğu gibi. Allende’nin Sovyet destekli halkçı hükümeti ise Şili’nin tarih kitaplarında trajik bir sayfa, yitirilmiş bir umut olarak yer almaktadır.
Bir saniye, kafamızı karıştırdın, Pekin’i mi Moskova’yı mı savunuyorsun?
Çin’in “sosyal emperyalist” Sovyetlerin faydalanacağını öne sürerek, ezilen halklar yerine Pakistan’daki anti-komünist askeri diktatörlüğü desteklemesini haklı bulanlarla tartışma yürütmenin bir anlamı olduğunu düşünmüyoruz. Bunu yapmak, koşullar ne olursa olsun sosyalizm karşıtı bir tavır olurdu. Dünyadaki en güçlü emperyalist odak olan ABD’nin de aynı askeri diktatörlüğü desteklemiş olması dahi, Çin liderliğinin istikameti o tarihte ilerici değil, gerici bir yöndeydi. Ne var ki, bu meselede de Pakistan içindeki sınıf ve milliyetler arasındaki çatışmaların en yüzeysel bir incelemesi bile, son kertede, Çin’in bu tavrının yanlış olduğunu bize gösteriyor.
Elbette ki, üretim ve yeniden üretim ilişkileri bir ülkede sosyalist bir yaşamın kapitalist yaşama karşı galip geldiğini gösterir ancak uluslararası ilişkilerin de Marksistlere göre bundan aşağı kalır önemi yoktur. Peki neden? Teorik olarak düşünecek olursak, son kertede her Marksist proleter enternasyonalizmin temsilcisi olmalıdır. Enternasyonal proletarya kendi yerel mücadelelerini, evrensel mücadelelerin yansıması olarak görmekten başka bir şey yapamaz. Bunu Marksist diyalektik üzerine dogmatik bir ısrar olarak görmemek gerekir. Bu üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin uluslararasılaştığının gözlemlenmesinin bir çıkarımıdır. Sovyetler Birliği’nin batıya yetişip aşma politikası kaybetmeye mahkumdu, zira üretimin mantığı toplumun ihtiyaçlarının karşılanması değil kapitalist üretkenlik üzerine kurulmuştu. En azından Hruşçov’dan bu yana sosyalizmin, kapitalizmin daha üretken bir formu olduğu revizyonist saptaması kabul görüyordu.
Bugün ÇKP’nin çizgisini izleyenler bunun tam tersi bir enternasyonalizm anlayışına sahipler. Proletaryanın dünyanın bütün ezilen halklarıyla birleşerek kapitalist boyunduruğu uluslararası düzeyde kırmasına karşıt olarak, onlar enternasyonalizmden, kendi “ülkelerini” savunmayı anlıyorlar, yani altında yaşadıkları devleti ve o devlete hakim olan sınıfları. Örneğin, Türkiye’de Çin “Sosyalizm”inin ana savunucusu da olan sosyal faşist Doğu Perinçek bu durumu şöyle ifade ediyor; “Enternasyonalizm, çağımızda tutarlı vatanseverliktir” (Perinçek 2013).
Moskova’ya sadakat, çoğu durumda devrimi yarı yolda bırakacak bir liderliğe sadakat anlamına geliyordu. Sovyetlerin, Çin ve Arnavutluk’tan sınai gelişim için çok ihtiyaç duydukları ekonomik uzmanlarını geri çekmesini bir an için ihmal etsek dahi, Çin partisi ve müttefiklerince de hayli vurgulandığı üzere, örneğin Küba’nın o dönemde Moskova’ya sadakati Moskova’ya ekonomik bağımlılık zemininde gelişmiştir (ki Sovyetler Birliği bizzat kendisinin başardığı bağımsız ekonomik gelişmeyi şimdi müttefiklerine yasaklamaktaydı!) Rotayı Pekin’e çevirmek ise, yukarıda gösterdiğimiz üzere benzer ya da daha güçlü şekilde sosyalizm ülküsüne ihanet edecek bir liderliğin yanına geçmek anlamına gelirdi. Mao’nun kendi sözleriyle, bu liderlik “burjuvasız bir burjuva devlet oluşturarak”, “kapitalizmi restore etmişti”, zira ÇKP de “eski toplumdan farklı olmayan bir devlet” inşa etmişti:
