İngilizce’den çeviren: Alp Altınörs
“Komünizm proleter ideolojinin tümüyle yeni bir sistemi ve yeni bir toplumsal sistemdir. Diğer bütün ideolojik ve toplumsal sistemlerden farklıdır, ve insanlık tarihindeki en tam, en ilerici, en devrimci ve en aklî sistemdir.”
Mao Zedong
İlerici düşünürlerin, teorisyenlerin ve aktivistlerin dikkate değer bir topluluğuna göre; Marx ve Engels tarafından başlatılan teorik yörünge, doğası gereği Avrupa Merkezcidir ve genel olarak düzeltilemez. Bu itham yeni değildir. Ne var ki, bu ithamın tekdüze biçimde tekrarı onu doktriner bir söyleme dönüştürmüştür: Marx ve Engels beyaz adamlardı; Marksizm ilerlemeyi savunan bir Aydınlanma doktrinidir ve böylece, tıpkı Avrupa Aydınlanması gibi (bir diğer bağlantılı varsayım) derinlemesine sömürgeci ve emperyalisttir; öteki Avrupalı-olmayan teorik yörüngeler ise gasp edilmiştir ─madunlar kendilerini Marksist kategorilere göre ifade ettikleri durumda dahi. Dolayısıyla Marksizm, a priori (önsel) olarak feda edilmeyi hak eden özel bir konumda bulunmaktadır.
Gore Capitalism’in başlangıcında, Sayak Valencia, Marksizmi ima ederek, Gayatri Spivak’a gönderme yapar: “Biz ne beyaz söylemler peşindeyiz, ‘ne de beyaz adamın kahverengi kadını kahverengi erkekten kurtarmasının’; biz küyerel (g-local) Üçüncü Dünya’nın gerçeklerini açıklamak için Birinci Dünya söylemlerine ihtiyaç duymuyoruz.” (Valencia, 2018: 9) Ne var ki, bu açıklama, Valencia’yı Foucault ve Agamben’in ‘Birinci Dünya’ teorilerinden serbestçe ödünç almaktan alıkoymuyor. Tıpkı Marksizmi mahkûm etmek için bir kenara ayıran Spivak ve Edward Said’in de Foucault and Derrida’dan ödünç alması gibi. Yine, tıpkı Achille Mbembe ve Jasbir Puar’ın teorilerini post-yapısalcı ve post-Heideggerci bir karışıma dayandırmaları ve bunu yaparken Marksizmi (liberalizmle birlikte ─ki Marksizm, onların dayandığı teorilerden çok daha fazla, liberalizme karşı dişle tırnakla dövüşmüştür) Avrupa merkezcilik sunağında kurban etmeleri gibi. Bu düşünürlerin takipçileri ve post-Marksist radikalizmin bu ailesinin diğer düşünürleri, Marksizmi Avrupa Merkezci Aydınlanmanın farklı bir türü olarak teşhir etmeye adanmışlardır.
Ne var ki, bunu yaparken dayandıkları Aydınlanma-sonrası teoriler, en az Marx ve Engels kadar beyaz ve Avrupalı olmakla kalmazlar, tarihsel materyalizmin kurucularının aksine, hiçbir zaman kendi dönemlerinin Avrupa devletlerinin devrimci tarzda yıkılması mücadelesine girişmemişlerdir.1
Habeas Viscus’ta Alexander G. Weheliye şöyle yazar:
Foucault’nun ve Agamben’in fikirlerine [diğerlerinin arasında] üzerine inşa edildikleri tarihsel, felsefi veya politik temeller irdelenmeksizin sıkça başvuruluyor. Bu, kanımca, Avrupalı düşünürlerin geliştirdikleri teorik formüllere kavramsal anlamda açık çek veren daha geniş bir eğilimin göstergesidir. Foucault ve Agamben’in kavramları bir dizi farklı zaman-mekansal bağlama yerleştirilebilir görülmektedir çünkü bu yazarlar (ırksal kölelik, sömürgecilik, yerlilerin soykırıma uğratılması vb. üzerine yazmış, beyaz olmayan akademisyenlere zıt olarak) açık şekilde radikalleştirilmiş bir görüş açısından konuşmamaktadırlar, ki bu da, onların fikirlerine daha fazla saygınlık kazandırmaktadır, ve bir kez daha azınlık söylemini yerinden etmektedir. (Weheliye, 2014: 6)
Her ne kadar Weheliye, Marksizmi de aynı hatalardan dolayı suçlu görmekteyse de, Marksizmin doktriner tarzda reddedilmesinin arkasındaki sorunları da teşhis etmektedir. Habeas Viscus’un bütünü, eleştirel teorinin, kendisini Marksist olmayan “radikal” geleneklere dayandırma çabalarının derinlemesine Avro-merkezci olduğu halde, bu teorik avadanlıkların eleştirisizce benimsenmesi nedeniyle kendisini farklı sunduğunun incelenmesine ayrılmıştır. Dahası, her ne kadar Weheliye bu kavramların bazılarını kendi teorik yaklaşımı doğrultusunda incelese dahi, bunların Marksist teoriden kaynaklanan kavramlara göre daha az ya da daha çok doğru olduğuna dair bir belirleme yapmıyor, Marksizmin Avrupa’dan kaynaklanan diğer teorilere göre daha Avro-merkezci olduğunu söylemiyor, buradan hareketle Marksizmi de bir kenara koymuyor.
Benim duruşum ise, birçok devrimci hareketin ve büyük dünya tarihsel devrimlerin duruşuyla aynıdır; bütün teorik eğilimleri bir tutamayız. Bugünün moda eleştirel teorisyenleri çeşitli post-Marksist Avrupalı teorik eğilimleri üstün tutarak Marksizmi red ve mahkûm ederken, ben ise tersine, Marksizmi üstün tutarak bu teorileri mahkûm ediyorum. Daha açık olmak açısından şunu da belirteyim; bu eğilimlerin kimi içgörülerini ödünç alamayacağımızı söylemiyorum, sadece, eğilimler olarak alındıklarında (Marksizmin iddia edilen kusurlarına bakılmaksızın) Marksizme göre teorik bakımdan daha aşağı konumda olduklarını belirtiyorum.
Weheliye her Avrupalı teorik eğilimi “açık çek verilen beyaz Avrupalı düşünürler” durumuna indirgiyor, ama, bu indirgemede, temel noktayı kaçırıyor: Bu açık çek durumunu açıklayabilecek ve üstesinden gelebilecek olan sadece Marksist eğilimdir, böylece yalnızca Marksizm teorik bir filiz üretirken onun hatalı yönlerini eleştirebilir, çünkü o bir bilimdir.
Marksizme bağlı olan bizlerin bunu diğer teorik eğilimlerin karşısında üstün tutabilmemizin sebebi, Marx ve Engels tarafından kurulan teorik yörüngenin, ismiyle tarihsel materyalizmin, bilimsel olan yegane yörünge olmasıdır. Marksizmin hoşnutsuzlarınca geliştirilen veya kullanılan ve ‘radikal’ denilen teorilerin aksine, tarihsel materyalizm, bazı akademisyenlerin gerçeklik hakkındaki fikirlerine dayanan bir beşeri bilimler süslemesinin, ilgi çekici bir kavramlar setine dönüştürülmesinden ibaret değildir. Daha ziyade o, bir hakikat sürecini üreten, doğal olguların doğal açıklamasıdır, dolayısıyla da bilimin alanına girer. Aynı zamanda, tam da bu iddiadır ki, Marksizmi, baştan beri tarihsel/sosyal bir bilim kavramını sarsmak ve ortadan kaldırmak isteyen teorilerin günah keçisi yapmıştır.
1) Modası geçmiş iddia
“Marksizm bilimdir” iddiası hızla tartışmaya yol açar. Bir yandan o, bilim kategorisinin kendisine yönelen tuhaf tepkileri davet eder; bunlara göre, bilim kavramının kendisi ya baskıcıdır ya da en azından teorik bakımdan din ya da ruhanilik kavramlarıyla özdeştir. Diğer yandan, bu iddia, “pozitif bilimler” (fizik, biyoloji, kimya) dışındaki alanların bilimselliği iddiasının tarihin ve toplumun teorisini yapanların haddini aştığını düşünenlerin kızgınlığını kışkırtır ─hem bilimi “pozitif bilimlere” indirgeyen gericilerin ve bu ayrıma katılmakla birlikte kendi ayrıcalıklı alanlarını korumak isteyen beşeri bilimler akademisyenlerinin.
Ancak eğer bizim bir inceleme nesnesini anlamakta birinci görevimiz onun ne olduğunu, onu diğer nesnelerden ayıranın ne olduğunu açığa çıkartmak ise, o zaman Marksizmin kurucularının, Marx ve Engels’in iddialarını bir kenara atamayız. Keza, onları takip eden büyük teorisyenlerin de dünya tarihsel devrim karşısında, Marksizmin bilim olma amacındaki, özgün bir inceleme alanı olduğu yönündeki iddialarının de üzerinden atlayamayız. Tarihsel materyalizm bir bilim olarak kurulmuş ve geliştirilmiştir (bir tarih ve toplum bilimi, nihayet bir devrim bilimi). Dolayısıyla, tarihsel materyalizm, tarih ve toplum bilimi olarak zaten zorunlu olarak içerdiği felsefe, sosyoloji, teoloji, ya da insan deneyiminin başka herhangi bir kategorisi olarak kurulmamıştır.
Marksizmi, bilim olma iddiasına güldükleri için reddeden gericiler ve liberaller, neyin tehlikede olduğunu anlayabilirler. Karl Popper, bilimi Marksizmi dışarıda bırakmak üzere teorize etti ve Marksizmi Freud ve psiko-analizin başarısız bilimsel girişimleriyle aynı seviyeye yerleştirdi. Başka bir yerde de işaret ettiğim üzere, Popper, toplumsal kategorileri bilimsel olmayan tarzda ele aldığı için, niyetinden bağımsız olarak Marksizme küçük bir hizmet sundu: onun yanlışlanabilirlik kavramsallaştırması bilimin ayrıcalıklı alanından tarihsel materyalizmi dışlamaz, tersine, Marksizmi tarihsel bir süreç olarak ele almaya üşendiği için, içerilmesine yol verdi. Tarihsel materyalizm gerçekten de, bilimsel doğruluğunun kıstaslarından birisi olarak, yanlışlanabilirlik (ya da onun tersi, “sınanabilirlik”) iddiasında bulunabilir: devrimler, geliştirilen teorik zeminlerin sınanabileceği ve varsayımların yanlışlanabileceği bir deney potasıdır ––ve bu sayede, onun münferit bir bilim olarak gelişimini yargılayabiliriz.
