Ekonomik krizin kitlelere etkisinin daha fazla ertelenememesi; Suriye maceraları ile halka giydirilen şovenizm ve ırkçılık gömleğinin beklendiği oranda oya tahvil edilememesi; Suriye’de vekalet savaşlarının yerini aktörler savaşına devretme ihtimalinin artmasıyla birlikte emperyalistler arası çelişkiden yararlanma imkanının giderek daralıyor olması ve yerel seçimlerde özellikle kayyumlu belediyelerde yaşayacağı hezimetin korkusu sarayı panik seçim kararı almaya mecbur bıraktı. Muktedir artık yönetemediğini hiç bu kadar açık bir biçimde itiraf etmemişti.
Öncü kuvvetlerin, özelde de ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olan HDP’nin bu karara hazırlık düzeyinin yüksek olduğu göze çarpıyor. HDP daha 24 Haziran tarihi açıklanmadan önce, Bahçeli’nin teklif ettiği tarih 26 Ağustos iken, il eşbaşkanları toplantısını bir anda seçim gündemli toplantıya çevirerek “hodri meydan” demişti. Son tarih açıklanır açıklanmaz Eşbaşkan Pervin Buldan’ın “Erken seçimi 7 Haziran ruhuyla karşılayacağız. Bir kez daha BİZ’ler kazanacağız” demesi; 25 Haziran sabahının, AKP’nin, Erdoğan’ın, Bahçeli’nin olmadığı bir Haziran sabahı olacağını belirtmesi ve Eşbaşkan Sezai Temelli’nin Suruç’un, Ankara’nın hesabını 24 Haziran’da soracaklarını ifade etmesi HDP’nin erken seçime yüklediği anlamın ve önemin büyüklüğünü gösteriyor. Keza, tutsak Eşbaşkan Selahattin Demirtaş da iktidarın “bir mühürlük” canı olduğunu belirterek kitleleri 24 Haziran’da sarayı sandıkta def edebileceğimize “inanmaya” çağırmıştı.
Öncelikle, boykotun kitleler nezdinde güçlü bir seçenek olarak ortaya çıkmadığını, tersine, işçi sınıfı ve ezilenlerin geniş kitlelerinin tüm baskılara, fiili yasaklara ve eşitsiz koşullara rağmen iktidara itirazlarını 24 Haziran’da göstermeyi önemsediğini ve HDP’nin de bu yönelimi iyi kavradığını teslim etmek gerekiyor.
Gerçekten de, seçim siyasetini sözde devrimcilik adına mahkum eden ve koşulların eşitsizliği nedeniyle seçimin anlamsız olduğunu söyleyip, 24 Haziran’ı hiçleştiren tutumların kitle hareketinin ve öncülerin somut koşullarını hesaba katmayan, dolayısıyla mevcut politik gerçekliğe dokunamayan, üsttenci bir yaklaşıma sahip olduğu ortadadır. Ancak bir seçim stratejisi belirlemekle, seçimi ve sandığı yegane strateji olarak belirlemek arasında da büyük bir fark var. Eğer HDP sandıktan çıkacak oyları adeta bir sınav ya da laboratuvar sonucu gibi kitlelerin kaderini belirleyecek önemde bir hedef olarak görüyor ve bu sonucun tek başına ezilenlere önemli bir mevzi sağlayacağını düşünüyorsa bunu biraz tartışmamız gerekiyor.
Eğer konu “kazanmak” ise halklar 7 Haziran’da da, 1 Kasım’da da, 16 Nisan’da da kazanmış, diktatörü devirmiş, kararlılığını göstermiştir. Ancak hemen akabinde bu kazanımlar faşizmin saldırıları karşısında korunamamış, eldeki hak ve özgürlükler de gasp edilmiştir. 7 Haziran sonrasında eşbaşkanlar, vekiller tutuklanmış; Kürt şehirleri yerle bir edilmiş; binlerce insan katledilmiş; 85 belediyeye kayyum atanmış; 10 binden fazla HDP üye ve yöneticisi gözaltına alınmış; 3 binden fazlası tutuklanmış; parti örgütünün işleyişine büyük darbe vurulmuş; parlamento tamamen işlevsizleştirilmiş; tüm söz-eylem-örgütlenme hakları ortadan kalkmış; basın kelimenin tam anlamıyla “kalmamış”; kitleler şovenizm ile zehirlenmiş; toplum tarihteki belki de en net saflaşmaya maruz bırakılmış; faşist rejim tek adam diktatörlüğü ile tahkim edilmişti.
Bugün halkların sorunu ve beklentisi sandıkta kazanmak değil, ondan daha yakıcı bir biçimde, kazanılanı korumak, iradelerinin bir daha gasp edilmeyeceği bir siyasal ve toplumsal düzeni kurmaktır. Bu ise seçimde başarılı olmanın çok ama çok ötesinde, anti-faşist bir cephenin inşasını ve savaşımını gerektirir. Dolayısıyla seçimler yüksek oy kazanma ve milletvekili ya da başkanlık seçimlerinde faşist cephenin çoğunluğuna son verme mücadelesinin değil, bu anti-faşist cepheyi oluşturmanın vesilesi kılınmalıdır.
Peki, HDP’nin 25 Haziran sabahını işaret eden, iktidarı devirmenin kolaylığından dem vuran bu “umut dolu” dili ve barış döneminin örgütlenme stratejilerini kullanmaktaki amacı kitleleri yeniden kazanabileceklerine inandırmak; onlara yeniden moral sağlamak; güçleri bir araya toplamak ve faşizmin yaydığı korku ve kaygı iklimini dağıtmak olamaz mı? Niyet buysa, bunun 2 nedenden dolayı son derece yanlış olduğunu söylemek gerekiyor.