Özetleyecek olursak, Çin sosyalist bir devlet olarak tanımlanabilir. Kurtuluş’tan önce, kapitalizmden çok farklı koşullar yoktu. Hala sekiz aşamalı ücret sistemi var, emeğe göre bölüşüm var, paranın ticari kullanımı devam ediyor, ki bunlar eski toplumda işlerin yürütülüşünden farklı şeyler değil. Sadece mülkiyet ilişkileri değişmiş durumda… Ülkede hala emtia sistemi devam ediyor ve ücret düzeni eşitsiz… Bunlar sadece proletarya diktatörlüğü koşullarında sınırlandırılabilir. Bu yüzden, eğer Lin Piao ve benzerleri iktidara gelirse onlar için kapitalizm restore etmek çok kolay olacaktır. [Orijinali, Halkın Günlüğü, 22 Şubat, 1975, 1976 Mao’dan alıntılanmıştır]
[…]
Lenin küçük meta üretiminin her gün ve her saat kapitalizmi ürettiğini söylemişti. Lenin burjuvasız bir burjuva devleti oluşturarak, burjuvazinin haklarını korumaya çalışabileceğini ifade etmişti. Bizler eski düzenden pek de farklı olmayan bir devlet inşa ettik. [Mao Zedung, Li 2008, s. 59]
Öyle görünüyor ki düşman her yerde. Moskova, Pekin, Tiran, Havana: Düşman sadece Wall Street’te yaşamıyor. Düşman aynı zamanda eski toplumdan bize miras kalan sosyal ilişkilerimizin içinde de yaşıyor. Sancılı bir şekilde de olsa bu sosyal ilişkileri aşmamız gerekiyor. Eğer bunu başaramazsak, düşman güvendiğimiz her devlet içinde en güçlü şekilde büyümeye devam eder.
Bir devletin önderliğine bağlılık, temelde Marksizm’in revizyonist yorumlanışıdır. Eğer Marksist isek, Marks’ın Kapital’de tekrar tekrar kullandığı terminolojiyi ödünç alarak vurgulamak gerekirse, üretimde sömürücü ilişkilerin insanlar içinde nesnelleştirildiği, insanların kendilerinden kaynaklanmadığı anlaşılır. Bunu kavramak tarihin diyalektiğine gerçek Marksistler olarak yaklaşmamızı olanaklı kılar. Bugün Çin’de partizan sosyalistler Mao’nun mirasını devralarak burjuva devleti yeniden inşa eden iktidar partisine karşı mücadele veriyor. Onlar bir devlete ya da iktidar partisine değil, çıkarları mevcut durumun aşılmasında yatan sömürülen emekçilere, ezilen yığınlara, kısacası zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlara bağlanmak gerektiğini anlıyorlar. Biz de bunu anlamalıyız.
Soğuk Savaş’ı kim kazandı ve neden?
Çin’in, kendi liderliklerinin bile on yıllardan beri vazgeçtiği bir sınıf mücadelesinin hala ön safında olduğunu düşünenlerin iddialarına rağmen, Soğuk Savaş sona erdi. Devrimci siyasetin dilini kullanarak çalışmalarına devam eden günümüzün saygın Maoistlerinden Jose Maria Sison statükoyu şöyle özetliyor:
“Modern emperyalizm ve proleter devrimler çağındayız, çünkü modern revizyonistler sosyalizme ihanet ettiler ve sosyalizmi yıkmayı ve Sovyetler Birliği’nde ve başka yerlerde kapitalizmi yeniden inşa etmeyi başardılar, böylece sosyalizmin geçici olarak geri çekilmesine neden oldular ve sosyalizmin dünyada şu an için egemen olmasını engellemeyi başardılar.
Ancak, eski sosyalist ülkelerin kapitalizme entegrasyonuyla birlikte, Rusya ve Çin büyük kapitalist güçler haline geldiler. Emperyalistler içindeki çelişkiler, emek ve sermaye arasındaki çelişkiler, emperyalistler ve ezilen halklar arasındaki çelişkiler ve emperyalistler ve bağımsızlık iddiasında olan ülkeler arasındaki çelişkiler, günümüzde çok kutuplu bir dünyada her zamankinden daha fazla yoğunlaşmıştır.”
Nitekim, ABD’nin hala, özellikle de Çin gibi güçlü rakipleri olmasına rağmen, Amerikan emperyalizmi dün ve bugün başını çektiği kapitalizm-emperyalizm adına Soğuk Savaşı gerçekten kazandı. Çin-Sovyet bölünmesinden günümüze uzanan bütün gel gitlere baktığımızda, ABD’nin dünyaya yönelik vizyonunun, yani kapitalizm-emperyalizmin, yabancılaşmanın, sömürünün ve baskının bir zamanlar en büyük düşmanları olan sosyalist Rusya ve Çin’in teslimiyeti sayesinde zafere ulaştığını ve bu iki ülkenin bugün sadece ABD’nin ekonomik ve siyasi rakiplerine dönüştüğünü görüyoruz.
