Kuruluşundan beri serbest piyasa ekonomisinin, devletin ekonomideki rolünün azalmasının, liberal demokrasinin ve AB’ye entegrasyonun en önde gelen savunucusu olan TÜSİAD’da bugünlerde tatlı bir telaş var. 48. Olağan Genel Kurul’da konuşan Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan “Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız” diyerek dünyada “güçlü liderler dönemine girildiğini” ilan etti.1 TÜSİAD elbette sosyalizm övgüsü yapmıyor. Bahsettiği şey şirket kapitalizminin otoriter bir devlet güdümünde sevk ve idare edilmesi. Güçlü lider dediği de elbette Stalin değil, Putin, Erdoğan, Trump, Xî gibi “tek adamlar”. Peki, ne oldu da TÜSİAD ekonomik ve siyasi liberalizmin bayraktarlığını bırakıp devletçi ve baskıcı safa savruldu?
Sermayenin Örgütlü Gücü
1930’larda yaşadığı aşırı üretim krizinin üzerine devrim ve sosyalizm tehdidini yakıcı biçimde hisseden Batı kapitalizmi, Hitler faşizmini SSCB’nin üzerine salmış, ancak sosyalizmin bu saldırıyı Büyük Antifaşist Savaş ile bertaraf etmesi sonucu sınıflar arası mücadele Soğuk Savaş dönemine girmişti. Savaş, doğrudan angajman, istihbarat ve sabotaj faaliyetlerinin yanında SSCB’yi çevreleyen ülkeler üzerinde siyasi, ekonomik ve kültürel hegemonya kurma mücadelesi üzerinden de cereyan ediyordu.
Ancak emperyalistlerin 1950’lerde yeni sömürgecilik yoluyla Türkiye’yi anti-komünist bir uç karakol haline getirme planları ilk etapta sınıf savaşımının coğrafyamızdaki nesnel koşulları ve sosyalizm düşüncesinin yayılma gücü karşısında başarılı olamamış, 1960’lar ve 70’ler Türkiye’de işçi hareketinin yükselişe geçtiği ve burjuvazinin devlet aygıtının sınıf çelişkilerini dengelemekte zorlandığı yıllar olmuştu. İşte TÜSİAD, tam da bu dönemde, 20 Mayıs 1971 yılında, Türkiye’nin emperyalist dünya düzeninden kopma ihtimaline karşı işbirlikçi-tekelci burjuvazinin devrim ihtimali ile savaşmak, iç pazarda kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmek ve sınıf çıkarları gereği ülke ekonomisini emperyalist pazara entegre edecek ekonomik ve politik müdahaleleri gerçekleştirmek için kurduğu bir örgüttür.2
1980 – 1994: MGK ile Kol Kola
Kendini kamuoyuna “Fikir Üreten Fabrika” olarak tanıtan TÜSİAD elbette ki sadece fikir değil, somut ekonomik ve politik etki de üretti. 1970’lerde ithal ikameci politikaların terk edilip ülkenin emperyalist kapitalizme entegre edilmesi kapsamında ticarette dışa açılmayı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girmeyi savunan, anti-komünizmin yayılmasında rol oynayan ve karşı-devrimi finanse edip destekleyen TÜSİAD, 1979’da gazetelere verdiği ilanla Ecevit Hükümeti’nin düşürülmesini, devletin ekonomide etkinliğini sınırlayan ve kapitalist piyasa ekonomisine ve serbest dış ticaret rejimine geçişi ilan eden 24 Ocak 1980 kararlarının yayınlanmasını ve devrimci mücadeleyi ezen 12 Eylül faşist darbesinin planlanmasını sağlamıştır.
Ülkenin devrim “riskini” atlatarak emperyalist kampa entegre olmasının ve kapitalist restorasyona uğramış SSCB’nin 90’ların başında çökmesinin de etkisiyle devletin burjuva niteliği iyice pekişmiştir. Bu yıllar emeğin örgütlü gücünün demir bir yumrukla ezildiği, iç pazarın ve piyasa ekonomisinin devlet güdümünde geliştirildiği, kamu varlıklarının talanına başlandığı ve Türkiye’nin “dış dünyaya” entegrasyonunun gerektirdiği biçimsel demokrasinin kurumlarının yeniden tesis edildiği yıllar oldu.