Devrimlerin (özellikle de ‘dünya-tarihsel devrimlerin’) bilimin deney tüpü ya da laboratuvarı olması kavramını Continuity and Rupture’da tartıştım. Basitçe ifade edilirse, teoriler bu devrimlerde sınanır ve bunların doğruluğu başarılı olmalarına ve bu başarıların yinelenebilir olmalarına bağlıdır (yani örneğin, öncü parti teorisinin doğru olduğu ispatlanmıştır, çünkü sadece başarılı olmamış, aynı zamanda bu başarı yinelenmiştir de). Ama, tüm bilimler gibi, bu bilim de, teorinin o güne değin çözemediği sorunlarla karşılaştığında sınırlarına ulaşır. Benzer biçimde, Newton fiziği sınırlarına ulaştı ve sorunsalının karşılaştığı soruları çözemez hale geldi, dolayısıyla Einstein’cı bir paradigma kayması ihtiyaç haline geldi. Tabii ki, laboratuvar benzetmesi, bütün benzetmeler gibi, kusurlar taşımaktadır, çünkü, devrimci bilimdeki teorik bir izlekte ulaşılan sınırlar, fizikçi ya da bioloğun ulaştığı sınırlara benzemez. Devrimci bir bilim için sınıf mücadelesi “laboratuvarında” teorik zeminde çözülemeyen sorunlarla karşılaşmak, şiddetli bir kargaşa ile sonuçlanır.
Burada, tarihsel materyalizmin neden bilim olduğunun gerekçelerini veya onu nasıl bir bilim olarak ele almamız gerektiğini açıklamakla ilgili değilim, zira bunları zaten The Communist Necessity ve Continuity and Rupture başlıklı kitaplarımda ve çeşitli makalelerimde tartıştım. Bu makaledeki odak noktam ise, eğer bir bilim ise, bu Marksizme bir teori olarak, diğer teoriler karşısında ne yükler, ve bu anlayış, eğer doğruysa, Marksizmi nasıl anlama davet eder sorularını ele almaktır. Eğer gerçekten bir bilimse ─ki, başka yerlerde buna dair iyi gerekçeler sunduğumu düşünüyorum (Marx ve diğer teorisyenlerin sunduğu gerekçelerle birlikte)─ eğer durum buysa, kıta Avrupasından kaynaklanan diğer teorilerle aynı düzeyde ele alınamaz, aradaki düzey farkı belirtilmelidir, oysa kendisinin de belirttiği üzere, Weheliye bunu yapmamıştır.
Ne yazık ki, Marksizmin bir bilim olduğu öne sürüldüğünde, günümüzün pek çok Marksistinin de itirazlarıyla karşılaşmaktadır. Bu itirazlarla The Communist Necessity yayımlandığında somut olarak ben de karşılaşmıştım. Geçmişte teorik zeminleri için çok hayati olan şeyleri bugün tartışmalı bulan Marksistler vardır. Onlar, bilimsel iddialara sürekli şüpheli yaklaşan ama eş zamanlı olarak, bilimsel otoriteyi yalnızca fizik, biyoloji, kimya ve matematik alanlarına tanıyan bir duruma uyum sağlamışlardır. Böyle bir bağlam içerisinde, bilimsel otorite iddiaları, ayrıcalıklı alanlar dışından geliyorsa, şüphe ile karşılanmaktadır. Dolayısıyla, Marksizmin bir bilim olduğunu öne sürmek, bir zamanlar Marksizmin öz anlamı olsa da, bugün şüpheyle karşılanmaktadır ─özellikle de Aydınlanma-sonrası bağlam içerisinde, daha sonra da tartışacağımız üzere, ‘radikal’ teorinin bazı türlerinin bilimsel otoriteyi genel olarak sorguladıkları şartlarda. Her durumda, Marksizm beşeri bilimler denilen alanın içine doğru girmektedir. Marksizmin doğruluğuna inananlar için şüphesiz ki ayrıcalıklı bir alan, ne var ki, böylece, artık ‘beşeri bilimler’ gamına giren diğer teorilere üstünlüğünün doğruluğunu savlamak için bir neden kalmaz. Teorik bir zemin olarak, yalnızca tarihsel materyalizmin bilimsel mana iddiası onu farklı kılıyor ve hatta Avro-merkezcilik ithamlarını boşa çıkartmasını, onları başka herhangi bir teorik eğilimin yapamayacağı şekilde aşmasını sağlıyordu.
Ancak, Continuity and Rupture’da belirttiğim üzere:
“Bilimsel” kategorisini reddeden Marksistler, tarihsel materyalizmi öncelemek için meşru bir gerekçeye sahip değillerdir, zira teorik beğeni dışında hangi nedenle Marksizmin diğer teorilere üstün olduğunu söyleyemezler. Belki de bilimi, terimin daha eski bir anlamına göre tanımlamalıyız ya da belki kendimizi sadece “bilimsel yaklaşım” niteleyeniyle sınırlamalıyız. Ancak bu ayrımı tümden ortadan kaldırırsak, tarihsel materyalizmin önemini ancak anlambilimle oynayarak sürdürebiliriz. (Moufawad-Paul, 2016: xiii)
Yani, “bilimsel” nitelemesini bir kenara attığımızda, kendimizi Marksist ilan etmek, dolayısıyla Marksizmin diğer sosyal teorilerden üstün olduğunda ısrar etmek anlamsızlaşır. Tarihsel materyalizm hangi anlamda bazı post-yapısalcı veya post-Heidegger’ci teori yapılarından üstündür, özellikle de hepsi Avro-merkezcilikte kesişiyorsa? Açık ki, kişisel beğeni burada bir kıstas olamaz, tıpkı muz yerine çileği tercih etmek gibidir, bir seçeneğin diğerine neden tercih edileceğine dair anlamlı bir sebep sunmaz. Felsefi etkililiğe başvurmak daha anlamlı olabilir, fakat, burada da Weheliye’nin ve diğerlerinin eleştirisinde olduğu gibi, ikilem yine bütün Avrupalı sosyal teoriyi aynı probleme indirgenerek konulmuş olur. Ancak daha da önemlisi, bu koyuş, Marksizmin felsefi indirgemeye karşı yönelen özsel anlamının üzerinden atlanmış olur.
Yakında çıkacak olan kitabım Demarcation and Demystification’da tartıştığım üzere; Marx, Feuerbach’tan kopuştuğunda, felsefe-için-felsefe’den de kopuştu. Bu kopuşmanın sinyalini Feuerbach üzerine 11. Tez’inde vermişti. Marx’ın döneminin en büyük çizgi mücadelelerinden birisi, aslında, bilimin toplumsal alandaki anlamı üzerine verilmişti ve Engels’in yazdığı, Marx’ın da editörlüğünü yaptığı Anti-Dühring’de bu yaklaşım ifade edilmişti. Marksizmin gerçekte bir bilim olmadığını iddia etmek, ya da Marksizmin ancak bilimin sınırları dışında bir sosyal teori olarak toparlanabileceğini öne sürmek, inceleme nesnesine ciddi hasar vermek ve aslında onu Marksizm-olmayan başka bir şey haline getirmektir.
Marksist teorik zeminin pek çok boyutu tartışılabilir, kaldırılabilir veya değiştirilebilir –ki bu yapılmıştır da– ancak Marksizmin kimi temel boyutları vardır ki, bunlar Marksizmi kendisi yapan şeylerdir ve bunların kaldırılması Marksizmi başka bir şeye dönüştürecektir. Dahası, yalnızca Marksizmin bir bilim olarak kavranması yoluyla onun gelişimi ve dönüşümü tutarlı biçimde kavranabilir. Marksizmin çeşitli yörüngelerini tıpkı kostümlerle dolu bir gardroptan giysi seçmek gibi serbestçe seçebileceğimiz seçenekler olarak görmek yerine, bilimsel bir perspektif x yörüngesinin neden y yörüngesine göre daha geçerli olduğunu anlamamızı sağlayacaktır. Böylece, sınıf mücadelesinin çıkartılmasının “revizyonizm” anlamına geldiğini görebiliriz, zira bu tarihsel materyalizmin kurucu bir tezinin reddi anlamına gelecektir, tarih, sosyal sınıflar arasındaki kavga nedeniyle tarih haline gelmiştir ─bu bilimsel bir değerlendirmedir. Marksizmin bir bilim olmaksızın da Marksizm olarak kalabileceği iddiası, bu teorik zeminin temel kimliğinin inkarı anlamına gelecektir, ki bu sınıf mücadelesinin inkarından bile daha derin biçimde Marksizmi bozacaktır, zira sınıf mücadelesinin kendisi bile ancak bilimsel olarak ele alınabilir. Sınıf mücadelesi tezi, ancak bilimsel süreç uyarınca oluşturulmuş ve kavramsallaştırılmıştı.
Dolayısıyla, Marksizmi bir bilim olarak ilan etmek, bir kişinin kendisini Marksist ilan edebilmesinin yegane yoludur. Bu ilan, aynı zamanda, Marksizmi Avro-merkezcilik ve Marx’ın beyazlığı üzerine yavan ithamlara karşı savunmamızı da mümkün kılar. Marksizm, kendisine yöneltilen bu eleştirileri bir bilim olduğu için aşabilir, oysa Marksizm eleştirmeni sosyal teoriler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Günün sonunda, yerçekiminin mekanik teorisi hakkında konuşurken Newton’un bir beyaz Avrupalı olmasının bir ehemmiyeti yoktur: yukarıya çıkan, sömürgecilikten bağımsız olarak, yerçekimine tabi kalarak aşağıya inmelidir.
2) Bilimsel bütünselliğin sorunlu yörüngesi
Daha önce de bahsedildiği üzere, bilimi ayrıcalıklı bir inceleme alanı olarak toptan reddeden bir eğilim söz konusudur. Sayısız anti-aydınlanmacı teorik eğilim, bilim kategorisinin kendisini şiddeti toptanlaştıran bir anlatı düzeyinde indirebilmek için büyük bir enerji harcadı. Bilim, Aydınlanmanın yıkıcı boyutlarıyla bağlı Avrupalı bir mefhum olarak kavramsallaştırıldı, evrensel iddiaları nedeniyle öldürücü olduğu öne sürüldü. Dolayısıyla, eğer bilimsel otoriteye yönelik her türlü talebi özünde sömürgeci ve öldürücü kabul edeceksek, Marksizmin bilimsel otorite talebi gerçekten de Marksizmin öneminin altını oyacaktır.