Hruşçov, 1960 yılında Çin’den gelen 1400 Sovyet ekonomik-endüstriyel uzmanını geri çağırdığında (bunun tetiklediği ekonomik-ticari ilişkilerdeki kesilmeyle birlikte), sonuç Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) için ağır bir ekonomik felaket oldu. Bunu yaparken Hruşçov bilimsel bir sosyalist olarak, Marksist-Leninist olarak hareket ettiğini iddia etmiş olabilir; ne var ki gerçekte eylemi nesnel olarak emperyalist-kapitalizmin çıkarlarına hizmet ediyordu. Mao ise, uzun yıllar boyunca emperyalizme karşı uluslararası düzeyde aktif mücadele ederken, daha sonra Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’yle ittifak yapma çabalarına girdi ve Başkan Nixon’la, konjonktürel ve hayatta kalma temelinde değil, tam olarak ABD ve kapitalizm-emperyalizm için daha geniş çapta yararlı olacak temelde gayri resmi bir anlaşmaya vardı. İki sosyalist devlet arasındaki kopuş, farklı aşamalarda, son kertede kapitalizm-emperyalizmin nesnel biçimi olan ABD ile yakınlaşmayı temsil etti. 1959 yılında gerçekleşen Hruşçov ve Eisenhower toplantısı Çin-Sovyet bölünmesini tetiklemişti, 1972 yılında gerçekleşen Nixon ve Mao toplantısı ise bu kopuşun niteliğini değiştirdi. Çinliler, başlangıçta, emperyalizm ve proleter devrim dönemindeki Marksizm’in savaşan gerçekliği olarak Leninizm’in iğdiş edilmesine karşı durma temelinde kaldılar, ancak ne var ki, Çin’deki kapitalist dönüş ile, bu kez revizyonist Sovyet devleti bile zamanın Pekin’indeki iktidardaki “Marksist” teorisyenlere göre daha devrimci bir konumda görünüyordu! Sosyalizm, ayırt edici bir sosyal ve ekonomik varlık olarak her iki ülkede de “yitip gitmiştir”.
SSCB, 1961 yılında Arnavutluk Halk Cumhuriyeti ile bu devletin sürmekte olan tartışmada Çin’in tarafını tutması nedeniyle diplomatik ilişkilerini keserek, onu cezalandırdı. Bir yıl sonra ise Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerini kesecekti. Diplomatik bağların kesilmesi, sosyalist kamptaki ideolojik çelişkilerin çözümlenmesi için uygun bir araç olarak görülemez, özellikle de bu ülkeler, onları ortadan kaldırmak isteyen emperyalist devletlerle diplomatik ilişkilerini sürdürdüklerinde. Bu, en azından, Marksist değil burjuva milliyetçi bir enternasyonal ilişkiler anlayışıdır. Ne yazık ki, diplomatik ilişkilerin kesilmesi, Hruşçov liderliğindeki partinin revizyonist çizgisi altında bir “sosyal emperyalist” ceza olmasına rağmen, bu konu Çin yanlısı ve Arnavut yanlısı Marksistler tarafından bile çok az eleştiri konusu yapılmıştır.
Ne yazık ki, ideolojik tartışmalar (ÇKP ve Arnavutluk Emek Partisi’nin, Sovyetler Birliği’nde reformist ve revizyonist liderliğe karşı devrimci eleştirileri doğru bir şekilde yayınladığını vurgulamak zorundayız) hızla bir devletler krizine dönüştü.
Burada, tarihin, bu çelişkilere yol açan ideolojik biçimlerin altında gerçekte yatan etkenleri de sorguladığını belirtmezsek eksik kalacaktır. Milliyetçiliğin burada önemli bir rol oynadığını belirtmeliyiz. Enver Hoca’nın da sıkça başvurduğu Stalin’in görüşünü aktaracak olursak:
[…] Milliyetçilik tehlikesi, kapitalist devletlerin proletarya diktatörlüğünün devletine karşı yürüttüğü mücadele alanında, yani dış politika alanında parti üzerindeki burjuva etkisinin büyümesinden kaynaklı olarak görülmelidir. Kapitalist devletlerin devletimiz üzerindeki baskısının muazzam olduğunu, dış politikamızı yürütenlerin bu baskıya her zaman karşı koyamadığını, komplikasyonların tehlikesinin çoğu zaman baştan çıkma eğilimine yol açacağı ve en az direniş yolunu, yani milliyetçilik yolunu alacakları şüphesizdir. (Stalin, 1925)
Bu Çin-Sovyet bölünmesi için de geçerlidir. Sovyet-Çin özelinde, hangi ekonomik modelin takip edileceği, nihayetinde aylarca süren bir sınır çatışmasına götüren sınır tartışmaları gibi anlaşmazlıkları, insan, burjuva devletlerin yaşadığı ulusal çelişkilerle kıyaslamadan edemez.