Öncelikle, karşımızda tüm baskı, yargı ve ideolojik araçların yanında, faşist ve silahlı bir kitle tabanıyla da örgütlenmiş olan faşizm heyulasının “bir oyluk canı” olduğunu söylemek ve 25 Haziran sabahında ortalığın cennet bahçesine döneceğini vadetmek açıkça kitleleri yanlış yönlendirmek, onlara boş umut aşılamaktır. Faşizm koşulları altında yaşayan ezilenlerin tatlı sözlere, abartılmış umut cümlelerine değil, özgüçlerini hedefe yönlendirebilecek somut bir plana ihtiyaçları vardır.
İkincisi, 24 Haziran’ı yeni bir 7 Haziran olarak kodlamak, birebir aynı stratejiyi kullanmak, iki seçim öncesi nesnel koşulların ve kitle bilincinin birbirinden çok farklı olduğu gerçeğini görmezden gelmektir. 7 Haziran öncesinde Gezi Ayaklanması ve Çözüm Süreci kitlelerde büyük bir umut, coşku ve inanç yaratmış, rejimi de politik özgürlükler noktasında gevşemek zorunda bırakmıştı. İşçi sınıfı ve Kürt halkının öncülerinin iradi bir müdahalesiyle yükseltilen HDP seçeneği de devrimci-demokrat bir odak yaratmış ve AKP’nin tek başına iktidarına son vermişti. Ancak sonrası bildiğimiz üzere tufan oldu. Bugün 7 Haziran’ı yaratan rüzgarın artık aksi istikametten, üstelik çok daha şiddetli bir şekilde estiğini görmezden gelerek aynı yelkenleri şişirmek HDP’nin gemisini sadece geriye itecektir. Bu koşullar altında toplumun geniş kitlelerini saflaştırmak, onları “yeni bir söyleme” dayalı propaganda ile aynı seçim programı altında birleştirmekle değil, faşizmin fiziksel yıkıcılığı ile her alanda mücadele edebilecek ve yerelden genele militan bir kitle direnişini örebilecek bir örgütlülüğe sevk etmekle mümkün olacaktır.
Aslında bu söylediklerimiz yeni şeyler de değildir. HDP’nin 7 Haziran programının ana ruhu halk meclisleri ağı, yani sovyetlerdi. Yerelden inşa edilen, dayanışmaya ve özsavunmaya dayalı yüksek bir halk örgütlülüğü HDP’yi düzen içi seçim partisi olmaktan çıkaracak, onu kapitalizme, sömürgeciliğe, tekçiliğe ve erkek egemen düzene karşı devrimci gelişimin mayalanacağı bir mevzi kılacaktı. Böyle bir yapı bugünün ihtiyacı olan anti-faşist kitle mücadelesinin de zeminini oluşturacaktı. Evet, 7 Haziran sonrasında yükselen faşizm karşısında HDP asla geri adım atmadı. İktidarın üstüne yürüdü ve bu duruşu sebebiyle büyük bedeller ödemek zorunda kaldı. Ancak bu mücadeleyi sürdürürken toplumsal tabanını koruma eğilimleri de ağır bastı. Yaşanan saldırılar karşısında kitle güvenliğini öne çıkaran politikalar izledi, sokağı tutma ve örgütleme hattından “söylemsel hakikati tutma” hattına gerilemeye, 7 Haziran vurgusunu yeniden yeniden üretmeye başladı. HDP, eğer bahsettiği kadar tarihsel bir odak olduğunu düşünüyorsa, ki elbette öyledir, ne olursa olsun, 7 Haziran sonrasında anti-faşist kitle örgütlenmesinin “yeni yollarını” bulmak zorundaydı. Oysa HDP, faşist tufan karşısında sadece kendi mevzisini koruyabildi. Kısacası, HDP 7 Haziran ruhunu içerip aşamadı.
24 Haziran’da özgürlük mücadelesini geliştirmek görüş açısıyla yer alırken, seçim mücadelesinin sadece bir parça olduğunu ve diktatörlüğün gerçek temellerini yerinden sökmek için çok daha kapsamlı bir örgütlenme ve mücadeleye ihtiyaç olduğunu asla unutmadan yürümek doğru hat olacaktır. Diğer bir deyişle, ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olan HDP’nin seçim stratejisi 7 Haziran ruhunu diriltmek değil, bir an önce onunla vedalaşabilmek ve seçim çalışmasını sadece oy çalışması olarak değil, aynı zamanda antifaşist kitle mücadelesinin örgütlenmesinin de zemini olarak değerlendirmek olmalıdır. Evet, HDP bir devrimci cephe örgütü değildir. Ancak faşizmin yoğun ateşi altında demokratik ve devrimci cephe kavramlarının eriyip, birbirine geçmek durumunda olduğunun da görülmesi gerekir. Bunun gerektirdiği dil, sadece 25 Haziran sabahına odaklı, “inanma” ve umut üzerine kurulmuş bir dil değil, gerçekçi bir direniş dili olmalı; ihtiyaç duyulan örgütlenme de sadece söyleme ve mitinglere dayalı değil, aynı zamanda fiili meşru mücadeleyi kuran bir örgütlenme olmalıdır. Bu, HDP’yi darlaştıran değil, bilakis, gerçek bir çözüm ümidini fiilen sunması sebebiyle demokratik kaygılı geniş kitleleri harekete geçirecek olan bir strateji olacaktır.