Ancak, haydi dürüst olalım: bu gibi anti-bilimsel savlar bugün akademinin belli kesimlerinde moda olsa da, bunları öne sürenler hergünkü yaşam pratiklerinde bu savlara bağlı kalmıyorlar; kaçınılmaz olarak çeşitli tutarsızlıklara düşüyorlar. Bu savları öne sürenler hayatları boyunca bir kez dahi doktora veya hastaneye gitmeyi reddetmedikleri sürece, ya da hayatlarını fal şemalarına göre2 sürmedikçe ve bilimin sağladığı araçlardan (bilgisayarlar, akıllı telefonlar, vb.) vazgeçmedikçe, dürüst değildirler.3 Gerçekten de aşı karşıtları ve ilkelciler (primitivists) modern bilimin reddine adanmış hayatlar sürmektedirler, ne var ki, bu aydınlanma karşıtı akademisyenler onların saflarına katılmakla ilgili görünmemektedirler. Bir kenar notu olarak, Aydınlanma karşıtı aşırı görüşlerin Kuzey Amerikalı nüfusun ayrıcalıklı kesimi içindeki popülerliği araştırılabilir ─acaba neden en beyaz ve en zengin nüfus kesimleri bu anti-bilimsel zırvaları benimsemekte en hevesli olmaktadır ve neden bu bilim düşmanlığının bilimsel olduğunu öne sürmektedirler. Çeşitli alanlarda bilimsel ilerlemeye egemen sınıfın aracılık ettiği açıktır, ancak bu aracılık, bu ilerlemeyi gerçek dışı kılmaz; erişilmez ve çarpıtılmış kılar. Bu ise tam olarak, toplumsal olgulara dair Marksist analizin gizemini çözdüğü şeydir. İşte bu yüzden, Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nin o çalakalem yazılmış dipnotunda, sadece tarih bilimini tanıdıklarından bahsediyorlardı. Ne var ki, bunların hiçbiri, bilimin süreçleri tekrarlanabilir hale getirdiği gerçeğini değiştirmiyor ve bilimi onda algılanan Avro-merkezcilik nedeniyle reddetmek burada hiçbir anlam ifade etmiyor. Bilimsel bilgi sayesinde üretilen insan yapımı mallar vardır ve biz bunları gündelik olarak kullanabiliyoruz ve onlara güvenebiliyoruz çünkü bilimsel inceleme yoluyla oluşturulan ilkeler doğrudur. Örneğin, akıllı telefon açık bilimsel ilkelere göre işlemektedir, hüsnükuruntulara göre değil.
Aslında, kapitalizm bilimsel gelişme tekelini elinde bulundurduğu ya da bilimin kimi ilkeleri burjuva hakimiyeti döneminde oluşturulduğu, dolayısıyla vahşi amaçlar için kullanıldığı gerekçesiyle bilimin “yanlış” olduğunu öne sürmek, kapitalist ideologların, burjuva toplumsal ilişkiler altında üretilen teknolojileri kullanan sosyalistlere “ikiyüzlü” demeleri gibi ahmakça ve gülünç iddialara geçerlilik kazandıracaktır.
Burjuva üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin kendi hakimiyetleri altında proletarya tarafından da geliştirildiğini karartması örneğindeki gibi, Avrupa kapitalizminin ve sömürgeciliğinin gelişimiyle bağlantılı olarak sağlanan bilimsel ilerlemelerin pek çoğu da baş eğdirilen topluluklardan çalınan bilimsel bilgi sayesinde mümkün olabilmiştir. Sömürgeci ideologlar bir yandan sadece Avrupalı insanın aklî ve bilimsel olabileceği yalanını öne sürer, Avrupalı olmayan toplumları “ilkel” olarak nitelerken, diğer yandan ise sömürgeleştirdikleri ve katlettikleri halklardan bilgi gasp ettiler ve mülklerine geçirdiler.
Bu anti-bilim söyleminin daha incelikli bir türü de vardır. Bu söylemde suç, genel olarak bilimden, Avrupa Aydınlanmasına kaydırılır. Post-modern/ post-yapısalcı felsefeden, özellikle de Michel Foucault’nun eserlerinden türetilmiş bu anti-bilim söylemi, erken kapitalizmin ve sömürgeciliğin kötülüklerinden ötürü, erken modernlik döneminde yapılmış bütün bilimsel buluşları sorgulamaya çağırır. Burada vurgu, Aydınlanmanın “toptanlaştırıcı” (totalizing) boyutu üzerindedir. Genel bir bilim karşıtlığı çamurunda yuvarlanmaktansa, burada, Aydınlanma’nın başka bilgileri nasıl dışladığı ele alınır. Hakikaten de Avrupa Aydınlanması döneminde hakim olan toplumsal ilişkiler bilimsel araştırmanın hem amacını hem de uygulamasını bozduysa da, bir kez daha, buradaki sorun oluşturulan bilimsel ilkeler değil, onların oluşturulma yordamıydı, keza bilimsel mantığın sınıfsal tekelleştirilmesiydi. Daha önemlisi, Marksizm bu gerçeği ortaya çıkarır: bütün bilimsel çalışma, bilim insanları sınıf pozisyonlarına sahip oldukları için, ideoloji tarafından etkilenir.4 Aydınlanma bilimi, her ne kadar bilimsel hakikatin temel kavramlarını üretmekte başarılı olduysa da, gerçekten de o dönemin kapitalist-sömürgeci ideolojisi tarafından engellenmişti.
Daha önce yine abstrakt dergide yayınlanan “Muzaffer Felaket Belirtileri: Modernite ve Hoşnutsuzlukları” başlıklı makalemde de tartıştığım üzere, Aydınlanma düşüncesinin, en az ona en az atfettikleri kadar “toptancı” biçimde reddedilmesi yerine ─Samir Amin’in, Marksizmin ‘moderniteyi eleştiren bir modernite’yi temsil ettiği savı doğrultusunda─ Aydınlanma’nın ve modernitenin doğru tarzda ele alınması, neler olduğunu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Her halükarda, bilim karşıtı konumun bu daha “incelikli” türü de, açık bilim karşıtlığından savucularının iddia ettiği denli farklı değildir, zira vargıları genelde aynıdır.
Bilimsel ilkeler, eğer bilimsel ilkeler olarak oluşturulmuşlarsa ve tarihsel testlere dayanabilmişlerse, varlıklarını çevreleyen ideolojik çarpıtmalardan bağımsız olarak, doğrudurlar. Doğal seçilim (şu ana kadarki bilgilerimize göre) doğrudur, Darwin’in Avrupa şovenisti olması bunu değiştirmez. Antibiyotiklerin varlığı bunu ispatlamaktadır. Aynı zamanda, tarihsel materyalist olanlar bilir ki, Darwin, egemen sınıfların egemen fikirlerinden etkilenmiştir. Dolayısıyla, evrimin motorunu açıklarken kullandığı, adeta Malthus’un nüfus teorisinden alınmış gibi duran dili, Herbert Spencer’ın Sosyal Darwinciliğine kolayca aktarılabilmiştir. (Sapp, 2003: 52-54)5 Her ne kadar Spencer akademide genel bir nefrete mahkum edilmişse de, onun uzak teorik akrabaları, örneğin Evrimsel Psikoloji, hala kendisini korumaktadır. Ancak tarihsel materyalizm, yani toplumsal olanın bilimi, bize, bilim ve ideoloji arasındaki aayrımları titiz biçimde takip etme ve bu ikisinin birbirini karşılıklı belirlediği yolları tanıma olanağını sunar.
Dahası, hakim bilimsel söylem tarafından diğer bilgilerin dışlandığına dair iddialar, bilim-olarak-bilimin yanlış olduğunu ispatlamaz ─bilimin ürettiği ürünler bunu dolaysızca ispatlar. En iyi durumda, bu iddialar, bilimsel inceleme üzerindeki sömürgeci-kapitalist tekelin, inceleme sürecinde el koyduğu kadar bilgiyi dışladığını ve diğerlerinin incelenmesinden çok daha fazla öğrenebileceğimizi gösterir: bunu, çevre üzerine çalışan bilim insanlarının ortaya çıkardığı çeşitli Yerli topluluklarının bastırılmış bilgilerinin, sürdürülebilir hayatlar yaşama ihtimalini kanıtlamasından biliyoruz. En kötü durumda ise, dışlanmış bilgi gelenekleri üzerine iddialar, bizi kültürelci gizemlileştirmenin şartsız kabulüne götürebilir. Sömürgeleştirilmiş ya da geçmişte sömürgeleştirilmiş bir topluluğun bir hakikat iddiasında bulunması onu mutlaka doğru yapmaz, tıpkı sömürgeci ulusların bünyesinde gelişen anti-bilimsel iddialar gibi (örneğin Altı Günde Yaradılışçılık, aşı karşıtlığı, “kimyasal iz” teorisi6, etno-milliyetçilik, cinsiyet ve seks üzerine muhafazakar yaklaşımlar vb.) ve dolayısıyla bilimin bazı bilgileri dışlaması her zaman yanlış değildir. Aslında, bilim, yanlışlığı ispatlanan her türlü hakikat iddiasını, kökeni ne olursa olsun dışlamalıdır. Bu, bilim insanının çeşitli sosyal dogmalara bağlı olması sebebiyle, bilimsel araştırmanın ideolojik kertede, yanlış biçimde hakikatleri dışlayabileceği anlamına gelmiyor, sadece bunun dışındaki durumlarda dışlamanın doğru olduğunu belirtiyoruz. Örneğin, biyoloji disiplininden Altı Günde Yaradılış tezini dışlamamıza, herhalde sadece Hıristiyan köktendinciler itiraz edebilir.
Dahası, bu kültürelciliğe kayma eğilimini, ezilen halkların önemli devrimci teorisyenleri yıllar önce reddetmişlerdi. Bu geçmişten öğrenirsek iyi ederiz. Frantz Fanon bu kültürelciliği Yeryüzünün Lanetlileri’nde sert biçimde eleştirmişti. Abdulrahman Babu, Julius Nyerere’nin kültürel milliyetçiliğini African Socialism or Socialist Africa’da mahkum etmişti; burada anımsatmalıyız ki, Babu, Zanzibar’da devrime önderlik ederken, Nyerere, kültürelcci hakikatlere olan eğilimi ile, ABD ve Britanya ile bu devrimi yok etmek için çalışıyordu. (Wilson, 2013) Samir Amin, Bandung Konferansı’nın öncesinde ve sonrasında Üçüncü Dünya mücadelesinin içindeki eğilimleri analiz ederek, birçok kitabında, bu türden bir anti-bilimsel kültürelciliğin, her anti-sömürgeci/anti-emperyalist harekete karşı ciddi bir tehdit oluşturduğunu saptamıştı.
Kültürelciliğin bu çağdaş yeniden eklemlenmeleri, bilim karşıtı ve Aydınlanma karşıtı iddialarla birlikte, Marksizmin önemini inkar etmek için birleşiyorlar. Gerçekte, bu şikayetler genelde Marksizme yanıt olarak geliştiriliyor, Marksizme devrilmesi gereken büyük dava olarak bakıyorlar, bilime, Avrupa Aydınlanmasına ve karşı geliştirdikleri savlar ve kültürelciliğe başvurmaları, temel olarak Marksizme saldırmak içindir. Bu savların büyük çoğunluğunun ortaya atılma sebebi, Marksimin varlığına karşı, onun (ve Marx izahatçılığının [Marxplaining] -sosyal medyada dolaşan etkili bir terim) neden zamanı geçmiş ve hatalı olduğunu açıklamak içindir. Marksizm gerçekte Aydınlanma düşüncesine ve bilime eleştirel yaklaştığı halde, Aydınlanma ve bilim eleştirisi altında Marksizmi ayırarak ona saldırmak, bu anti-bilimsel teorik akımların gerçekliği hakkında bize çok şey söylüyor. Marksist devrim kavramına ve bu kavramın ortaya çıktığı tarihe muhalefet etmek her şeyden daha büyük ilgi konusudur onlar için. Neden o kadar çok radikal düşünür, yerçekimi kanununa göre yaşarken, ya da akıllı telefonların veya içten yanmalı motorların sihirli formüllere değil bilimsel ilkelere göre çalıştığını kabul ederken, Marksizmle karşı karşıya geldiklerinde, neden bilimin doğruluğu üzerine büyük açıklamalar yapmaya başlıyorlar ve bu açıklamalarında nasıl oluyor da aşı karşıtları veya Altı Günde Yaratımcılarla esasen özdeş konumlara düşebiliyorlar? Burada başka bir şeylerin döndüğü açıktır, ki o ‘başka şey’, Marksizmin temsil ettiklerine karşı bir antipatidir.