90’lar: Generaller Partisini Tasfiye Arayışları
Ne var ki, devletin burjuva niteliği, siyaseti yönlendirme noktasında işbirlikçi-tekelci burjuvaziye büyük avantajlar sağlamış olsa da, ona doğrudan ve mutlak bir hakimiyet de sunmamakta, sermayenin yeni ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Cumhuriyetin ilanı ile genel oy hakkı ve parlamenter demokrasi yürürlükte olsa bile, rejimin gerçek sahibi başından beri kemalist generallerdir. Askeri bürokrasinin bu iradesi M. Kemal’in tek adamlığı ve İnönü’nün milli şefliğinden sonraki dönemde Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) somutlanmıştır. Devrim olasılığının gerici iç savaşlar darbe ile ezilmesi ve liberal ekonominin kurumlarının inşasında emperyalizm için oldukça işlevsel bir aygıt olan MGK diktatörlüğü artık bir ayak bağı haline gelmiştir.
Zira 1970’lerin ikinci yarısından itibaren üretim sürecinin yeniden örgütlendiği emperyalist küreselleşme evresi artık meta ve sermaye dolaşımının önündeki tüm duvarların kaldırılmasını; iç pazarların entegre tek bir pazar haline getirilmesini; ulus-devletin sosyo-ekonomik işlevlerinin piyasalaştırılmasını gerektirmektedir. Bunun pratikteki anlamı şudur: SSCB’yi kuşatma görevi yüklenen yarı-sömürgelerdeki kapitalist gelişimin yetersizliği sebebiyle kolektif bir sermaye gücü olarak inşa edilen merkezi devletlerin artık çözülmesi, bu ülkelerin mali-ekonomik sömürge haline getirilmesi gerekmektedir.
Türkiye özelinde konuşursak, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ihtiyacı, iç pazarın gelişim sınırına yaklaşması sebebiyle Kürdistan’ın tüm unsurlarıyla serbest piyasa ekonomisine içerilmesi; Avrupa Birliği (AB) emperyalizmine entegrasyon süreci kapsamında ekonomik olarak tekellere ve uluslararası kurumlara daha fazla yetkinin devredilmesi ve kamu kurum ve hizmetlerinin özelleştirilmesidir. Öte yandan, 90’lar aynı zamanda hak ve özgürlük mücadelelerinin yeniden yükseldiği ve rejimi krize sokan yıllardı. Kürt halkı ulusal devrimci savaşımı yükseltmiş; kamu emekçilerinin mücadelesi kitleselleşmiş; İnancı toptan inkâr edilen Alevilerin uyanışı başlamış, devlet dini olarak somutlanan ve bir ilke değil, yönetim aygıtı olan laikliğin sünniler üzerinde baskı aracına dönmesine karşı politik İslam yükselişe geçmiştir. Bunların eskiden olduğu gibi zor yoluyla bastırılması iç pazarın değil, iç savaşın gelişimine yol açacak, bu da AB üyeliğinin bir hayal olmasına yol açacaktır.
Dolayısıyla kapitalizmin gelişimi rejimin mevcut yapısı ile çelişmektedir. Türkiye’nin bir mali-ekonomik sömürgeye dönüşümü ise, askeri ve sivil Kemalist yüksek bürokrasinin yönetim ayrıcalığına sahip olduğu Türk burjuva devletinin de yeniden yapılandırılmasını, rejim krizini büyüten hak ve özgürlük mücadelelerin de burjuva değişim programlarıyla düzen içine çekilmesini gerektiriyordu.
Ancak generaller partisine yedekli olan mevcut siyasi partilerden hiçbirinin bu değişim programının öncüsü olamayacağı ortadaydı. Ekonomik olarak mevcut sağ partilere güvenini yitirmiş geniş muhafazakar kitleleri adalet temelli politik İslamcı ve ulusal kalkınmacı söylemlerle yedekleyip iktidara yürüyen Refah Partisi MGK diktatörlüğü ile çatışsa da, laiklik karşıtlığı ve AB üyeliği nezdinde emperyalist entegrasyona sıcak bakmaması onu hem ekonomik hem siyasi olarak TÜSİAD için tamamen kullanışsız hale getiriyordu. Anavatan Partisi (ANAP) ise Özal sonrasında tümüyle işlevini yitirmişti.