Öğretimizde olduğu gibi, burjuva devleti bir biçimde sosyalist devlet içinde de korunmaktadır, çünkü devletler, sınıflı toplum tamamen “sönüp gidene” kadar varlığını sürdüren, nihayetinde sınıflı toplum oluşumlarıdır, dolayısıyla sosyalist devletler arasındaki bu ulusal çelişkiler de tamamen şaşırtıcı değildir.
Tarihin seyrine dair spekülasyon yapmak materyalist bir yöntem değildir, ama insan şunu sorgulamadan edemiyor; Çin Halk Cumhuriyeti, SSCB ve Moğolistan’ın tam ekonomik federasyonu kurulmuş olsaydı, tarih acaba nasıl ilerlerdi? Marksist bir bakış açısından, sosyalist inşanın düzeyi, sosyalist devletlerin uluslararası entegrasyon düzeyine derinden bağlıdır. Keza, tek bir Çin Halk Cumhuriyeti yerine bir Han Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, bir Uygur Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, bir Moğol Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (bugün hem de uzun süredir bağımsız Moğolistan ve ÇHC’de kalan “İç Moğolistan” dahil) bir Tibet Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni içeren bir Çin sosyalist cumhuriyetler federasyonu kurulsaydı ne olurdu?
Kapitalist üretim tarzından gerçek bir kopuş, kapitalist üretim ilişkilerinin bir ürünü olan ulus-devlet biçimini korumaya çalışarak gerçekleştirilemez. Sosyalizm yalnızca biçimsel olarak ulusal ve özel olabilir, ancak özünde uluslararası ve evrensel olmalıdır. Amacı, sosyalist oluşumların entegrasyonunu mümkün olan en geniş coğrafya üzerinde en yüksek düzeyde sağlamak, en çeşitli insan deneyimini hem nicel hem de niteliksel olarak gelişim için seferber etmeye, en yüksek düzeyde toplumsal üretimin ve yeniden üretimin yabancılaşmamış bir toplum için geliştirilmesine dayanmalıdır.
“Gerçek bir kopuş”tan söz ettiğimizde; üretim tarzının ve tüm sosyal ilişkilerin gerçek dönüşümünden kastediyoruz, ki bu temelde, Mao’nun “eski toplumda işlerin nasıl yürüdüğü” derken kastettiği şeydir (Li 2008 s.59) Zamanın en büyük iki sosyalist devlet bütün vurguyu üretici güçlere yaptılar, böylece toplumsal üretim ilişkilerinin dönüştürülmesini önemsizleştirdiler ve birbirlerine sırtlarını dönerek burjuva milliyetçiliğine ve kapitalizme doğru yürüdüler.
Sonuç: “Sosyalist” Çin neden hala ayakta?
Ne var ki, Sovyet ve Çin revizyonizmleri arasında, 1980’lerde bile geçerli olan bir ayrımı, birisi yok olurken diğerinin varlığını sürdürmesini sağlayan bir ayrımı kabul etmemiz gerekiyor. Mao, Hruşçov’un “emperyalizmle barış içinde birarada yaşama” teorisini eleştirirken şunun ayırdına varmıştı: Ya emperyalist-kapitalizm ya da sosyalizm yok olacaktı. İkisi sonsuza kadar bir devlet ya da ideoloji olarak aynı anda varlıklarını sürdüremezlerdi. Biri diğerine er ya da geç üstün gelecekti. Sosyalist kamp ideolojik ve pratik olarak dağılmış ve geri çekilme halindeyken, Sovyetler Birliği düşman tarafından yenilgiye uğratılmaya mahkumdu, keza Balkanlar’da çok dar bir ekonomik zemin üzerinde revizyonizme karşı mücadele eden Arnavutluk, kapitalist şehrin kuşatması altında Berlin’de ayakta kalmaya çalışan bir anarşist komünü andırıyordu.
