Ey Rusya sen asla kaçmadın
En korkunç düşmanla bile kavgadan
Ey askerler, ey generaller
Katılın hepiniz anavatan saflarına!
Dönüm noktasında, ulus, durma yürü,
Gel artık sabah, kavgamız var!
İleri, ey Vladimir Putin!
Saldırında yanındayız…
Ve Rusya, yeniden ayağa kalkıyor,
Ülkemiz topyekûn yenileniyor…
Huşu veren güç, büyük kudret
Herkese gösterilecek
Ey Vatan, gerçeği özlüyorsun
Her yerde aklı temsil ediyorsun
İleri, ey Vladimir Putin!
Seninle Rus ulusu şahlanıyor.1
GİRİŞ2
Kapitalizmin doğası ve işleyişi gereği, siyasal ile ekonomik alanın birbirinden ayrıştırılması doğal karşılanan bir olgu haline gelmiştir. Bilhassa da, 1980’ler ve 1990’lar itibariyle, kapitalist sistemin girmiş olduğu organik krizleri atlatmak için kapitalizmin bir yeniden inşa sürecine zemin hazırlaması düşünülen neoliberalizmin uygulamaya geçmesi neticesinde, bu ayrıştırma yaşamın her alanında kendini daha açık biçimde göstermeye başlamıştır. Neoliberal politikaların özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında tüm dünya üzerinde mevcut iktidarlar tarafından hayata geçirilmesi ile sosyal güvenliğin, sosyal adaletin görece garantiye alındığı refah devleti modelinin de terk edilmesi süreci siyaset alanının ekonomik alandan tamamen soyutlanmasını da getirmiştir. Hayata geçirilmeye çalışılan neoliberal ajanda ile, devletin küçülmesi ve siyasal/yönetsel/bürokratik alana çekilmesi, sermayenin ve piyasanın devlet müdahalesinden azade bir biçimde zamansal ve mekânsal bazda yayılması, genişlemesi öngörülmüştür.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının da ön ayak olması ile daha önce Latin Amerika’da uygulanan “şok terapi” neoliberal ajandanın başta Rusya olmak üzere tüm eski Sovyet coğrafyasında hayata geçirilmesi sonucunda yürürlüğe konulan deregülasyon ve özelleştirme politikaları ile hem ulusal bazda kapitalizmin inşası süreci hızlandırılmış hem de ulusötesi/uluslararası sermayenin Sovyetler’den miras kalan imkânları daha rahat bir biçimde kullanmasının yolu açılmış olur. Aynı zamanda Sovyetler döneminde hem siyasal alana hem de ekonomik alana hâkim olan devletin deregülasyon ve özelleştirme politikaları ile küçülmesinin, erimesinin yanı sıra siyasal ve ekonomik alanın da ayrışması sağlanmıştır. Buna binaen de, devlet ekonomik ve sosyo-ekonomik alandan elini çekerken, Sovyet elitleri (nomenklatura) de Sovyet-sonrası dönemde oligarklaşmış ve ekonomik alan özelleştirmelerle tamamen “yeni-Rus” oligarkların eline geçmiştir. Hatta bazen oligarkların siyasal alana etkileri bile söz konusu olsa da yine ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarına kararlar hususunda bir tesirden söz edilebilinir. Gerçi, Nicos Poulantzas’ın (2010: 358) da belirttiği gibi: “Devlet aygıtları meselesine gelince, bu öncelikle […] devletlerin bizzat içselleştirdiği dönüşümlerle hâkim emperyalizmin sorumluluğunu üstlenme mücadelesidir.” Zaten 1990’larda yaygın bir biçimde sosyo-ekonomik bir felaket ile karşı karşıya kalan Rusya, 1998 Krizi’nin ölümcül etkileri sonucunda, yeni binyılla birlikte, yeni yeni inşa edilmekte olan kapitalist sistemin bekası için minimal devlet modelinden düzenleyici devlet modeline doğru yönelmeye başlamıştır.
2000 yılında Vladimir Putin’in ülke yönetiminin başına gelmesi ile birlikte de, “güçlü devlet” (сильное государство) nosyonu ile de adlandırılabilecek bir hat izlenerek, neo-otoriteryanizm, neo-patrimonyalizm ve hatta post-kolonyal yayılmacılık ile harmanlanmış yeni bir tür düzenleyici devlet (regulative state) modeli hayata geçirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla, 1990’lardan 2000 sonrasına kadar geçen sürede, Rus devletinin minimal devlet modelinden düzenleyici devlet modeline doğru geçişinin aşamalarının irdelenmesi aynı zamanda Rusya Federasyonu’nun hem siyasal hem ekonomik hem de toplumsal bir topoğrafyasını çıkarmaya da yardımcı olacaktır.