3) İstisnai mekanlar
Marksizm sonrası doğan, Marksizm olmadan var olamayacak, kurucu kimliği Marksizmle gölge dövüşü yapmak olan bu felsefi akımlara bağlanmış düşünürlerin Marksizmi yerleştirdiği özel bir antipati alanı vardır. Eğer bu antipati, Marx’ın Avrupalı olmasına bağlanıyorsa, tekrar edelim ki burada bir tutarsızlık vardır: Marksizm-sonrası teorik oluşumun çok daha zararlı olan Avrupalılığı genel olarak ihmal edilmekte, üzerinden atlanmaktadır.
Dahası, Nietzsche ve Heidegger’in genellikle bu post-Marksist ortamın teorik ilham kaynağı olduğu gerçeği ile birlikte (ilki Foucault ve Lyotard için, ve ikincisi Derrida ve Agamben için), özgürleştirici iddiasında olan bu akımların Marksizme yönelttiği özel antipati oldukça tuhaf hale gelmektedir. Nietzsche ve Heidegger, Marksizme Avromerkezci olmayan alternatifler için oldukça tuhaf tercihlere benzemektedir: İlki, kitlelerin “köle ruhuna” öfkeyle dolu tam bir burjuva Avrupalıydı; ikincisi ise, Nazi partisinin adanmış bir üyesiydi. Nietzsche ve Heidegger’ın Marksist gelenekten ayrışan ve alternatif teorik referans noktası olarak kabul edilebilecek ortak yönü ise, bilim diliyle, yani bütünleştirici bir dille konuşmamalarıydı, aslında bu dili (sırasıyla) kendi parçalı ya da ontolojik yaklaşımları için reddetmişlerdi. Bütünleştirmeye çalışan, kaçınılmaz olarak yıkıcıdır; bütünleştirmeyi ya da Avrupa Aydınlanmasını reddeden ise tersinden ilerici muamelesi görmektedir. “Sömürgeleştirme” gibi kavramların, sömürgelerin oluşturulduğu gerçek dünya olayından ziyade bütünleştirici anlatıları nitelemek için kullanıldığı bir yer değiştirme meydana gelir. İlkinin somut, elle tutulur gerçekliği, ikincisinin mecazî ifadesi içinde buharlaşır gider. Marksizm, Avromerkezcilik suçlaması karşısında kendisini savunmaya zorlanırken, bu diğer eğilimler ─tam bir Avromerkezci burjuva savunucusunun parçalı anlatılarına ve bir Nazi’nin radikal ontolojisine dayanıyor olmalarına rağmen─ Aydınlanma düşüncesinden kopuştuklarını iddia ettikleri gerekçesiyle saygıya değer görülürler.
Buraya nasıl geldik?
Marksizmin, onsuz bir teorik eğilim olarak manasız kalacağı, temel iddiasına dönelim: tarihsel materyalizm bir bilimdir. Yine, bu iddianın neden anlamlı olduğuna dair savlarımı başka bir yerde serimlediğim için, burada kendimi tekrar etmeye gerek görmüyorum. Daha ziyade, “tarihsel materyalizm bir bilimdir” ifadesini bir aksiyom olarak ele alıp, bunun Marksizmi, radikal biçimde ilerici olduğunu iddia eden diğer akımlardan nasıl ayırdığını incelemek istiyorum. Özel olarak da, bu iddianın ve sadece bu iddianın, günümüz Marksistlerinin kendilerini bu teorik zeminde temellendirmelerini sağlayacağını tartışmak istiyorum.
Her şeyden önce, daha önce de belirtildiği gibi, Marksizmin Avromerkezci olduğu eleştirisi (ve daha da kaba bir eleştiri olarak Marx’ın beyaz bir Avrupalı olduğu) bu eleştirilerin dayandığı teorik eğilimlerin çoğunluğu için de geçerlidir. Örneğin Edward Said’in Şarkiyatçılık’ta geliştirdiği Marx’ın Avromerkezciliğine yönelik eleştiri, Marksizmin “post-kolonyal” reddi için bir modeldir. Marx’ın Hindistan üzerine, erken dönem ham gazetecilik yazılarından hareketle Said’in yaptığı eleştiriler ─ki, bu yazılar hakikaten berbat derecede Avromerkezcidir─ Marx’ın bütün projesinin alelacele genelleştirilmesine vardırılır. “Marx kendi tezlerini sosyo-ekonomik devrimle temellendirmeye çalışıyordu”, yazıyordu Said, “ancak kısmen de, Şarkiyatçılığın hem içsel olarak pekiştirdiği hem de alanın ötesinde sunduğu, Şark’a ilişkin her önermeyi denetleyen hacimli bir yazılar toplamını hemen elinin altında bulmuş gibiydi.” (Said, 1979: 155)7 Buradaki ima, temellendirilmesinin geniş kısmı toplumsal olanın, özellikle de Avrupalı-olmayan toplumsal oluşumların yanlış yorumlanmasına dayandığı için, Marksizmin içsel olarak kusurlu olduğudur.
Said, Marks’ı şarkiyatçılıkla itham etmesine karşın, sıra bir bütün olarak Marksizme geldiği zaman, yumruklarını bir nebze geri çeker. Antonio Gramsci, Louis Althusser ve Enver Abdel-Malek (‘şarkiyatçılık terimini geliştirmiştir) gibi Marksistlerin eserlerinden yararlandığını göz önünde tutarsak, bu teorik zemini tümüyle reddedemeyeceğini anlarız. Said’in Marx’a yönelik eleştirisini bir bütün olarak Marksizme saldırmak için kullanan, daha ziyade Said’i izleyen post-kolonyalistler olmuştur. Said’in Marx’a saldırırken, Foucault’cu bir analizi öncelemiş olması, Marksist akıl-merkezliliğe yönelik post-kolonyal eleştiriyi güçlendirecekti.8 Marx karşısında Foucault’nun bu öncelenmesi, ilki şarkiyatçılıkla itham edilirken, ikincinin sorunsuz ve soyut bir teorisyen sayılması, önemlidir. Neden Said Foucault’cu bir yorumbilimi öncelerken, Foucault’yu merkeze alan bir konum üzerinden Gramsci’nin ve Abdel-Malek’in Marksizmine yanaşmaktadır? Foucault da Avrupalı bir düşünürdü ve Said tarafından benimsenmesi ve onun merkezi teorik yöntemine katkıda bulunması tuhaftır ─hele de eserlerinin sömürgeleştirme ve ırksallaştırma deneyimlerinin dışlanmasına hizmet ettiğini düşününce. Marx ve Engels, bütün hatalarına rağmen, hiç değilse sömürgeciliğin ve köleliğin yarattığı yağmadan bahsettiler, bu süreçleri kapitalizme bağladılar. Foucault ise, ırksallaştırma/ırkçılık üzerine çok ender düşünmüştür (bununla ilgili düşünceler sadece Toplumu Savunmak Gerekir’de bulunur) ve sömürgeleştirmeden sadece mecazî anlamda bahsetmiştir, gerçek bir dünya süreci olarak değil, bütünleştirici anlatıların kalıtımsal parçaları ele geçirip bastırmasının yollarında olduğu gibi. (Weheliye, 2014: 58)9 Foucault’nun Avrupa sömürgeciliğinin gerçek dünyasal tarihini anlamaktaki ve ele almaktaki başarısızlığı, kendi başına onun kavramlarını değersiz kılmaz ─bu kavramlar onu izleyen Said gibi radikal teorisyenler tarafından edinilebilir ve yeniden anlamlandırılabilirdi, ki öyle de olmuştur─ ancak bu durum bizi şu soruyu sormaya götürmelidir: Doğrudan doğruya bu sorunları ele alan Marksizm reddedilirken, Foucault’nun teorik çıktısı, benzer durumdaki Avrupalı Marksist-olmayan düşünürler gibi, nasıl bu kadar rahat kabul görmektedir?
Eğer Marksizm bir bilim değilse, bu post-Marksist teorik eğilimlerden daha kötü olamazdı. Her ne kadar Avrupa Aydınlanması ile ilişkisi onu şüpheli konumuna yerleştirse de, böyle bir şüphe, Kale Avrupasının sınırları konusunda çok daha az şüpheci olan ve Avrupa’ya göbekten bağlı olan öbür Avrupalı teoriler bakımından daha da fazla geçerlidir. En azından Weheliye’nin yöntemini izleyip, bütün bu teorik eğilimleri eşdeğerde ele almalı ve bu Marksist-olmayan Avrupalı radikalleri de Avromerkezcilik eleştirisine tabi tutmalıyız. Ve eğer durum buysa, Marksist zemin (bilimsel olarak anlaşılmazsa), Marksizmi reddetmek için kullanılan diğer teorilere üstün olamaz, ne var ki, onlardan aşağı konumda da değildir (çünkü Weheliye’nin de işaret ettiği üzere, bu aynı teoriler de Avromerkezcilik eleştirisine maruz kalmaktadırlar). Dolayısıyla, Foucault, Derrida, Agamben ve diğer benzer düşünürlere dayananlar tarafından yapılan “Marksizm Avrupa merkezcidir” ithamı içsel olarak tutarsızdır. Aynı zamanda, eğer Marksizm diğer teorik eğilimlerle aynı kefeye konursa, onlarla aynı önemde kabul edilirse, aslında Marksizmin fazlaca bir anlamı da yoktur: Pek çok yorumbilgisinden birisi haline gelir, teorinin her türlü karışık seçimin yapılabileceği açık büfesindeki seçeneklerden birisi haline gelir. Bilimsel sıfatını reddeden o Marksistler için Marksist olmanın hiçbir gereği yoktur. Son tahlilde, Marksizmi başka herhangi bir teorik seçenekten daha iyi yapan şey nedir? Beşeri bilimler grubundaki, aynı olgusal evreni, kendi kavramsal alet takımı ile tarif etme iddiasındaki sayısız teorik eğilim içerisinde Marksizmin meşruluğunu koruyan nedir?