İşbirlikçi-tekelci burjuvazi bu çıkışsızlığını 1994’te Cem Boyner başkanlığında Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) partisini kurup, doğrudan siyaset sahnesine girerek aşmayı denedi. Uluslararası tekellerin ve mali sermaye oligarşisinin mülksüzleştirme programını baz alan ve ezilenlerin taleplerini onları sermaye düzenini ve tekçi devlet yapısını tehdit etmeyecek şekilde bireysel-kültürel haklar düzleminde karşılamayı vaat eden YDH yüzde 1 oy bile alamayınca TÜSİAD bu yolu terk etmek durumunda kaldı.
Rejim krizinin burjuva yoldan aşılmasında işbirlikçi-tekelci burjuvazinin imdadına AKP yetişti. Milli Görüş geleneğinden gelen ve MGK’nın ezdiği RP kadroları içinden ayrışan Erdoğan ve Gül, hem MGK diktatörlüğüne ve devlet dini baskısına tepki gösteren yoksul Sünni kitlelerin özlemlerini hem de TÜSİAD’ın burjuva değişim programını arkalıyor, ancak RP’nin düştüğü “hataya” düşmeyip, AB üyeliğini gündemine alıyor, ekonomiyi emperyalist dünya düzenine entegre etme sözü veriyordu. Bu program AKP’yi emperyalizm ve onun işbirlikçileri için bulunmaz bir nimet haline getiriyordu zira hem rejim krizini çözüyor, hem de sermaye egemenliğini pekiştiriyordu.
2002 – 2011 Dönemi: MGK ile AKP Arasında
2002’de burjuva devletin yeni hükümeti olan AKP, bir yandan uluslararası tekellerin ve mali sermaye oligarşisinin ekonomik programını harfiyen uygulamaya başlamış, ülkeyi yabancı sermayeye açmış, özelleştirme talanına girişmiş, işçi sınıfının kazanılmış haklarına kapsamlı bir saldırı başlatmış, diğer yandan da burjuva değişim programı çerçevesinde ifade özgürlüğünü ve ezilen inanç/ulusun bireysel – kültürel haklarının tanımasında adım atmayı gündemine almıştı. TÜSİAD olan bitenden gayet memnundu. 2002 – 2007 arasındaki TÜSİAD açıklamalarına baktığımızda daha çok AB emperyalizmine üyelik, IMF sürecine uyum, yabancı sermaye girişi, devletin ekonomideki etkinliğinin daraltılması ve Kürdistan’ın piyasa ekonomisine entegrasyonu ve demokratik reformlar için gerekli olan siyasi hukuksal ve kurumsal dönüşümlere dair teşekkürleri ve yol gösterici uyarıları görürüz.3
Bu dönemde TÜSİAD’ın endişeli olduğu asıl konunun eğitimin dinselleştirilmesi olduğu söylenebilir.4 Bundaki yapısal etken, sermayenin kitlelerin piyasa rasyonalitesi ile hareket eden bireylerden oluşmasına duyduğu ihtiyaçtır. Bunun somut ekonomik yansıması Diyanet bütçesinin azaltılması, mali-ekonomik bir sömürge olan ve temel fonksiyonu ara-malı üretimi ve montaj olan Türkiye’de imam-hatiplerden değil, teknik liselerden yetişecek emekçilere ihtiyaç duyulması ve AKP’nin ekonomik entegrasyonun yönünü AB emperyalizminden Arap gericiliğine kırma ihtimalinin önlenmesidir. Laiklik vurgusunun tarihsel-politik anlamı ise, 1990’ların ortalarındaki politik İslamcı dalganın radikalizm ekseninde yeniden kabarma ihtimalinin engellenmesidir.