2000 SONRASI RUSYA’DA DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, eski Sovyet coğrafyasında, tam da, Margaret Thatcher’ın da dediği gibi, “toplum diye bir şey yok, sadece bireyler var[dır]” artık (Harvey, 2015: 90). Uluslararası finans kuruluşlarının rehberliğinde hayata geçirilen neoliberal “şok terapi” ajandası neticesinde Rus toplumu için felaketli bir dönem haline gelen 1990’lı yılların sonu itibariyle, bu zaman içinde siyasal iktidar üzerindeki iyice kontrolünü ve otoritesini kaybeden Yeltsin’in halefi olacak isim, Yeltsin döneminin son başbakanı da olan Vladimir Putin olur. 2000’ler ile de, Rusya’yı Putin iktidarı altında bir dizi değişiklik ve dönüşüm beklemektedir artık. Bunlar arasında, 1990’lardan 2000’lere geçiş sürecinde yaşanan en önemli dönüşümlerden biri ise, Rus sermaye sınıfı açısından hâkim sınıfların önderliğini yapan egemen sınıfın el değiştirmesidir. Yeltsin döneminde ekonomik ve zaman zaman da siyasal iktidar üzerinden söz sahibi olan oligarkların yerini Putin döneminde çoğunlukla devletin üst kadrolarında görev yapmış ve/veya yapan isimler alır. 2000’ler Rusya’sının siyasal ve ekonomik atmosferine, özellikle devlet vurgusunu daha çok yapan yeni simalar hâkim olmaya başlar. Devleti saran iktidar bloğunun değişmesinin yanı sıra, mevcut devlet modelinde de değişikliğe gidildiği açıktır. Yeltsin döneminde hayata geçirilmeye çalışılan minimal devlet modelinin, dünyanın diğer yerlerindeki deneyimlerde de görüldüğü üzere, üretim ilişkilerinde dönüşüm süreçlerine uygun bir devlet modeli olmadığı ortaya çıkar. Hatta, tüm bu dönüşüm süreci neticede, oligarklar ve siyasi elitler dışındaki toplumun tüm kesimleri için, Rusya sınırları içinde devletin öneminin azalmasına değil tam tersine daha çok artmasına yol açar.
Bunun üzerine, Putin’in iktidara gelmesinin ardından da, devlet yapılanması daha müdahaleci, daha rekabetçi, daha düzenleyici bir rol üstlenmeye başlar. Bir yandan ekonomik alanın düzenlenmesinde artık daha etkin bir göreve sahip yeni devlet yapılanması açısından, siyasal alanda devlet bürokrasisinin yeniden kontrolü ele almasıyla otoriterleşmenin pekiştirilmesi de sağlar. Bunun en bariz örnekleri ise, 1990’larda özelleştirilen enerji ve ağır sanayi sektörlerinin 2000’lerin başlarında yeniden devletleştirilmesi ile sadece ulusal bazda değil aynı zamanda uluslararası bazda da oldukça önemli bir konuma sahip şirketlerin yönetimine -Putin’in güven duyduğu- bürokrat ve teknokratların gelmesidir. Bu adım, Rus devletinin dönüşümü için mühim bir girizgâh da olur.
2000’lerin başı itibariyle, Vladimir Putin’in iktidara gelmesiyle, “güçlü devlet” nosyonu adı altında devletin otoriterleşmesinin artması süreci başlamıştır. Adeta Rus devletinin ve hatta Rus toplumunun vücuda gelmiş hali gibi bir Leviathan profili oluşturulan Putin’in iktidara gelmesi ile Rusya’da hem ekonominin hem de siyasalın dönüşümü garanti altına alınmıştır. Yeltsin dönemiyle karşılaştırıldığında; 2000 sonrasında petrol ve gaz fiyatlarındaki yükselişin getirdiği nispi refahın artışıyla da, Rus halkının gündelik hayatında görünür bir iyileşme sağlamıştır. Fakat, buna rağmen, Rus toplumu sathında yapısal olarak borçlanma ve yoksulluk yaygınlaşırken, emekgücü piyasalarının esnekleşmesi ve güvencesizleşmesi de hızla artış göstermektedir. Tüm bunlara ek olarak, bir yandan her geçen gün daha da otoriterleşen devlet tarafından temel hak ve özgürlükler kısılırken, diğer yandan da toplumsal alanda muhafazakârlık, milliyetçilik, şovenizm ve yabancı düşmanlığı da yükselişe geçer.
Açıktır ki devletin birbiri ile ilişkili başlıca iki işlevinden biri sermaye birikim sürecini gözetmek iken diğeri de toplumsal meşruiyeti sağlamaktır. Bu nedenle de, Rus toplumu, 2000’ler ile yükselişe geçen muhafazakârlık ve milliyetçilik üzerinden geçmişe ve geleneklere verilen referansların imlediği patrimonyal otorite ile ulusun ve devletin beden bulduğu otokratik bir liderliğin vücuda getirdiği karizmatik otoritenin yeni/modern bir bileşimini deneyimlemektedir. Buna verilebilecek en iyi örnek ise, Vladimir Putin’in “sahne arkası” lideri olduğu ve merkez sağda yer alan Birleşik Rusya Partisi’nin (Единая Россия) sadece Rusya’da egemen bir kitle partisi haline gelmesi değil aynı zamanda devlet partisine de dönüşmesi halidir. Diğer bir örnek ise, Putin’in seçimlerde aldığı yüksek oy oranlarıdır: İlk seçildiği 2000’deki başkanlık seçimlerinde aldığı oy oranı % 52,9, 2004’teki ikinci başkanlık seçimlerinde % 71,31 ve 2012’deki son başkanlık seçimlerinde ise % 58,6 idir (Caşın, 2015: 63). 2008 ve 2012 arasındaki dönemde de Dimitriy Medvedev Rusya Federasyonu devlet başkanı olarak görev yapmıştır. Ayrıca, Putin ve Medvedev arasındaki ilişki de Rus siyasal kültürünün patrimonyal yönünün günümüze bir yansımasıdır adeta. “Bugün Moskova’da satılan Putin ve Medvedev’in ikili portreleri, […] Stalin’i Lenin’in yanında gösteren ünlü ‘kutsayıcı’ fotoğrafları, II. Nikolay’ın, oğlu Aleksey’le birlikte fotoğraflarını çağrıştırır, ve […] Rus tarihi boyunca veraset hakkının çardan oğluna geçmesini meşrulaştıran o simgeleşmiş şecere temsillerini hatırlatır” (Getty, 2016: 28 & 153). Aynı zamanda, Julia Adams’a göre: “Patrimonyal siyasette krallar, prensler ve daha küçük çaplı hükümdarlar, babasoyu vizyonu -geçmişe olduğu kadar, geleceğe de uzanan, atalardan ve istenen torunlardan oluşan bir çizgi- dile getiriyorlardı. […] Hükümdarın kendi bedeni ile temsil ettiği bedenler dizisini, bütün siyasi gövdede zirvesine varacak şekilde birbirine bağlayan, babasoyunun göstereniydi; bu ise tekrarlanan baba-oğul ilişkisi, kalıtım, erkeklik ve ölümsüzlüğe dair aşkınlık taahhüdü idi” (Getty, 2016: 28 & 153).