Benim bakış açım, klasik Marksizmin bakış açısıyla aynıdır; sosyo-tarihsel eleştirinin meşruluğunu sağlayabilecek yegane şey, toplumsal ve tarihsel olanı gizemlerinden sıyırıp açıklayabilecek somut işlemleri geliştirebilecek olan bilimdir. Eğer bu aksiyomu Marksizmin temeli olarak kabul etmezsek, Marksizmi, aynı sosyo-tarihsel olgularla ilgilenen diğer teorik yaklaşımlardan daha anlamlı kabul etmenin mantığı yoktur. Son tahlilde, Marksizmin, onu eleştirmek için kullanılan teorilerden daha az önemli olmadığını öne sürebiliriz, ama bilimsel nitelendirme olmaksızın, bu diğer teorilerden daha önemli kabul etmenin bir mantığı olmayacaktır. Böylece Marksizmin bilimsel niteliğini reddeden Marksistler bu teorileri eleştirme gücünden de mahrum kalacaklardır. Yani, Marksistler olarak, kendi teorik zeminimizin bilimsel anlamını tanımazsak, rakip teorik eğilimlerin anlamlı bir eleştirisini de geliştiremeyiz. Bu, astrolojiyi astronominin konumundan eleştirirken, astronominin bir bilim olduğu için astrolojiden üstün olduğunu söylememeye benzer.
Marksizmin bilimsel olduğunu kabul etmek, bilimin kendisinin şartı gereği, bu zeminde yer alan Marx, Engels veya diğer teorisyenlerin hatalı konumlarının eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Tersine, bilimin kendisi, tam tersini getirir: bir bilim, ona teorik katkı yapanların üstünde bulunur. Darwin’in bir ırkçı olduğunu biliyoruz, ama bu yadsınamaz gerçek, doğal seçilim teorisinin ırkçı olduğu anlamına gelmez, yanlış olduğu anlamına hiç gelmez. Darwin’in ırkçlığını tanımak, bize, onun eserinin bilimsel boyutlarıyla ideolojik boyutları arasında ayrım yapma olanağını verir, ilki üstün tutulurken, ikincisi mahkum edilir ve bir kenara konulur. İnsanın Türeyişi’nin çok az bilimsel faydası olmuşken (bu eser, genel anlamda, bilim maskesi takmış ırkçılıktır) ne var ki Türlerin Kökeni biyoloji disiplinini başlattıysa, bunun bir sebebi vardır. Her ne kadar, biyoloji dalındaki bilimsel çalışma egemen sınıf ideolojisinin çıkarları için kullanılabiliyorsa da, bu doğal seçilim teorisinin “yanlış” olduğu anlamına gelmez ─doğrudan bu teorinin sonucu olarak geliştirilen ve iş gören antibiyotikler ve aşılar vardır.
Dahası, ilk olarak tarihsel materyalizm, ideolojik kertenin anlaşılması için gerekli olan teorik yaklaşımı geliştirmiştir, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin hangi yollarla bilincimizi ve bilgi üretimini nasıl bozabildiğini anlamamızı bu sağlamıştır. Tarihsel materyalizm bize “her bilimin … sürekli olarak var olan ideolojilerin şiddetli saldırılarına maruz kaldığını” öğretir. (Althusser, 2011: 12)10 Böyle tekrarlanabilir ve somut bir içgörü, Marksizme bilim ve ideoloji arasında kendi zemininde ayrım yapma imkanını vermektedir. “Bilimler için geçerli olan, tarihsel materyalizm için de geçerlidir, o da diğerleri gibi bir bilimdir ve bu meselede herhangi bir bağışıklık ayrıcalığına sahip değildir.” (age.) Örneğin, Robert Biel’in Avromerkezcilik ve Komünist Hareket’i (Eurocentrism and the Communist Movement) yazarak, komünist hareketin tarihi içindeki Avromerkezciliğin eleştirisini Marksist bir perspektiften yapabilmiş olması ─ve bu tarihi post-Marksistlerin hiçbir zaman yapamadığı kadar iyi teşhir etmesi─ bilimin gücüne bir örnektir. Daha önce da bahsettiğimiz gibi, Marksizmin ideolojik bakımdan bozulmasına verdiğimiz bir isim var: Revizyonizm. Dolayısıyla, tıpkı Newton’un yerçekimine tâbi olması gibi, tarihsel materyalizmin teorisyenleri de sınıf mücadelesine tâbidirler.
Marksizmin yerini almaya çalışan diğer teorik eğilimler bu yinelemeli hareketi gerçekleştirmekten acizdirler. Örneğin, Derrida’yı Derridacı bir perspektiften eleştirmek, sonsuz bir dil oyunları döngüsüne girmekle sonuçlanır: Différance teorisinin sınırlılıklarını différance kavramına göre okumak içgörüden ziyade iç tutarsızlık getirir. Marksizmin yerini almaya çalışan bu teorik eğilimlerin hiçbirisinde özsel bakımından anlamlı hiçbir şey yoktur, ki bunu bu teorilerin birçoğu da övgüyle kabul eder. Evrensellik diline, somut temellere, “bilim” olarak adlandırılan bütünleştirici Aydınlanma anlatısına itiraz ─işte, bu alternatif eğilimlerin yerinden etmek istedikleri şeyler bundan ibarettir.
Marksizmin bir bilim olduğu iddiası, Marksistlere diğer teorik eğilimler tarafından geliştirilen kavramları edinmek ve onları yeniden amaçlandırmak olanağını sunar. Gerçekte, Marksizmin başka teorik eğilimlerden bilimsel-olmayan kavramları ödünç almak ve onları dönüştürmek eyleminin bir tarihi de vardır. Örneğin, Marx, Smith ve Ricardo’dan ödünç aldı, sonrasında Lenin ise Hobson ve Hilferding’den. Her bilim, bilimsel-olmayan/bilim-öncesi alanlardan ödünç almayı teşvik eder; böylece modern parçacık fiziği, antik dönemin bir kavramı olan atomun ödünç alınmasıyla başlar. Bu kavram modern bilimin yönergeleri doğrultusunda dönüştürülmüştür, ki bu dönüştürme çok önemlidir, çünkü bilimsel-olmayan yaklaşımların geliştiremeyeceği türden bir anlamı geliştirmeyi sağlar.
Nihayet, Marksizmin reddi, bilim adına konuşan Aydınlanma düşüncesinin reddiyle temellendirilmektedir. Yani, Marksizm eski moda ve Avromerkezci olarak dışlanmaktadır, çünkü basitçe kendisini bir bilim olarak ilan etmektedir. Bu eleştiride, daha önce de bahsettiğimiz üzere, bir tuhaflık vardır, zira bunu dile getirenler bilimsel iddialara tümüyle karşı değildirler (bilimden yararlanırlar, örneğin teoride ne derlerse desinler, beyin ameliyatlarını holistik tıp yapan birisine yaptırmayı tercih etmezler), dolayısıyla biz de, neden Marksizmin bütün diğer pozitif bilimlerden ayrıştırıldığını sormalıyız. Böyle bir perspektif, gerici STEM (Science, Technology, Engineering and Mathematics) akademisyenlerinin, fizik, biyoloji, kimya, matematik ve mühendislik dışındaki herhangi bir şeyin bilimsel olamayacağı iddialarının bir tekrarı olacaktır. Dahası da var: Marksizmi, Aydınlanma’nın canavarca bir çıktısı saymak, işlerin olağan gidişinin ve modernitenin burjuva kavranışı tarafından miras bırakılan yıkıcı işlerin devrimci eleştirisini yapabilecek yegâne teorik eğilimin karantinaya alınması sonucunu verecektir.
Dolayısıyla, teorik mantığın bu çöküşü karşısında (gerçekliği eleştirme kabiliyetine sahip yegâne teorik eğilim Marksizm olduğu için) Marksizmin bilimsel mirasına yeniden sahip çıkmalıyız. Bu miras, akademisyenlere ve küçük-burjuva entelektüellere ait değildir, yeryüzünün lanetlilerine aittir. Tarihsel materyalizm bilimi, büyük kitle hareketlerini birleştiren bir toplam teorik zemin olarak ─Marx’tan Lenin’e, oradan Mao’ya─ proleter hareket için bir silahtır. Bu silahı köreltmeye ya da onu eskinin tozlu raflarına terk etmeye yönelik her girişim, niyetten bağımsız olarak, egemen sınıfların potansiyel mezar kazıcılarını etkisizleştirme çabalarıyla örtüşür.
4) Devrimci bilim üzerine
Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adlı eserinde Engels, Marksist projenin esas kaygılarını onun ne olmadığının sınırlarını çizerek özetler. Sosyalizmin etik bir reçete olarak sunulduğu basit bir felsefe olarak değil ––Eflatun’un Cumhuriyet’inin daha adil ve modern versiyonu, ampriklerin ve ütopiklerin vaat ettiği daha makul gelecek hali değil–– sosyalizm, geçmişin ve geleceğin bilimsel değerlendirmesini takiben bir ihtiyaç gereği doğar. Felsefi sosyalizm, tarihsel-toplumsal sorunlara ütopik bir yaklaşımın ürünü olarak doğar, bu akımda “her türden geleneksel görüş, akıldışı olarak damgalanarak eski eşyalar odasına atılmıştı; onlara göre, dünya bugüne değin önyargılar tarafından yönetilmeye izin vermişti; geçmişteki her şey sadece acıma ve horgörüyü hak ederdi. Şimdi, ilk kez, gün ışığı belirmiş, aklın krallığı ortaya çıkmıştı; bundan sonra batıl inançlar, adaletsizlik, ayrıcalık, baskı, artık evrensel hakikat, sonsuz doğruluk, doğaya dayanan eşitlik ve insanın yadsınamaz hakları tarafından aşılacaktı” (Engels, 1998: 32) Marksist yaklaşımın hedeflediği sosyalizm ise, “yadsınamaz haklar” veya “ aklın krallığı” gibi ütopik fikirler tarafından yönetilmez. Marksizm-öncesi ütopik hayaller, burjuva düzenin en yüksek ahlaki tutkularını yansıtan, istikrarlı bir geleceğe bakan bir özellikteydi; bunlar, mantıksal imgelem açıdan, 19. yüzyıl fiziğinin mekanik ilkelerinin geleceğe yansıtılmış haliydi: bu kurgu bize en iyi halde kurtuluşun bir anlık görünümünü verebilirdi. 19. yüzyıl fizikçiler, eğer sadece gelecek teknolojiler üzerine hayal kursalardı, güncel değerleri bilinmez bir geleceğin olgusal durumuna yansıtmakla yetinselerdi, kendilerini “bilim insanları” olarak adlandıramazlardı.
H.G. Wells ve Jules Verne geç 19. yüzyıl bilim kurgularını ürettiler ama bilim üretmediler.
Burada bahsetmeye değer bir diğer konu, Marksizmi sadece saf bir Aydınlanma felsefesine indirgemeye çalışan savların bir diğer çıkmazı da, Marksizmin bilimsel olma iddiasının daha baştan Aydınlanma felsefesinin egemen unsurlarının reddini içerdiğini tanımamalarıdır. Ütopik sosyalizm, burjuva toplumsal ilişkilerin idealize edilmiş ifadesinden türettiği aklın krallığı ululamasından dolayı dolayı, Aydınlanma düşüncesini mükemmel biçimde temsil eder. Ama sosyalizme bu yaklaşım, ancak gelecek teknolojiler hakkında bir roman yazmak kadar pratik fayda sağlayabilir. Marksizmin yaptığı, Aydınlanma felsefesi de dahil olmak üzere, felsefeyi tarihselleştirmekti, ahlak ve politik anlam hakkındaki bütün “aklî” iddiaların arkasındaki sınıf ideolojisini bilimsel yöntemlerle açığa çıkarttı. Sosyalist politikaları somut olarak anlamak için ─bu politikaları somut olarak yürütebilmek için─ Akıl ve İnsan gibi soyut kavramlara başvurmak, Eflatun’un Adaletin Biçimine başvurması gibiydi, her ikisi de kendi dönemlerinin üretim tarzı tarafından koşullanmıştı, tıpkı politik felsefenin güncel çıkarımlarına kadar gelen bütün ahlaki-politik yargılar gibi.