TÜSİAD’ın politik İslamcılığı besleyecek girişimler karşısındaki endişeleri AKP’nin 2007’de Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanlığı adayı olarak belirlemesi sonrasında yapılan açıklamada da yankı buldu. Abdullah Gül’ün “Milletin bütününü kucaklayan, Cumhuriyetin temel ilkelerini, toplumsal uzlaşmayı ve demokratik meşruiyeti gözeten, Cumhurbaşkanlığı yetkilerinin kullanılmasına partilerüstü bir anlayışla yaklaşan ve ülkemizin, Atatürk’ün koyduğu çağdaş uygarlık hedefi doğrultusunda gelişmesinin önünü açan” bir Cumhurbaşkanı olması istendi.5 Burjuva ordunun 27 Nisan muhtırasıyla Gül’ün Cumhurbaşkanlığını veto ederek, faşist MGK rejimini korumaya girişmesiyle tırmanan krizde işbirlikçi-tekelci burjuvazi askerin tarihsel refleksinin fiili duruma dönebileceği çekincesiyle burjuva ordunun yanında yer aldı. Muhtıradan 2 gün sonra TÜSİAD yaptığı açıklamada her ne kadar Genelkurmay’ın yönteminin hatalı bulsa da “İktidar partisi, toplumda git gide artan ve TÜSİAD’ın da paylaştığı laik rejimi koruma kaygısını yeterince dikkate almamıştır” denildi.6
2007 Nisan – Mayıs aylarında Özel Harp Dairesi’nce organize edilen ve TÜSİAD’ın da açık ve dolaylı olarak desteklediği Cumhuriyet mitingleri ile rejim, temel yönetim aygıtı olan gerici iç savaş provokasyonunu devreye koydu, işçi sınıfı “laik-şeriatçı” saflaştırması üzerinden ayrıştırıldı, AKP üzerinde toplumsal basınç yaratıldı. AKP’nin buna cevabı ise Cemaat’i daha aktif bir konuma getirerek generaller bloğuna karşı Ergenekon Operasyonu’na girişmek oldu. Abdullah Gül’ün 2007 Ağustos’unda Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Ergenekon Operasyonu’na misilleme olarak 2008 yılında AKP’ye kapatma davası açıldı. Bu noktada AKP’nin sağladığı kitle desteğini gören ve politik İslamcılığın parti kapatma pratiklerine olan yoğun öfkesinin ateşleyeceği radikalizmden çekinen TÜSİAD’ın kapatma davası karşısındaki pozisyonu “sivil demokrasinin korunması” adına AKP’nin yanı oldu. Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davasında olumsuz karar vermesi egemen bloklar arası savaştan galip ayrılan tarafın politik İslamcı iktidar olmasına yol açtı. Böylece TÜSİAD tekrar AKP’ye emperyalizme entegrasyon sürecine ve burjuva değişim programının esaslarına odaklanması yönünde uyarılar yapma pozisyonuna geçti. 7
“Gerçek bir iktidar gücüne” kavuşmak için rejimin tarihsel sahibi olan generaller bloğunu kesin bir yenilgiye uğratmaya, kendi sermaye ve medya gücünü oluşturmaya, başta yargı olmak üzere devletin kritik kurumlarının ele geçirmeye ve tüm bunları yaparken de politik İslamcı ajanda ile kitlesini konsolide etmeye ihtiyacı olduğunu anlayan AKP, buna uygun siyasi, ekonomik ve hukuki adımlar atmaya başladı. 2008 – 2010 arasındaki dönemde eğitimi dinselleştirmeye devam etti, üniversitelerin yönetimini sermayenin ihtiyacına aykırı şekilde merkezileştirdi, kamu ihale kanunu ile TÜSİAD’ın pazar payını Konya-Kayseri burjuvazisine (MÜSİAD) ve iktidar ortağı Cemaat’e (TUSKON) kaydırmaya başladı, ezilenlere yönelik baskılarını arttırdı. Öte yandan, Ergenekon çetesi ve generaller partisi ile giriştiği savaşta yeni bir cephe daha açmamak için Kürt ulusunun yükselen özgürlük mücadelesini yedeklemeye girişen Politik İslamcı AKP, Abdullah Öcalan ve PKK ile diyalog ve müzakere sürecine girdi.
Kendi ekonomik alanının daralmaya başlamasından ve AKP’nin muktedirleşme sürecinin giderek daha otoriter bir nitelik kazanmasından tedirgin olan TÜSİAD demokratik ve yapısal reformların aksamasını eleştiren çeşitli açıklamalarla tepkisini dile getirse de, bunlar temel ittifakı bozucu bir niteliğe kavuşmadı. Zira iktidar hem uluslararası tekellerin güvencesizleştirme ve talan programını harfiyen uyguluyor, hem AB sürecinden kopulmuyor, hem de Kürt Sorunu’nun yarattığı rejim krizi burjuva değişim programı çerçevesinde aşılmaya çalışılıyordu.
2011 ve Sonrası: Rejim Krizi
2010 Anayasa Referandumu ile yargıyı yürütmeye bağlı kılan ve Cemaat ile işbirliği içerisinde orduya ve devletin tüm kadrolarına yerleşen AKP, Türk burjuva rejiminde gerçek bir iktidar gücüne kavuştu. Generaller bloğunun tasfiye edilmesiyle birlikte, 90’lar ve 2000’ler boyunca rejim krizinin unsurlarından biri olmuş olan politik İslam şimdi Türk burjuva devleti ile bütünleşmiş ve rejimin yönetimini devralmış oldu. Rejimin yarı-askeri karakteri ortadan kalktı.