Bunun yanısıra, 1991’de tankların üzerine çıkarak demokrasi ve özgürlük nutukları atan Yeltsin, çok değil iki sene sonra, 1993’te tankların parlamentoyu ateşe tutması için emir verir. Sebep ise, anayasanın değişmesi ile devlet başkanın daha geniş yetkilere sahip olacak olması üzerine parlamentonun bu anayasaya karşı çıkması olur. Neticesinde ise, anayasa halkoylamasından geçer ve Rus toplumunu bekleyen sonuç da siyasal iktidarın tamamen devlet başkanının eline geçmesi, demokratik kanalların kapanması ve otoriterleşmenin artışıdır. Lakin, 2000 sonrasında, Putin’in hayata geçirdiği bir dizi politikanın sonucu ise otoriterleşmenin daha da artması olur. Filhakika, Putin yönetiminin belli bir neo-otoriter hattı izlediği açıktır (Li, 2015: 32): Yönetimlerinde bürokrat/teknokratların olduğu devletleştirilmiş büyük şirketlerin yarattığı yarı-piyasa ekonomisi; yüksek oy oranlarıyla kazanılacak zaferlerin başından belli olduğu seçimler; birçok partinin mevcudiyetine rağmen iktidar partisinin hem egemen parti hem de devlet partisi haline gelmesi; kısmi siyasal ve toplumsal özgürlükler; ulusun ve devletin cismanileştiği bir devlet başkanı profili; egemen iktidar partisinin hâkim olduğu bir parlamento; ve son olarak da, küresel kapitalizm ile barışık neo-patrimonyal ve neo-otoriter bir düzenleyici devlet modeli.
Başka bir deyişle, sermayenin -ticari, finansal ve üretken sermaye- tüm formlarının uluslararasılaşması farklı sermaye kesimleri arasındaki rekabeti ve devletten talep ettikleri politikalar arasındaki çelişkiyi arttırmıştır. Ve bu nedenle, uluslararası birikim süreciyle farklı biçimlerde eklemlenen sermayelerin çelişkili taleplerini idare etme işlevi yeniden devletin üstünde kalır. Bu süreçte, siyasal alanın daralması, devlet aygıtının güçlenmesi ve devlet içinde yürütmenin özerkleşmesi ön plana çıkar. Rusya’da ise, başlıca endüstriyel sektörlerin devletleştirilmesi ile kısmi bir reregülasyon (yeniden düzenleme) hayata geçirilerek devletin daha müdahaleci olacağı düzenleyici rolü pratiğe aksettirilir. Böylelikle, Putin yönetimi altında ise bu durum “güçlü devlet” şiarı ile ete kemiğe bürünmüştür. Geç kapitalistleşen Rusya’ya uygun devlet modeli olarak otoriter bir düzenleyici devlet modeli; devletin çok çeşitli piyasa dinamikleri ile doğrudan etkileşim mekanizmalarını geliştirerek hem ulusal ve uluslararası rekabetin sert etkilerine maruz kalan sermayenin ayakta kalmasını sağlar hem de sermaye ve piyasa dinamiklerinin birkaç isim çevresinde tekelleşmesini engeller. Dolayısıyla, bir yandan sermaye sınıfı içinde dengeyi ve uzlaşmayı da garanti altına alırken, diğer yandan devletin gelişmemiş/gelişmekte olan piyasa mekanizmasını düzenlemesi, desteklemesi sağlanır. Halkın yararına bir yeniden düzenleme ise söz konusu olmamıştır. 1990’larda özelleştirilen sosyal hizmetlerin önemli bir kısmı kamusallaştırılmadan kalmışlardır.
1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında hayata geçirilen “şok terapi” programının başat iki adımı olan deregülasyon ve özelleştirme politikaları; bir yandan kamusal hizmetlerin lağvedilmesiyle derin sosyo-ekonomik problemlerin baş gösterdiği bir toplumsal travmaya, diğer yandan ulusal ve uluslararası sermaye güçlerinin kamusal kaynakları büyük bir açgözlülükte talan etmesine neden olur. En sonunda 1998’de yaşanan ekonomik kriz ve devletin iflası bir anlamda Rusya’nın dibi gördüğü an olur ve ivedi bir biçimde özellikle de devlet alanında bir dönüşüme gerek duyulur. 2000’lere bu ihtiyaç ile giren Rusya, Putin’in iktidara gelmesiyle oldukça kapsamlı değişimin yolu da açılmış olur. Bu değişimin harekete geçmesi için yelkenlerini şişiren ilk rüzgâr elbette ki petrol fiyatlarının dünya çapında yükselişe geçmesidir: 1998’de $11 olan petrolün varili 2000’de $35’e çıkar, 2000-2003 döneminde de $30 olarak sabitlenir ve böylece ülkedeki yabancı para rezervleri üçe katlanır böylece (Sakwa, 2004: 184). Ayrıca, 1999-2004 yılları arasında çıkarılan petrol miktarı da %48 oranında artmıştır (Millar, 2001: 336). “Ortalama aylık maaş 2003 ile 2008 arasında neredeyse dört katına çık[ar] ve aynı dönemde, yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus yarıya” düşer (Jouanny, 2017: 27). Bu artışın neticesi olarak, 2000 yılı itibarıyla iktidara gelen Putin yönetimi, ülke ekonomik olarak gelişme kaydediyormuş gibi davranmasına rağmen, esasında ülkenin başında bulunduğu süre boyunca hiçbir yapısal sorunu çözme yoluna gitmemiştir (Kagarlitskiy, 2002: 253). Geçen 18 seneye karşın, ekonomik, siyasal ve toplumsal alanda birçok mühim yapısal sorun hala mevcudiyetini korumaktadır. Bu yapısal sorunların mevcudiyeti ise, bilhassa 2008 ekonomik krizden günümüze kadar geçen süreçte sosyo-ekonomik alanda kendini her geçen gün daha fazla göstermeye başlar.