Dolayısıyla, bir bilim olarak, tarihsel materyalizmin radikalliği; eşzamanlı olarak çalışan şu kriterlere göre anlaşılabilir olmasından ileri gelmektedir: i) gelişmesinin her evresinde (çünkü her bilimsel zemin gibi o da gelişmektedir) Marksizm zaman ve uzam tarafından tarihsel bakımdan dolayımlanır ve sınırlanır ii) Marksizmin bilimsel nitelikleri (geleceğe açıktır) aynı zamanda, kendi gelişim dönemlerinin de ötesinde olduğunu ve kendi sınırlılıklarını da değerlendirebileceğini gösterir. İlk çıkışından beri Marksizm, burjuva sınıfın yönlendirdiği Aydınlanmanın sınırlarının ötesine geçmeyi başardı, Aydınlanma düşüncesinin kendisini tarihselleştirerek onunla hesaplaştı, soyut modernitenin aldatıcı görünüşünün arkasında yatan sınıf mücadelesini ortaya çıkardı. Şimdi, hem kendi gelişimini hem de içsel tartışmalarını izleyerek Marksizm, aynı gizem sökücü işlevini günümüz dünyasının her felsefesi ve teorik eğilimi için gerçekleştirebilir.
Dolayısıyla, Marksizm, kendisinin yerine geçmeye, onu aşmaya ya da etkisini görmezden gelmeye çalışan diğer teorik eğilimlerin üstünde durmaktadır, çünkü onların yapamadığını yapma potansiyeline sahiptir: somut bir durumun somut koşullarını tam olarak kavramak, tarihsel ve toplumsal olguların üzerindeki gizemleri sıyırmak, bu alternatif anlatılarda bulunmayan bir açıklayıcı derinlik sağlamak, hatta diğer anlatıların kimi boyutlarını kendi genel metodolojisine edinmek gibi. Bu perspektifi bizzat kendi üzerinde de uygulayabilme yeteneğine sahiptir, çünkü bütün diğer bilimler gibi, paradigma kaymaları ve epistemik kopuşlarla gelişir, bu onun gücünü gösterir: eş zamanlı olarak, hem tarih tarafından bağlanmıştır, hem de tarihin aşılması tarafından. Tarihsel materyalizm, pratiğe geçirildiği tarihsel dönemlerle sınırlanmıştır (bu, Marx ve diğerlerinin neden hatalar yapabileceğini açıklar) ancak aynı zamanda bu durumun kendisini eleştirebilecek araçlara sahiptir. Tarih tarafından dolayımlanır, ama aynı zamanda tarihten soyutlanabilir. Tarihin hareketinin bir parçası iken, tarihin hareketini kavrayabilir ─tıpkı Newton’un yerçekimi kanununun ortaya çıktığı fiziğin tarihsel sürecinin, Einstein’ın dönüştürülmüş yerçekimi teorisi tarafından aşılması gibi. Marksizmi aşma hedefindeki diğer teorik eğilimler, aynı iddiada bulunamazlar; tıpkı Ütopik Sosyalistler ve onların akıl krallığı gibi, onlar da her zaman tarihsel şartlara bağımlıdırlar, bu koşulların örtüsü ancak Marksizm kaldırabilir. En güçlü ve en faydalı içgörüleri, Marksist gelenekten miras aldıklarıdır.
En önemlisi, Marksizm biliminin, devrimci bir bilim olmasıdır. Eğer her bilim, ona denk düşen bir pratiğe sahipse (örneğin kimya için, laboratuarlar ve teorik metodlar, kendi alanına özgüdür) o zaman, tarihsel materyalizmin pratiği de devrimdir. Yani, Marksizm, basitçe tarihsel ve sosyal olguları incelemekte kullanılan bir analiz çerçevesi değildir ─kuşkusuz aynı zamanda budur da─ ancak böyle bir çerçeve olarak iş görebilmesi, temel aksiyomuna uygun olarak işlemesine bağlıdır: sınıf mücadelesi tarihin motorudur. Lenin, “devrimci bir teori olmaksızın, devrimci bir hareket de olamaz” (Lenin, 1987: 69) yazdığı vakit, teorinin pratik üzerindeki mantıki üstünlüğünü belirtmiyordu, bu ifadenin kimilerince yorumlanışının aksine. Daha ziyade, bu ifade simetrik olarak formüle edilmişti. Bu simetri, Lenin’in, Marx ve Engels’in “mevcut durumu lağveden gerçek hareket” (Marx and Engels, 1998: 57) olarak adlandırdığı süreçte aktif olmayan kimi Marksist düşünürlere horgörüsüyle de doğrulanmıştır. Dolayısıyla devrimci bir hareket olmaksızın teorinin de var olamayacağı da bir o kadar doğrudur: pratik ve teori tek bir bilimsel bütünlüğün farklı ifadeleridir.
Ütopyadan Bilime Sosyalizm’in vargısı, yukarıda belirtilen bu ilişkiyi açıklığa kavuşturur: i) bilimsel sosyalizm “proleter hareketin teorik ifadesi” olarak tanımlanır ii) “evrensel kurtuluş proleter hareketin misyonudur” iii) bu “misyonun” anlaşılması; hem eylemin gerekliliğinin kavranmasını hem de “devrim anının eyleminin [tarihsel] koşullarının ve anlamının tam bilgisini” gerektirir. (Engels, 1998: 75) Bu bilim, böylece devrimci bir bilim olarak ilan edilir ve “proleter harekete” aittir, sadece onun tarafından geliştirilebilir. Yani, bu bilim, ancak devrim yapmakla en sıkı biçimde bağlı temelde yapılırsa, bir bilim olarak gerçekleştirilebilir.
“Kesişimsellik” içgörülerini sadece kendilerinin teorize ettiğini ─dolayısıyla, Marksizmin sadece “proleter” nitelemesine yoğunlaşıp sınıf indirgemeciliğine düşerek ırk, cinsiyet, vb. direniş kategorilerini ihmal ettiğini─ öne süren rakip teorik eğilimler tarafından afaroz edilmemek için, şu noktayı açıkça belirtmeliyiz: Marksist geleneğin proletaryanın bileşimi üzerine, işçiciliğin ve ekonomizmin ötesinde düşünmesinin uzun bir tarihi vardır. Aynı zamanda, ne var ki, “proleter” nitelemesi, sadece insan varoluşunun bilimsel bir kavranışını reddedenler tarafından yok sayılabilir. Bu proletaryanın bileşiminin nasıl olduğundan bağımsız olarak ─kuşkusuz bu bileşim sayısız baskı yapılarınca belirlenmektedir─ gerçekliğin her dürüst ve ampirik incelenmesinin, dünyanın bütününe baktığımızda, insanlığın çoğunluğunun vahşi sömürü koşulları altında çalıştığını, böylece küresel nüfusun bir azınlığının daha iyi ve zengin hayatlar sürebildiğini teslim etmesi gerekir.
Dolayısıyla, toplumsal gerçekliğin anlamını bütünlüğü içinde kavramak “var olan her şeyin acımasız eleştirisi” ile mümkündür, bu bilimdir ki, sınıf mücadelesinin tarihsel anlarını, keza baskının bütün biçimlerinin (keza ideolojilerin, devletlerin, kurumların ve genel olarak hayatın) ortaya çıktığı ve dolayımlandığı üretim tarzlarını teorize ederek ilk kez toplumsal-tarihsel olguları gizemlerinden sıyırmıştır.
Her ne kadar çeşitli post-Marksist felsefi yanyollar toplumsal gerçekliği bütünselliği içinde kavramak11 düşüncesini horgörüyorsa da, bu eleştiriye Soğuk Savaşın son günlerinde üretilmiş akademik bir moda olmanın ötesinde bir değer biçmek doğru olmaz.12 En önemlisi, bu yanyollar toplumsal olguların bitmek bilmez ve giderek daha esrarlı yorumlarını üretmekten başka önemli bir şey yapmamışlardır ─Marx’ın 11. Tez’inde felsefeyi suçladığı şey bu salt-yorumculuktan başka bir şey değildi! Asıl nokta “dünyayı değiştirmek”tir, ki bu, gidişatın bütünsel bir eleştirisinden daha fazla bir şeydir. Tarihin ve toplumun teorize edilmesinin ötesinde, tarihsel materyalizm, devrimci strateji ve örgütlenme teorileri de üretir, tıpkı fizik ve biyolojinin kendi aletlerini veya laboratuvarlarını geliştirmeleri gibi. Bu nokta, bilimin başladığı ve bilimsel olmayan teorinin bittiği noktadır.
EK
Marksizm için bilim olmanın anlamı ─bilim olarak kavranması ve bilim olarak pratiğe geçirilmesi─ Marksistler arasında bile fazlasıyla ihmal edilen bir inceleme alanıdır. Marksizmin bir bilim olduğunu belirtmek yeterli değildir, teorisyenler olarak bu bilimin pratiğini yapmalı ve geliştirmeliyiz; bu pratiğin ve bu geliştirmenin bir parçası da neden onun bir bilim olduğunu ve onu bir bilim olarak geliştirmenin ne anlama geldiğini anlamaktır ─ ki bu, en iyi biçimde devrimci bir hareketin bünyesinde gerçekleştirilebilir.
Bilim kavramını bütünen reddetmekten doğan hatayı yukarıda ele almıştık. Bu hata, Marksizmi, çeşitli post-Marksist ve/veya anti-Marksist teorilerle aynı düzeye indirirken, seçmeciliği (eclecticism) de teşvik ediyor. Böyle bir hata, bilimlerin talep ettiği tutarlılık türünü takip etmeksizin, Marksizmin çeşitli ifadeleri arasından serbestçe bul-ve-seç yöntemini teşvik eden çeşitli akademisyenlerde görülür. Bilimin temellerinin titiz biçimde incelenmesi, böylece gereksiz hale gelir, zira bilimsel olmayan bir öğreti olarak ele alındığında, bu temeller sadece tarihsel meraklar olarak ilgi çekici olabilir.