Generallerin tasfiyesini, egemenler ile ezilenler arasındaki krizin daha da yükselmesi takip etti. Emperyalist küreselleşmenin doğrudan sonuçları olan ve giderek artan yoksullaşma, güvencesizleşme, geleceksizleşme, doğa ve şehir talanı kitlelerde öfkenin birikmesine, buna tepki gösterenlerin ifade ve eylem özgürlüğünün polis şiddetiyle bastırılması da Gezi İsyanı’nın patlak vermesine yol açtı. Ulusal hakların değil, sadece bireysel – kültürel hakların tanınması esasına dayalı olan ancak anayasal yurttaşlık konusunda adım atmayan açılım planı da Kürt halkının direnişini yedekleyemedi. Kürt kentleri tekrar direnişe geçti, gerilla geri çekilme sürecini durdurdu. Rojava Devrimi’nin zaferi ve 6-8 Ekim Serhildanı ile birlikte rejimin sömürgeci karakteri sarsıldı ve rejim tekrardan krize sürüklendi.
Aynı süreçte Türk burjuva devletinin ittifak güçleri olan AKP ve Cemaat arasında önce MİT, sonra da 17-25 Aralık soruşturmaları sonucunda patlak veren egemenlik dalaşını ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) serhildanları ve Gezi ruhunu arkalayarak ilan ettiği 7 Haziran zaferi takip edince, AKP için rejim krizi baş edilemez bir hal aldı. Politik İslamcı iktidar bu krizden rejimi sivil faşist bir yapıya evriltip savaşı yükselterek çıkmaya çalıştı. Kürt kentleri yıkıldı, 90 yıllık refleks tekrar harekete geçerek kitle katliamları tertiplendi. HDP vekillerinin dokunulmazlığı kaldırıldı ve on binden fazla üye ve yöneticisi gözaltına alındı, üç binden fazlası tutuklandı. Cemaatin 15 Temmuz darbe girişimi akabinde ilan edilen OHAL ve KHK düzeni, darbecilerden çok ezilenlerin örgütlü güçlerine, basına ve demokratik kamuoyuna saldırının aracı kılındı. Rejim krizi politik İslamcı faşist diktatörlüğün tahkimi ile aşılmaya çalışıldı, çalışılıyor.
Burjuvazi ile Politik İslamın Yeniden Buluşması
2011’de başlayıp bugüne kadar gelen ve rejim krizinin giderek derinleştiği bu süreçte TÜSİAD devletin serbest piyasa fikrini ve burjuva değişim programını terk edip adım adım faşizme uyumluluk noktasına evrildi. Hükümete AB emperyalizmine entegrasyon görevini hatırlatmaktan, emeği güvencesizleştirip, şirketlerin vergi “yükünü” azaltacak politikalar tavsiye etmekten vazgeçmese de, alışılagelmiş ideolojisinin gerektirdiği şekilde devletin ekonomideki doğrudan ve dolaylı etkinliğinin artması, Konya-Kayseri burjuvazisinin palazlandırılması, Arap sermayesi ile doğrudan ilişkilere ağırlık verilmesi, Merkez Bankası üzerinde politik baskı kurulması karşısında aktif bir mücadele sergilemedi. Dişe dokunur denebilecek tek eleştiri muhalefet mülkiyet düzenini riske atan şirketlere kayyum atanması uygulamasına karşı yapıldı.8 Ancak o da sadece bir tavsiye derekesinde kaldı.