Başkanlığının ilk döneminde daha çok ekonomik ve siyasal alanlarda bazı yasal düzenlemeler ile ilgilenen Putin, ikinci başkanlık döneminde artık ekonomik ve siyasal alanın fiili durumu ile ilgili yeniden düzenlemelere gider. Bu minvalde, Putin tarafından neo-otoriter düzenleyici bir devlet modeline doğru atılan bir ikinci adım ise, 2004-2005 yılında yapılan devletleştirme atılımıdır. 1990’larda özelleştirilen özellikle enerji sektöründen büyük şirketlerde devletin hisse payı arttırılarak şirketlerin kontrolü devlet eline geçer ve yönetimlerine de bürokrat/teknokratlar geçer. Ekonomi alanında devletin müdahaleci bir pozisyon almasının bir sonucu olarak, Putin döneminde oligarkların yerini siloviklerin (силови́к)3 yani başta KGB/FSB olmak üzere özellikle istihbarat ve ordu kadrolarından gelen ya da hala çalışmakta olanların aldığı söylenebilir (Puffer & McCarthy, 2007). Böylelikle, neo-otoriter ve neo-patrimonyal bir düzenleyici devlet yapılanmasının inşasında ve işleyişinde gerekli olan mekanizmalar Rus devlet geleneğinden gelen, Putin’in çevresindeki silovikler tarafından oluşturulur. Tüm bunların yanı sıra, ortaya çıkan dönüşüm ise sanılanın aksine sovok (сово́к)4 bir karaktere sahip değildir. Tersine bu değişim süreci, Rusya’nın küresel kapitalizme daha iyi adapte olmasını sağlayacak bir güzergâh izlemektedir. Bunun en iyi örneklerinden biri de; “Rusya ekonomisindeki önemli diğer bir gelişme, küresel ekonomiyle bütünleşmeyi gösteren doğrudan yabancı yatırım miktarıdır. Putin’in yönetime geldiği 2000’den bu yana yabancı yatırım alanında kayda değer gelişmeler yaşanmaktadır. Rusya, 2003’te 6,8 milyar dolarlık yabancı yatırım çekerken bu miktar 2008’de 27,8 milyar dolara ulaşmıştır” (Sağlam, 2014: 129-130).
Bunun yanında, “[d]evleti güçlendirme stratejisini hem oligarklar hem de bölgesel liderler ile mücadele üzerine oturtan ve devletin ekonomik bütünlüğünü sağlamayı amaçlayan Putin, […] Rusya’da ekonomik atılımı gerçekleştirmek için hem liberal bir ekonomi politikası izlemeye çalışmış, hem de hukukun üstünlüğü söylemini kullanarak güçlü bir devlet yaratma çabasına içine girmiştir” (Yapıcı, 2010: 83). Mesela, Putin’in 2000 devlet başkanlığı seçimlerindeki sloganı: “Demokrasi, hukukun diktatörlüğüdür.”5 Fakat diğer bir taraftan bakıldığında, Putin döneminde vuku bulan güçlü devlet başkanlığı olgusu nedeniyle yürütmenin hem yasamanın hem de yargının üzerinde ciddi bir etkisi olduğu da açıktır. Ayrıca, ekonomik olarak liberal siyasal olarak otoriter bir yapı kurma hedefini gerçekleştirmek için de Putin’in attığı üçüncü bir adım ise, siyasal iktidarın merkezileşmesi, karar ve yetki gücünün merkezde tek bir elde toplanmasını sağlamak olur. Hatta, Putin, ilk başkanlık döneminden şu anki son başkanlık dönemine kadar, “bölgeselden federale, yasamadan yürütmeye doğru […] siyasi otoritesini yeniden konumlandırmaya ve güçlendirmeye yönelik çabalara odaklanır” (Berglöf vd., 2016: 62). Bu minvalde, bölgesel yönetimlerin özerkliklerini budayarak merkezin yasama ve yürütme alanında bölgesele göre daha da güçlendirilmiş olduğu federal bir sistemi uygulamaya geçirir. Buna göre de, Rusya Federasyonu’nu oluşturan 89 otonom oblastı ve cumhuriyeti 8 okruga yani federal bölgeye ayrılır ve federal her bir bölgenin başkanı da devlet başkanı tarafından o federal bölge dâhilinde hem en yetkili kişi hem de tam yetki ve karar gücü ile atanır (Berglöf vd., 2016: 62; Huskey, 2001: 118). Perry Anderson (2015) bu durumu “süper-başkanlık” (super-presidentialism) olarak adlandırmaktadır; yani “yargı, medya, sivil ve askeri tüm bürokrasinin hâkimiyeti, Putin’in elinde toplan[mış durumdadır]” (Birdal, 2017: 334).