Ne var ki, bilimin fakirleştirilmiş biçimde kavranmasından doğan bir başka hata daha vardır: Marksist Bilimcilik. Yani, bazı Marksistler, Marksizmin bir bilim olduğunda hemfikirdirler, fakat ─bilimin ne olduğuna ve Marksizmi bir bilim yapanın ne olduğuna dair açık bir anlayıştan yoksun oldukları için─ tarihsel materyalizme bir tür dinsel dogma gibi yaklaşmaktadırlar. Çeşitli post-Marksist teorilerin Marksizmin bütününe mal edip bir korkuluğa dönüştürdükleri bu perspektif, Marksizme mükemmel bir doktrin olarak yaklaşır, kutsal kitap gibi, doğru yorumlandığı sürece geçmişi, bugünü ve geleceği açıklayabileceğini savlar. Marksizm böylece teolojiye indirgenir. Yorumbilgisel (hermeneutical) pratik, bilimsel sezgi olarak hatalı biçimde ele alınır. Böylece, “bilim” kavramını Marksizmi dogmatik biçimde idrak edişlerinin üstünü örtmek için kullanan, çeşitli kendinden menkul Marksist “uzmanlarla” karşılaşıyoruz. Özellikle de Marksist klasik metinler konusunda tam bir uzmandırlar, bu kurucu metinleri kendileriyle aynı uzmanlık seviyesinde anlamadıklarını düşündükleri insanları mahkum eder ve tarihsel materyalistler olarak otoritelerini bu metinlere dayandırırlar.
Her ne kadar klasik metinlerin, bilimin temeli olarak öneminin anlaşılması gerekliyse ve bu metinlerin incelenmesi ihmal edilemezse de, bunlara kutsal doktrin olarak yaklaşılması tehlikelidir. Akademik bir gelenek olarak Marksoloji, hali hazırda zaten Marx ve Engels kitaplığını korumak ve değerlendirmek yönünde bir işlev görmektedir, bu entelektüel pratiğin kendisini devrimden uzaklaştırdığını ve Marksizm anlayışını entelektüel zihin egzersizine dönüştürdüğünü biliyoruz. Mao’nun “kitaplara tapınmaya” karşı yaptığı uyarının bir mantığı vardı. Bu uyarı, kimi kaba yorumların iddia ettiği gibi, halkı Marksizmin temel metinlerini okumaktan alıkoymaya yönelik bir girişim değildi. Daha ziyade:
Marksizmin doğru olduğunu söylediğimiz zaman, bu Marx bir “peygamber” olduğu için değildir, onun teorisi pratiğimizde ve mücadelemizde sınanarak doğru çıktığı içindir. Marksizmi mücadelemizde gereksiniyoruz. Onun teorisini ele alışımızda, “peygamberlik” gibi mistik kavramlar aklımıza hiç girmiyor. Marksist kitapları çok okumuş olanlardan birçoğu devrim hainlerine dönüştüler, oysa eğitimsiz işçiler çoğunlukla Marksizmi oldukça iyi kavrarlar. Tabii ki Marksist kitapları incelemeliyiz, ama bu inceleme ülkemizin somut koşullarıyla birleştirilmelidir. Kitaplara ihtiyacımız var, ama güncel şartlardan kopuk biçimde kitaplara tapınmanın üstesinden gelmeliyiz. (Mao, 1971: 42-43)
Dolayısıyla, Mao’nun uyarısı, metinlerin bilimsel olmayan tarzda anlaşılmasının bir eleştirisiydi. Bu anlayış, Marksizmi toplumsal pratiğin dışındaki bir teori gibi ele alıyordu. Geleceğe açık olması gereken, devrimlerle yeniden serimlenen, somut durumlardaki somut pratiklere göre anlaşılması gereken bir teori gibi ele almıyordu.
Tıpkı bugünün fizikçisinin bütün güncel pratiklerini, kendisinden sonraki bütün gelişmeleri Newton’un teorisiyle açıklamasının mümkün olmaması gibi, ya da bugünün biologlarının bütün pratiklerini Darwin’le açıklamalarının mümkün olmaması gibi, günümüz Marksistleri olarak biz de kurucu metinlerimize kutsal bir metin olarak yaklaşmamalıyız. Süreklilik gerçekten de vardır, ama bu sürekliliği yalnızca takip eden bilimsel gelişmeler üzerine yerleştirebiliriz ─ki bunlar kopuşsaldır, işlerin olağan gidişinden koparlar, tıpkı her bilimde olduğu gibi. Sadece dogmatikler, güncel hareket içindeki yerlerinin ayırdında olmayarak, kurucu metinlerin tümüyle her şeyi önceden gördüğünü ve başka türlüsünün de olamayacağını, sürekliliğin geriye dönük olmadığını, ama vaat edilmiş ve mukadder olduğunu varsayar.
Günümüz Marksistlerinin pek çoğunun bilim sorunsalını ele almakta sergilediği güçlük (bilim kategorisinin ya açıkça reddi ya da bilimcilik dogması yolundan dolaylı reddi) Marksist felsefi pratiğin başarısız durumundan ötürüdür. Bilim ya da Marksist bilim gibi kavramların incelenmesi, bilimsel değil, daha ziyade felsefî bir araştırmadır. Bilim insanları, kendi disiplinlerinin kavramsal anlamını tanımlamayı çok da dert edinmezler; onların pratiği, kendi disiplinlerinin bir anlam taşıdığı kabulüyle başlar ve bu anlamı bilimsel pratikleriyle ortaya koyarlar. X disiplinini bilimsel yapanın ne olduğu, bu bilimi diğer teorik zeminlerden anlamlı biçimde farklı kılanın ne olduğu, ya da gerçeklik hakkında belirli açıklamaların bilimsel olarak kabul edilip edilmeyeceği hakkındaki sorular her zaman felsefenin alanına girmiş, felsefe başından beri bilimi yakından izlemiştir.
Günümüzün Marksist felsefi ifadeleriyle ilgili sorun, Marx ve Engels tarafından işlevselleştirildiği (Feuerbach Üzerine Tezler, Alman İdeolojisi, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu), daha sonra Lenin (Materyalizm ve Ampirio-Kritisizm) ve Mao (Talk On Questions Of Philosophy) tarafından uygulandığı tarzda bir felsefi perspektifin ileriye taşınmasında genel anlamda başarısız olmasıdır. Marksist felsefe yinelemeleri, genelde akademik ayarlarda yapılıyor ve güncel konjonktürün olumsuzluklarınca bozulmuş bir içerikte oluyor, bütün Marksizme salt felsefe olarak yaklaşma eğiliminde oldukları için bilim kategorisini de devreden çıkartıyorlar.
Ancak, Marksizmin bir bilim olarak konumu, felsefi bir sorundur ve dolayısıyla Marksist felsefenin de rolünü belirler. Bu, Marx tarafından, Feuerbach Üzerine 11. Tez’inde felsefeye biçilen görevdi, ne var ki güncel Marksist felsefenin büyük kısmı ya bu görevi reddetmekte ya da bu göreve yan çizmektedir.13 Eğer bu rolü benimser ve böylece Marksist felsefi pratiğin sınıf mücadelesi bilimini aydınlığa kavuşturmak ve savunmak olduğunu anlarsak, Marksist felsefenin aynı zamanda Marksizmi bir bilim olarak savunmakla, bilimsel kavranışı için tartışmakla, devrimci bir bilim olarak serimlenmesi ve uygulanması ile ilgili olduğunu da kabul etmek durumundayız. Marksizmin filozofu, fizik ya da biyoloji ya da herhangi bir diğer bilimin filozofu gibidir: O bilimin anlamını aydınlığa kavuşturan, onun bir bilim olarak konumunu savunan, gelişim mantığı üzerine düşünen ve bilimin gelişmesiyle ortaya çıkan sorunları araştıran bir bilim filozofudur.
Eğer bizler Marksizmi bir bilim olarak yeniden kuracaksak, ve bizi başka türlü düşünmeye iten bütün yanlış anlayışlarla hesaplaşacaksak, o zaman felsefi mücadeleyi mükemmelleştirmek zorundayız.
Dipnotlar
1) Daha da kötüsü, eleştirisizce ödünç aldıkları kimi teorik kavramlar, Heidegger ve Schmitt gibi gericilerden gelmektedir.
2) Birinci dünya sol çevrelerindeki güncel ama garip, falcılığı teşvik etme modasına rağmen, açık ki, bu modaya katılanlar kendileri hayatlarını sihirli düşüncelere göre yaşamıyorlar. Ve bu modaya kaatkı sağlayan “ilerici” astrologlar, örneğin Shaunga Tagore, ana-akım solun Delphic Oracle’ı gibi bir rol oynamakta, çeşitli şekillerde yorumlanmaya müsait bulanık mesajlarla grup içi sağlamlaşma yapmaktadır. Bir yandan, falcılığın sol tarafından bu takdiri gerçekten kitle karşıtıdır, çünkü kitleler arasında geri fikirleri yaymaktadır (Altı Günde Yaradılışçılık ya da Düz Dünya komplosu saçmalığını pekiştirmekle kıyaslanabilir) diğer yandan ise, adanmış solcular için ciddiye bile alınmaya değmez, çünkü bu modaya kapılan herkes, ona detaylı bir Rorschach Testi muamelesini yapmaktadır. Keşke bu hobilerinin kitleler arasında gerçekten de geri fikirleri yaydığının farkına varsalar.
3) Daha açık olmak gerekirse, bu, sömürgeleştirilmiş ve marjinalize edilmiş halklardan kaynaklanan çeşitli teknolojilerin ve ilaçların bilimsel ana-akımdan dışlanmadığı anlamına gelmez. Modern bilimin sömürgecilikle bağ içinde gelişmiş olması, sınıf-temelli ideolojiden etkilendiği anlamına da gelir, bu kaçınılmazdır. Gerçekte, Marksizm, çıkışından itibaren bu gerçeğin ayırdında olmuştur. “Biz tek bir bilim tanırız”, yazmıştı Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde, “tarih bilimi… doğanın tarihi ve insanın tarihi, insan var olduğundan bu yana birbirine bağımlı olmuştur” (Marx and Engels, 1998: 34) Dolayısıyla, insanların üretim tarzlarında gelişen toplumsal tarihi sınıf mücadelesi tarafından belirlenir, ve bu mücadeleden doğan ideolojik perspektifler doğal bilimlerin gelişiminin içine nüfuz eder. Ancak, buna rağmen, ideolojik sınırlandırmalardan bağımsız olarak, doğal bilimler doğruları da ortaya koyarlar. Bu doğrular ideolojik kısıtlar tarafından sınırlandırılmış olabilir, hatta, aslında bilimi zenginleştirebilecek unsurları dışlamış da olabilirler, ama büyüyle de kıyaslanamazlar.
4) Lenin’in Materyalizm ve Ampirio-Kritisizm’i, örneğin, Engels’in her bilim insanının bir bilim felsefesine sahip olduğu, hatta ─özellikle de─ kendilerini felsefe ve ideolojinin ötesinde ilan ettiklerinde bunun daha da fazla böyle olduğu yönlü savına dayanan mükemmel bir incelemedir.