Çin revizyonistleri Sovyet seleflerinden bir dersi iyi öğrenmişe benziyorlar: Üç Dünya Teorisi ile, kendilerini sosyalist ya da kapitalist “dünyalarla” hiç alakadar etmeden, ABD emperyalizmine entegre olarak, her türlü enternasyonalizm ve sosyalizm lafzına dahi başvurmaksızın, bunları tümüyle bir kenara bırakarak, kendilerini en başarılı kapitalist güçlerden birisi haline getirdiler. Sovyetler, Marx’ın ekonomik ve politik teorilerini, yol açacağı felaketli sonuçları görmeden, pragmatizme kurban ederken, ÇKP’nin geç revizyonizmi sadece Mao’nun söylemini reddedetmekten ve aynı pragmatizmi kabul etmekten ibaret değildi: Burada yatan fark; Hruşçovcular kendilerini kapitalist dünya-sistemine entegre ettiklerini düşünmediler. Onlar, kendilerini hala, kendisini zorunlu nedenlerle zayıflatmakta olan bir sosyalist kampın lideri olarak görmekteydiler.
Ancak bu ihtiyaç, boşluktaki bir Sovyet ekonomisinden doğmamıştı, ancak, içinde giderek devrimle daha az ilgilenen Sovyetler’in de yer aldığı tüm dünya sistemi zemininde, “devrimci” dış politikalarını, oldukça ihtiyatlı bir şekilde ve “barış içinde bir arada yaşama” kavramına uydurarak izlemelerinin sonucuydu. Çinliler, Mao’dan itibaren, iki uluslararasılaşmış üretim tarzının barış içinde bir arada yaşayamayacağını, ancak çatışma halinde olabileceğini doğru anladı. Mao, en azından ilkin, bu çatışmayı sosyalist saflarda kalarak yürüttü. Ancak daha sonra ticari ortaklarını Batı’dan seçti (Lüth 2008, s. 180), böylece Çin partisi hâkim üretimin uluslararasılaşmış modelini kucaklayarak, 21. yy. en başarılı kapitalist güçleri arasına girerek bu sistem içinde varlığını sürdürebildi.
Kaynakça
A World To Win (1999) Issue #25, Condescending Saviours: What Went Wrong with the Pol Pot Regime by F.G., http://www.bannedthought.net/International/RIM/AWTW/1999-25/PolPot_eng25.htm, erişim tarihi 30 Eylül 2018.
CPI (Maoist) (2017) China, a Modern Social-Imperialist Power, https://anti-imperialism.org/2018/09/21/china-a-modern-social-imperialist-power-cpimaoist/, erişim tarihi 30 Eylül 2018.
Deng X.P. (1974), Speech By Chairman of the Delegation of the People’s Republic of China, Deng Xiaoping, At the Special Session of the U.N. General Assembly, https://www.marxists.org/reference/archive/deng-xiaoping/1974/04/10.htm, erişim tarihi 30 Eylül 2018.
Freire P. (2018) Ezilenlerin Pedagojisi. Ayrıntı Yayınevi.
Işıkara, G. (2018) Sosyalist Ekonomide Planlama Tartışması-2: Piyasa Sosyalizmi Yanılgısı ve Planlama, http://www.abstraktdergi.net/sosyalist-ekonomide-hesaplama-tartismasi-2-piyasa-sosyalizmi-yanilgisi-ve-planlanma/, erişim tarihi 12 Ekim 2018.
Li M.Q. (2008) The rise of China and the demise of the capitalist world economy. London: Pluto Press.
Lüth, L.M. (2008) The Sino-Soviet Split, Cold War in the Communist World, Princeton: Princeton University Press.
Perinçek, D. (2013) Enternasyonalizm mi Enstrümantalizm mi? https://www.aydinlik.com.tr/arsiv/enternasyonalizm-mi-enstrumantalizm-mi, erişim tarihi 30 Eylül 2018.
Sison, J.M. (2017) On the significance of the Great October Socialist Revolution, http://www.fightbacknews.org/2017/10/15/jose-maria-sison-significance-great-october-sociali st-revolution, erişim tarihi 30 Eylül 2018.
Stalin, J.V. (1925) Questions and Answers: Speech Delivered at the Sverdlov University, https://www.marxists.org/reference/archive/stalin/works/1925/06/09.htm, erişim tarihi 30 Eylül 2018.
USC US-China Institute: ‘Mao Zedong meets Richard Nixon, February 21, 1972’, https://china.usc.edu/mao-zedong-meets-richard-nixon-february-21-1972, erişim tarihi 30 Eylül 2018.