Velhasıl, Putin’in iktidarı döneminde hayata geçirdiği temel dört politika: Vergilendirme, gayrimenkul ve sosyal güvenlik yasaları; bölgesel ve federal yönetimlerin yapısında değişiklikler; yasama ve yürütmeye dair değişiklikler; ve 1990’larda yapılan özelleştirilen işletmelerin bir kısmının yeniden devletleştirilmesidir. Bu hususta ilginç olan ise, 1998 krizi sonrasında Batılı neoliberal uzmanlar, önceden özelleştirilmiş olan devlet şirketlerinin yeniden devletleştirilmesini ve bazı alanlarda kamu sektörünün yeniden oluşturulmasını salık vermişlerdir (Kagarlitskiy, 2000a: 64). Bu nedenle de, “[y]eni Rusya’da, ‘yeniden ayağa kaldırılacak Rusya’da devleti (gosudarstvo) [государство] ve devletselliği (gosudarstvennost) [государственность] inşa etmek üzere uygulanacak anti-özelleştirme sürecinde gereksinim duyulacak şey, kamulaştırmadan ziyade devletleştirme olacaktı.” (Deprem, 2018: 152-153).
Bu bağlam dâhilinde, Putin hem siyasal alanda hem de ekonomik alanda merkezin birincil öncelikte olduğu ve “dikey güç/iktidar” (вертикальный власть) adını verdiği bir sistemi hayata geçirmeye çalışır (Gaddy, 2002: 143; Öney, 2017: 306; Eltchaninoff, 2017: 51). 2000 yılında Putin, onunla yapılan bir söyleşide; “genel olarak, Rusya başlangıcından itibaren merkezileşmiş bir devlet yapılanması geliştirdi. Bu onun genetik kodunun, geleneğinin ve halkının anlayışının bir parçasıdır” der (Kotz & Weir, 2012: 425). Fakat, diğer bir yandan da, “[s]osyoekonomik sistemde yapısal değişiklikler yapmak, yönetimin planlarında yer almıyordu. Tam tersi, yeni emperyal ve milliyetçi retorik tam da bu sistemin desteklenmesine hizmet etmeliydi” (Kagarlitskiy, 2008a: 429). Bu sebepten dolayı da, Putin iktidara geldikten sonra, merkezileşmenin ve devletleşmenin ortaya çıktığı başlıca alanlardan biri de medya olur. “Putin’in devlet başkanlığına seçilmesiyle, […] Rusya’nın tüm yönetim sistemi ve siyasetle ilintili her alanında merkezileşme eğilimi hâkim olmaya başla[r… ve] parlamentodan yargıya, bürokrasiden hükümete, her alanda kendine yakın ve sadık isimlerin önünü açan Putin, medyanın da artan biçimde devlet kontrolü altına girmesini sağla[r. … Böylelikle] medyayı kendi çıkarı için araçsallaştıranların kimliği değiş[ir]; oligarkların yerini Kremlin al[ır. …Bunun sonucunda da,] medyadaki ‘devletleşme’nin, Kremlin’den yayılan milliyetçi propaganda yoluyla artması sağla[nır]” (Öney, 2017: 306-307).
Nitekim, iktidarı boyunca vuku bulan tüm gelişmelerin ışığında, şüphesiz ki Putin’in kurmaya çalıştığı sistemin küresel kapitalizmin dinamikleri ile çelişen bir karaktere sahip olmadığı açıktır. Ekonomik olarak bazı liberal politikaların uygulamaya konması süreci yalnızca artık daha müdahaleci, daha rekabetçi bir hale gelen düzenleyici devlet yapılanmasının gözetiminde yapılmaktadır. Bu çerçeve dâhilinde de, gerekli olanın, hem siyasal alanın hem ekonomik alanın neo-otoriter ve neo-patrimonyal düzenleyici bir devlet aygıtı tarafından nizama sokulması hali olduğu artık aşikârdır. Bu bağlamda, “Kremlin danışmanlarından Vladislav Surkov ve Gleb Pavlovski’yle birlikte Rus tarzı politika anlayışının alametifarikası olarak “egemen demokrasi” [суверенная демократия] mefhumu” ortaya atılır ve bununla esasında Rusya’nın kuyusunu kazan Batı’nın yolundan, izinden gitmeyi reddedip, Rusya’nın kendi yolunu izlemesi savunulmaktadır (Eltchaninoff, 2017: 58). Bu açıdan, ayrıca Putin’in sıklıkla kullandığı raskol (расколь)6 terimi ile “egemen demokrasi” kavramı birbirleriyle Putin iktidarının hegemonik ideolojisi bağlamında hayli ilintili ve Putin’in politik-ideolojik söylemi dâhilinde temel iki konsepttir.