5) Her ne kadar, Darwin’in doğal seçilim teorisini toplumsal alana sokan Spencer ve Spencer’in etrafındakiler olsa da, Malthus’un mirasına yoğunlaşarak, bu dili “en uygun olanların hayatta kalmasına” uyarlayan bu grup olsa da, Darwin ve “Sosyal Darwinizm” arasında kesin bir ayrım olduğuna dair analizler dürüst değildir. İnsanın Türeyişi’ndeki birçok ideolojik savın gösterdiği üzere, Darwin’in bizzat kendisi de Sosyal Darwinci bir dille yazıyordu. O bu savlarını, Malthus’un doğal seçilim diliyle konuşmasıyla aynı gerekçelerle yapıyordu. Biolog ve tarihçi Jan Sapp, İnsanın Türeyişi’ne dair şunları yazmaktadır: “Aslında, ‘Sosyal Darwinizm’ yanlış bir adlandırma olabilir, zira böyle olmayan bir Darwinizm’in varlığını varsayıyor. Bu terim, gerçek bilimin nesnel ve ideolojiden azat olduğu fikrini pekiştiriyor. Ama bir yanda nesnel bilim, diğer yanda ideoloji şeklinde kesin bir sınır çizemezsiniz.” (Sapp, 2003: 50) Mesele, onun bilimsel katkılarının ideolojik kertenin etkisi nedeniyle “yanlış” sayılması değildir ─bilim ve ideoloji, postmodernlerin sıkça savladığının aksine bir ve aynı şey değildir─ ideolojinin bilim insanlarının çalışmalarını her zaman etkilediğinin ve bozduğunun görülmesidir, böylece bilim insanları, ideolojinin dilinin altına saklanmış bilim ürettikleri kadar, bilim maskesi takmış ideoloji de üretirler.
6) Uçakların uçarken arkalarında bıraktıkları yoğun izin (contrail) esasında kimyasal maddelerden oluştuğunu (chem-trail) ve bunun hükümetler tarafından gizlendiğini öne süren komplo teorisi.
7) Türkçe baskısında sf. 166-167 (Şarkiyatçılık, Batı’nın Şark Anlayışları, çeviren: Berna Ülner, 7. Baskı, Ekim 2013, Metis Yayınları) Burada, Kevin B. Anderson’un Marx Kıyılarda’da ifade ettiği üzere, Marx’ın Said tarafından eleştirilen Hindistan yorumlamalarının, Marx’ın “kapitalizmin ilericiliğine dair bakış açısındaki değişikliklere” (Anderson, 2010: 19) ve daha doğru tarihsel bilgilere bağlı olarak bizzat Marx tarafından da düzeltilebileceğine işaret etmek isteriz. Anderson’un tarihsel önem taşıyan müdahalesiyle ilgili sorun, Marx’ın eserinde hala yerini koruyan, Hindistan ve diğer Avrupalı olmayan sosyal oluşumlara dair Avromerkezci tutumu, bu tarihsel bakış açısı zaman içinde nasıl daha iyiye doğru değişmiş olursa olsun, tümden görmezden gelmesidir. Robert Biel’in Eurocentrism and the Communist Movement adlı kitabında belirttiği üzere, “Anderson Marx’ın muazzam güçlülüklerini teyit eder, aynı zamanda Marx’ın Avrupalı olmayan medeniyetlerin tarihselliğini ve sömürgeciliğe karşı mücadelelerinin haklılığını düşünmesindeki ilerici evrimi takip eder.” ama Avromerkezciliğin bu düşünsel evrim içinde bile hala yerini koruduğunu kavramayı başaramaz. (Biel, 2015: 98-99) Biel’in vurgusu, ki ben de aynı fikirdeyim, Marx’ın kendisinin Avromerkezcilikle kısıtlanmış olduğu, ama bir kez bu kısıtlılık tarihsel materyalizm temelinde anlaşıldığında, bir bilim olarak Marksizmi kavrayımızın güçleneceğidir. Her halükarda, hem Anderson hem de Biel, Said’in varsayımının basitliğini sergilemektedir.
8) Bu, Marksizme (ve Aydınlanma aklının diğer biçimlerine) post-modernizm ve post-kolonyalizm tarafından yöneltilen suçlamadır: Marksizmin Batı Aklını ayrıcalıklı kılmak üzerinde yükselmektedir.
9) Benzer şekilde, Derrida’nın Batı’nın varlık metafiziğinin eleştirisinde, gerçekte Batı’nın sömürgeci ve soykırımcı gerçek dünya pratiklerinin hiçbir eleştirisi yoktur. Derrida’nın güncel siyaseti açık ve somut tartışmaya en çok yaklaştığı nokta, Marx’ın Hayaletleri’nde dolaylı olarak yürüttüğü Marksizm tartışmasıdır. Onun dışında, Derrida Levinas tarzı bir eleştirmen olarak sıkıca felsefi geleneğin içinde kalır, ki bu, tam da Marksizmin kırmaya çalıştığı türden bir felsefi konumdur. Sonra Agamben gelir, politikaya ancak egemenlik ve çıplak hayat eleştirisiyle değinir, ama Avrupalıların suçlarını, bu suçlar Avrupalılara karşı işlenmemişse, ele almak yetisinden yoksundur. Weheliye’nin bahsettiğimiz kitabında ele aldığı üzere, sömürgeci baskı bölgeleri ve köle sahipliğinin plantasyonları Agamben tarafından idrak dahi edilmez.
10) Eğer Marksist-olmayan diğer felsefeler de bu içgörüyü kendi tarzlarında yineliyorlarsa, bu yine Marksizm yüzündendir. Yani, aslında, Marksizmin sundukları sayesinde benzer savlar öne sürebilmektedirler. Bu savların güçlülüğü veya zayıflığı, bu felsefelerin Marksizme yakınlığı veya uzaklığı oranındadır.
11) Toplum Savunulmalıdır kitabını oluşturan denemelerde Foucault teorik “genelleştirmeye”, normalde parçalı olan soy bilgilerini bütünsel bir söylem içinde birleştirebilecek bir tehlike olarak değinir. Böylece o, parçalı gerçeklerin ve olayların “bu bütünsel söylemler tarafından yeniden kodlanıp yeniden sömürgeleştirileceğine” dair endişelerini belirtir. (Foucault, 2003: 11) Yani, örneğin Marksizm (veya liberalizm ya da başka bir bütünsel teori) gibi bütünleştirici/bütünsel bir “söylem”in onları bilimsel bir tarzda nasıl birleştireceğinden endişelenir. Burada ilginç olan, Foucault’nun sömürgeleştirmeyi aslına uygun anlamda değil de mecazî anlamda kullanışıdır. Weheliye’nin işaret ettiği gibi, Foucault, bir kere bile gerçek dünya sömürgeleştirmesinden bahsetmez, bunun yerine bu kavramı her zaman mecazî anlamda kullanır. Tarihsel bir olgu olarak sömürgeleştirme ile bu kavramın hegemonik düşünsel ele geçirme ve kendine mal etme ile eşanlamlı tarzda mecazî kullanımı arasındaki kayma, Foucault’nun düşünce sisteminde bu kavramın ilkelliğinin altını çizer.” (Weheliye, 2014: 58) Buradaki genel nokta ise, Foucault ve diğer birincil post-Marksist düşünürlerin teorilerini, doğru kelimeleri kullanarak radikal olarak sunabilmeleri, ancak, bu kelimeleri kullanmalarına rağmen, bunlara kaynaklık eden gerçek dünya süreçlerini araştırmamış olmalarıdır. Gerçek dünyada cereyan eden sömürgeciliğin titiz ve anlamlı bir analizi, herşeyin ötesinde, bit toplulaştırma eylemi olacaktı ve dolayısıyla mecazî anlamda bir “sömürgeleştirme” edimi ortaya çıkacaktı, çünkü bu analiz beraberinde bütünsel bir söylem getirecekti.
12) Bu türden post-Marksist teorilerin ortaya çıktığı ve popülerleştirildiği dönem önemlidir. CIA’nın kültürel aygıtının postmodern/post-yapısalcı teorinin popülerleştirilmesinde oynadığı rolü görmezsek eksik kalırız. (https://thephilosophicalsalon.com/the-cia-reads-french-theory-on-the-intellectual-labor-of-dismantling-the-cultural-left/)
(Dünyada oldukçaa geniş yankılar uyandıran bu makalenin Türkçe çevirisi şu linkten okunabilir: https://medyascope.tv/2017/04/29/sartrea-karsi-foucault-fransada-radikal-solun-cia-destekli-tasfiyesi/)
13) Marx’ın filozoflar dünyayı sadece yorumlamakla yetindiler ama önemli olan onu değiştirmektir savının anlamını kavrama çabaları, Marksist filozoflar arasında çeşitli kötü niyetli yorumlamalara sebebiyet verdi. Tezin anlamının felsefenin sosyal değişimle ilgili olduğu, dolayısıyla tarihsel materyalizmin bilimden ziyade başka bir felsefe olduğunu öne sürmedikleri zamanlarda, daha iyi bir yorumlama temeli elde etmek için geriye gitmeliyiz savını öne sürüyorlar. Bu tezleri, eleştiri nesnesinin (yani Ludwig Feuerbach’ın projesinin) ışığında okuduğumuzda, ancak o zaman Marx’ın bu ifadede ne kast ettiğini anlayabiliriz. Feuerbach’a tüm saygımızla birlikte, onun felsefesinin dünyayı değiştirmekle hiçbir alakası yoktu; değişim, bilimin alanıydı, özellikle de devrimci bilimin. Felsefenin rolü böylece yoruma sınırlanmıştı ve Marx’ın müdahalesinin “noktası” olan pratik için yanılamazdı: Toplumsal-tarihsel dönüşüm. 11. Tezin bu tarzda anlaşılması, Marksist felsefi pratik üzeerine çıkacak olan sıradaki kitabımın, Demarcation and Demystification’ın çıkış noktasını oluşturuyor ve felsefeyi kendi doğru yerine oturtma çabasını içeriyor.
KAYNAKÇA
Althusser, Louis. (2011) Philosophy and the Spontaneous Philosophy of the Scientists. London: Verso.
Anderson, Kevin B. (2010) Marx at the Margins. Chicago: University of Chicago Press.
Biel, Robert. (2015) Eurocentrism and the Communist Movement. Montreal: Kersplebedeb.
Engels, Friedrich. (1998) Socialism: Utopian and Scientific. New York: International Publishers.
Foucault, Michel. (2003) Society Must Be Defended: Lectures at the College de France, 1975-1976. New York: St Martin’s Press.
Lenin, V.I. (1987) What Is To Be Done?, Henry M. Christman (ed.), Essential Works of Lenin. New York: Dover Publications, 52-175.
Mao Zedong. (1971) “Oppose Book Worship”, Selected Readings From the Works of Mao TseTung. Peking: Foreign Languages Press, 40-57.
Marx, Karl and Friedrich Engels. (1998) The German Ideology. Amherst: Prometheus Books.
Moufawad-Paul, J. (2016) Continuity and Rupture: Philosophy in the Maoist Terrain. Winchester: Zero Books.
Said, Edward. (1979) Orientalism. New York: Vintage Books.
Sapp, Jan. Genesis: The Evolution of Biology. (2003) Oxford: Oxford University Press.
Valencia, Sayek. (2018) Gore Capitalism. Pasadena: Semiotext(e).
Weheliye, Alexander G. (2014) Habeas Viscus: Racializing Assemblages, Biopolitics, and Black Feminist Theories of the Human. Durham: Duke University Press.
Wilson, Amrit. (2013) The Threat of Liberation: Imperialism and Revolution in Zanzibar. London: Pluto Press.