Bunun yanında, her ne kadar 1980’ler ve 1990’larla kapitalizmin dünya çapında içine girdiği derin krizleri atlatmak için sistemin bir yeniden-inşa sürecine ihtiyaç duyması sonucunda ortaya çıkan neoliberal politikaların önerdiği minimal devlet modeli hayata geçirilmeye çalışılsa da; sonrasında, uygulamaya konan neoliberal politikaların hem ekonomik hem de siyasal alanda yarattığı krizlerin gösterdiği gibi, devletin belirli bir rol, konum ve yükümlülük üstlenme zorunluluğu kapitalist sistem için kaçınılmazdır. Artık bugünün koşullarına uygun bir biçimde yeniden-yapılandırılmaya çalışılan düzenleyici devlet modelinin kavramsallaştırılmaya, kuramsallaştırılmaya ve pratiğe aksettirilmeye çalışıldığı ise aşikâr bir durumdur. Çünkü küresel kapitalizm ve post-Fordist paradigmanın bugün geldiği aşama, esasında bütünlüklü ve çok-boyutlu bir ilişkiler ağının mevcudiyetine gereksinim duymaktadır. Başka bir deyişle, “neoliberal kapitalizm dünyanın her yerinde o ya da bu şekilde siyasal alanın daraltılmasını, siyasal demokrasi imkânlarının kısıtlanmasını ve buna uygun devlet biçimlerinin kurumsallaştırılmasını beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede, devletin siyasal ve kurumsal pratiklerini sosyal ve siyasal mücadelelerden izole etmek üzere devlet aygıtları arasındaki ilişkiler yeniden düzenlenir.” (Akça & Özden, 2014: 14-15). Bu nedenle de, devlet organının artık temel misyonu da; kendi göreli özerkliği içinde, sermayenin, metanın, finans-kapitalin ve elbette emeğin ulusötesileşmesi sürecini büyütecek, genişletecek, yaygınlaştıracak biçimde, her bir bireyi bu sürecin içine dâhil etmektir. Bunun için de, gerektiğinde hem piyasaya hem sivil topluma hem de bireylere yönelik olarak düzenleyici ve patrimonyal bir rolü ifa etmenin yanında, üretim süreçlerinden her türden emeğin sömürüsünün katmerlenmesi nedeniyle ortaya çıkabilecek herhangi siyasal ve/veya toplumsal hareketlenmelerin önünü almak için gün geçtikçe otoriterleşen bir devlet mekanizması yükselişe geçmektedir. Özellikle de 2002 ve 2003’te Rusya’nın küresel kapitalizme en entegre olmuş sektörlerinde yaşanan sınıfsal çatışmalar ve büyükşehirlerdeki orta sınıf arasında sol düşüncenin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan sorunları çözmek için Kremlin “vidaları sıkmak” adına otoriterleşmeyi yükseltmeye başlamıştır (Kagarlitskiy, 2008b: 320). Ayrıca, 2003’te Gürcistan’da Gül Devrimi, 2004’te Ukrayna’da Turuncu Devrim ve 2005’te Kırgızistan’da Lale Devrimi’nin patlak vermesi de, bu türden bir halk ayaklanmasının Rusya’ya sıçraması korkusunu yaratmış ve Putin yönetiminin otoriterliğinin daha da sıkılaşmasına yol açmıştır (Başlamış, 2008: 331).
Bunun en iyi örneklerinden biri de elbette ki Putin tarafından 18 yıldır bilfiil yönetilen ve bir süre daha yönetilecek olan Rusya Federasyonu’dur. Günümüz Rusya’sı, yüzyılların deneyimlerinden örülmüş Rus siyasal kültürünün önemli niteliklerinden ikisi olan otoriterizmin ve patrimonyalizmin yeni bir çehresini yaşamaktadır. “Güçlü devlet” nosyonunun başlıca iki özelliği olarak ortaya çıkan neo-otoriterizm ve neo-patrimonyalizm olgularının bir tezahürü olarak Rus devleti Putin’de vücuda gelmektedir. Örneğin, 2012’de Alman Marshall Vakfı’nın (GMF) yaptığı bir ankete göre Rus toplumunun en güven duyduğu isim % 69 ile Putin olurken, onu % 67 ile ordu ve % 65 ile Kilise takip etmektedir (Jouanny, 2017: 30). Diğer bir taraftan, 1990’lardaki neoliberal politikalar aracılığıyla minimalize edilmeye çalışılan devlet, aynı zamanda, 2000’ler ile bir dönüşüm sürecine girip daha müdahaleci, rekabetçi, düzenleyici bir biçim almaya da başlar ve elbette bu dönüşüm sürecinin ana figürü ise yeni bir Leviathan imgesine dönüşen Putin olur. Hâlbuki, Vladimir Vladimiroviç Putin, Rus siyasal kültürünün aşina olduğu bir olgu olarak otoriter baba figürüne sahip lider, başını çektiği egemen sınıf klanları ve bu klanların kontrolü altında ama lider ile cismanileşen bir devlet mekanizmasının salt bir görüngüsü gibidir. “Zira Rus elitlerinin gözünde Putin sadece bir başkan değil; yarış halindeki elitler arasındaki çatışmaları yöneten de o. Son sözü o söylüyor, hakem o; aralarında bir iç savaş çıkması riskine girmek istemiyorlarsa, elitlerin de bu kişiye ihtiyaçları var” (Shekhovtsov, 2017). Çünkü aynı zamanda “güç kapasitesini sermayeye dönüştürebilmek günümüzde siyasi liderliğin temel işlevini oluştur[maktadır]” da (Birdal, 2017: 322). Diğer bir taraftan da, kapitalizmin Rusya’da tam olarak gelişmemiş olması sadece sermaye sınıfının böylesine arabulucu, uzlaştırıcı bir lider profiline ihtiyaç duymasının yanı sıra Rusya solunun ve toplumsal muhalefetin de güdük kalmasında kendini göstermektedir. Rusya’da “solun cılızlığının sebebi kapitalizmin cılızlığıdır” (Kagarlitskiy, 2000b, 133).
SONUÇ
Tüm bunların sonucu olarak, post-Fordist üretim biçiminin gereksinim duyduğu düzenleyici devlet modelinin dünya sathında hâkimiyeti ve işlerliği bir yandan artarken, diğer yandan da devlet mekanizmalarının neo-otoriter ve neo-patrimonyal bir hal alması da küresel kapitalizmin günümüz şartları altında geçirmek zorunda olduğu bir değişim, almak zorunda olduğu yeni özellikleri niteliğindedir. Ve bu özelliklere yakın gelecekte dünyanın dört bir yanında yükselişe geçen fundamentalizm, milliyetçilik/ırkçılık ve zenofobi gibi özelliklerin de katılacağı apaçık bir gerçektir artık. Mamafih, kuşkusuz ki insanlığın tarihinin şu anında yaşanan bu dönüşümün daha iyiye doğru değil de, tam tersi istikamete doğru hızla yol alınması ihtimali ortadadır. Velakin, Poulantzas’ın (2010: 356-357) da belirttiği gibi: “Emperyalizmin bugünkü […] krizin[in] izlediği yol [eninde sonunda] halk kitlelerinin mücadelesine dayanacaktır. Zira uzun süredir devam eden krizler var. Bu mücadelenin ortasında, emperyalizmin bugünkü aşamasında ve mevcut konjonktürde […] halk kitlelerinin mücadelesi önemli bir role sahiptir.” Diğer taraftan da, her ne kadar -hangi formun içinde olursa olsun- devlet kapitalist sistemin ve sermaye birikiminin araçsallaştırdığı bir organ olsa da, ekonomik dengeleri gözetmek zorunda olması kadar politik dengeleri de gözetmek zorundadır (Jessop, 1977: 370). Başka bir deyişle, “devlet müdahalesi, hem sermaye birikiminin koşullarını korumak için içkin sınırlılıklara sahip hem de her zaman çeşitli sınıfsal ve halkçı-demokratik mücadelenin kaçınılmaz etkilerine bağımlıdır” (Jessop, 1977: 371). Bu nedenle de, “[s]olun, ekonomiye devletin müdahale düzeyinin arttırılmasını desteklemediği, iktisadi gücün toplumun kendisine devredilmesini amaçladığı açık bir biçimde ilan edilme[si]” şarttır (Kagarlitskiy, 2006: 273). Çünkü kapitalist sistemin hatta günümüzde küresel kapitalizmin ömrünü sürdürmesi için gereksinim duyduğu başlıca kurum olan devlet mekanizmasının en önemli tahdidinin, yine sınıfsal ve kimlik mücadelelerinin esas alındığı toplumcu/halkçı ve demokratik bir zemine sahip toplumsal muhalefetten ibaret olduğu aşikârdır. Filhakika, 21. yüzyıla ait olarak, sivil toplum olgusunun radikal bir biçimde dönüştüğü de deneyimlenen bir gerçek halindedir (Kagarlitskiy, 2004: 272). Artık daha yoğunluklu olarak, insanlar, -hem bireysel hem de kitlesel bazda- dünya sathında toplumsal dayanışmanın, sivil katılımın ve müşterekleşmenin oluşturduğu bir toplumsal muhalefet örme yoluna girmişlerdir. Dolayısıyla da, mevcut durumun fenalığı, insan aklının bedbinliğine sebep olsa da, gelecek insan iradesinin nikbinliği ile inşa edilecektir.
DİPNOTLAR
1 Rus şarkıcı Vladimir Slepak’ın 2012’de -başkanlık seçimlerinin hemen öncesinde- yaptığı “Hadi ileri, Vladimir Putin! / Davay vpered, Vladimir Putin!” (Давай вперёд, Владимир Путин!) şarkısının sözlerinin bir kısmı (Getty, 2016: 72). Ayrıca, şarkı için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=RNFaHppNrXc.
2 Bu çalışma, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda yürütülmekte olan “Sovyet-Sonrası Rusya’da Toplumsal Muhalefetin Ekonomi-Politiği” başlıklı doktora tezinden üretilmiştir.
3 Rusça’da “güç, kuvvet”manasına gelen “сила” kelimesinden türetilmiş olan silovik sözcüğü; KGB/FSB, GRU, SVR, MVD, Rus Ordusu ve/veya genel/bölgesel/yerel emniyet güçleri gibi istihbaratı, askeri ya da güvenlik kurumlarında üst düzey personel olarak çalışıp, -özellikle de Putin yönetimi altında- sonrasında devlet yönetiminde etkili bir rol oynayan kimseleri tanımlamak için kullanılan bir terim halini almıştır.
4 Sovok; Rusça’da Sovyetler Birliği’ne/SSCB dönemine dair şeyleri ya da Sovyet ideolojisine eleştirmeksizince gönülden bağlı kimseleri anlatmak için kullanılan bir sözcüktür. Bkz. Piskunov.
5 Tam hali: “Demokrasi, hukukun/yasanın diktatörlüğüdür; o hukuku/yasayı uygulamaya yetkili olanların değil” («Демократия – это диктатура закона, а не тех, кто по должности обязан этот закон отстаивать.»).
6 “Raskol”; Rusçada “bölünme, parçalanma, ayrışma, ayrılma” manasına gelmektedir.
KAYNAKÇA
Akça, İ. & B. A. Özden, 2014. “AKP ve Türkiye’de Neoliberal Otoriterizmin Sınıfsal Dinamikleri”, Başlangıç, 2, 13-37.
Anderson, P., 2015. “Incommensurate Russia”, New Left Review, 94, https://newleftreview.org/II/94/perry–anderson–incommensurate–russia
Arestis, P. & M. Sawyer, 2007. “Neoliberalizm ve Üçüncü Yol”, Neoliberalizm: Muhalif bir Seçki, ed. A. Saad-Filho & D. Johnston, çev. Ş. Başlı & T. Öncel. İstanbul: Yordam Kitap, 293-302.
Başlamış, C. 2018. “Muhalefete Hayat Hakkı Yok”, Vladimir Vladimiroviç Putin: Rusya’yı Ayağa Kaldıran Lider, ed. C. Başlamış & O. Deprem. İstanbul: Doğan Kitap.
Berglöf, E., et al., 2016. The New Political Economy of Russia. Cambridge, MA: MIT Press.
Birdal, S., 2017. “Tek-Adamlaşma: Rejim, Devlet, Jeopolitik”, Kuşku ile Komşuluk: Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Değişen Dinamikler, ed. G. Özcan, E. Balta & B. Beşgül. İstanbul: İletişim Yayınları, 321-342.
Caşın, M. H., 2015.” Rusya Federasyonu’nun Anayasal Rejimi”, Putin’in Ülkesi: Yeni Yüzyıl Eşiğinde Rusya Federasyonu Analizi, ed. İ. K. Ülger. Ankara: Seçkin Yayıncılık, 29-71.
Deprem, O. 2018. “Kamulaştırma Görünümlü Devletleştirme Dönemi”, Vladimir Vladimiroviç Putin: Rusya’yı Ayağa Kaldıran Lider, ed. C. Başlamış & O. Deprem. İstanbul: Doğan Kitap.
Eltchaninoff, M. (2017), Putin’in Aklında Ne Var?, çev. M. I. Durmaz. İstanbul: İletişim Yayınları.
Gaddy, C. G., 2002. “Has Russia Entered A Period of Sustainable Economic Growth?” Russia After the Fall. ed. A. C. Kuchins. Washington, D.C.: Carnegie Endowment for International Peace; Brookings Institution Press, 125-144.
Getty, J. A., 2016. Stalinizm Hükmederken: Bolşevikler, Boyarlar ve Geleneğin Ayak Direyişi. çev. G. Ç. Güven. İstanbul: İletişim Yayınları.
Harvey, D., 2015. Neoliberalizmin Kısa Tarihi. A. Onacak, çev. İstanbul: Sel Yayıncılık.
Huskey, E., 2001. “Political Leadership and the Center-Periphery Struggle: Putin’s Administrative Reforms.” Gorbachev, Yeltsin, and Putin: Political Leadership in Russia’s Transition. ed. A. Brown & L. Shevtsova. Washington, D.C. Carnegie Endowment for International Peace; Brookings Institute Press, 113-142.
Jessop, B., 1977. “Recent Theories of the Capitalist State”, Cambridge Journal of Economics, 1 (4), 353-373.
Jouanny, J. R. 2017. Putin Ne İstiyor?, çev. M. Öztürk. İstanbul: İletişim Yayınları.
Kagarlitskiy, B., 2000a. The Twilight of Globalization: Property, State and Capitalism, çev. R. Clarke. London: Pluto Press.
Kagarlitskiy, B., 2000b. The Return of Radicalism: Reshaping the Left Institutions, çev. R. Clarke. London: Pluto Press.
Kagarlitskiy, B., 2002. Russia Under Yeltsin and Putin: Neo-liberal Autocracy. London: Pluto Press.
Kagarlitskiy, B., 2004. “From Global Crisis to Neo-imperialism: The Case for a Radical Alternative”, The Politics of Empire Globalisation in Crisis, ed. A. Freeman & B. Kagarlitsky. London: Pluto Press, 241-274.
Kagarlitskiy, B., 2006. Orta Sınıfın İsyanı, çev. B. Akkıyal. Ankara: Phoenix Yayınevi.
Kagarlitskiy, B., (2008a), Bugünkü Rusya: Neoliberalizm, Otokrasi ve Restorasyon, çev. F. Arıkan & S. Arıkan, İstanbul: İthaki Yayınları.
Kagarlitskiy, B., (2008b), Empire of the Periphery: Russia and the World System, çev. R. Clarke. London: Pluto Press.
Kotz, D. M. & F. Weir. (2012), Gorbaçov’dan Putin’e Rusya’nın Yolu: Sovyet Sisteminin Çöküşü ve Yeni Rusya, çev. C. Çakır. İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Li, H., 2015. Political Thought and China’s Transformation: Ideas Shaping Reform in Post-Mao China. London: Palgrave Macmillan.
Millar, J. R., 2001. “The Russian Economy: Putin’s Pause”, Current History: A Journal of Contemporary World Affairs, 100 (648), 336-342.
Öney, S., (2017), “Kremlin Odaklı Medya: Kaotik Çoğulculuktan İstikrarlı Tekilciliğe/Tekelciliğe Rusya’da Medya”, Kuşku ile Komşuluk: Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Değişen Dinamikler, ed. G. Özcan, E. Balta & B. Beşgül. İstanbul: İletişim Yayınları, 299-320.
Piskunov, E. “Of Russian Origin: Sovok”, Russiapedia: https://russiapedia.rt.com/of–russian–origin/sovok/
Poulantzas, N., 2010. Poulantzas Kitabı: Seçme Yazılar, haz. J. Martin, çev. A. Sarı & S. Güzelsarı. Ankara: Dipnot Yayınları.
Puffer, S. M. & D. J. McCarthy, 2007. “Can Russia’s State-Managed, Network Capitalism Be Competitive?: Institutional Pull Versus Institutional Push”, Journal of World Business, 42 (1), 1-13.
Sağlam, M, (2014), Gazprom’un Rusyası: Rusya’da Devletin Dönüşümü. Ankara: Siyasal Kitabevi.
Sakwa, R., 2004. Putin Russia’s Choice. London: Routledge.
Shekhovtsov, A. 2017. “Putin’in Rusyası: “İdeolojisiz bir hırsızlar iktidarı””, çev. H. Bayrı, Medyascope.tv, http://medyascope.tv/2017/11/28/putinin–rusyasi–ideolojisiz–bir–hirsizlar–iktidari/
Yapıcı, İ. M., 2010. Rus Dış Politikasını Oluşturan İç Etkenler. Ankara: USAK Yayınları.