Bu dönemde önceleri “Çözüm Süreci”ni destekleyen, çatışma anlarında da tarafları sağduyulu davranmaya davet ederek çoğulcu demokrasiyi savunan9 ve Gezi İsyanı’na yönelik devlet terörünü açık bir şekilde kınayan TÜSİAD, Çözüm Sürecinin sona erdirilmesi ve Çöktürme Planı’nın devreye konulması ile birlikte başlayan süreçte OHAL ve KHK düzeni ile biçimsel bile olsa yürürlükte bulunan parlamenter demokrasinin ve söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün tamamen ortadan kaldırılıp politik İslamcı faşist diktatörlüğün tesis edilmesi karşısında sessiz kaldı. Hatta TÜSİAD YK üyesi Mahmut Boydak’ın gözaltına alınması bile “hiçbir kurum ve kişi yasal her hangi denetim ve soruşturmadan muaf değildir” denilerek normalleştirildi.10 Eğitimin dinselleştirilmesine ve laiklik karşıtı açıklamalara “geleneksel” tepkisini sürdürse de11 bunlar kriz yaratabilecek açıklamalar olmadı. Demokratik reform çağrıları giderek azalarak, yerini “teröre karşı savaşta” hükümetin yanında olduğunu beyan eden, özgürlüklerden daha çok güvenliğe vurgu yapan açıklamalar aldı. Darbe sonrasında oluşturulan “Yenikapı Ruhu” çerçevesinde birlik çağrıları yapıldı. KHK düzenine son verilmesi değil, kimi KHK’larda küçük düzeltmeler yapılması savunuldu.12 En son bıraktığımızda “Kahraman orduya” Efrîn’de selamet dileniyor ve “Bu haklı savaşta” devletin yanında olunduğu söyleniyordu.13 Nihayetinde de TÜSİAD YİK Başkanı Özilhan’ın liberal demokrasi ve serbest piyasanın öldüğü, güçlü liderler dönemine girildiğini söylemesiyle ekonomik ve siyasal liberalizm yerini saray diktatörlüğü himayesi güdümünde bir şirketler kapitalizminin savunuculuğuna bırakmış oldu. Doğan Medya Grubu’nun iktidarın havuzuna devredilmesi, uzun bir sürecin son halkasıdır, TÜSİAD bağlantılı sermaye gruplarının siyasal idddialarını geriye çekişlerinin ve Erdoğan oligarşisi karşısında salt ekonomik-mali çıkarlarını savunma pozisyonuna çekilmelerinin bir simgesidir.
Bu çekilişi kapitalizmin krizinin ve rejim krizinin geldiği düzeyin bir bileşkesi olarak okumak mümkün. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, emperyalist küreselleşme döneminde üretimin parçalanarak küreselleştirilmesi yeni sömürgelerin mali-ekonomik sömürgelere dönüşümünü koşullamıştı. Bu çerçevede özellikle 2000’lerin başında uluslararası tekellerin ve mali sermaye oligarşisinin fonlar ve yatırımlar yoluyla tüm dünyaya yayılmaya başlaması ve tükenen iç pazar karşısında küresel pazara entegrasyon imkanının güncel hale gelmesinde işbirlikçi-tekelci burjuvazinin örgütlü gücü olan TÜSİAD’ın doğrudan çıkarı vardı. Yabancı sermaye yasalarının çıkması, sermaye hareketlerinin özgürleştirilmesi, özelleştirme talanı, emek rejiminin esnek ve güvencesiz hale getirilmesi ve borçlandırma stratejisi yoluyla tüketimin arttırılması TÜSİAD’ın kârlarına kâr katacaktı. Bu dönemde Cumhuriyetin başından beri ezilen işçi sınıfının, Alevilerin ve Kürt halkının uyanışının iç savaşa yol açmayacak ancak rejimi de koruyacak biçimde kapitalist talan düzenine içerilmeleri gerekiyordu. Bu kapsamda MGK’da somutlanan askeri – faşist diktatörlüğün yenilgiye uğratılması, parlamenter demokrasi, bireysel – kültürel haklar ve ifade özgürlüğü çerçevesinde gelişecek “demokratik reformların” desteklenmesi de TÜSİAD’ın doğrudan çıkarınaydı.
Küresel kapitalizmin 2008-2009 krizinden sonraki dönemde ABD’de başlayan aşırı üretim krizinin uluslararası fonların akış hızının yavaşlatması sonucu 2010’ların başında AB’ye, 2014 sonrasında ise Türkiye gibi mali-ekonomik sömürge ülkelere tahvil edildi. Üretim ve ticaretin büyüme hızının küresel olarak yavaşlaması yetmiyormuş gibi, kurların yükselmesi ile yerli burjuvazi bir de durduğu yerde artan net döviz borcu ile karşı karşıya kaldı. 2002’den bugüne üretken bir üretimin altyapısını döşemekten ziyade uluslararası tekellerin çıkarına uygun olarak ticaret ve tüketimin gelişimine odaklanan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin bu kâr daralmasını ve borç sarmalını aşması serbest piyasa koşulları içinde mümkün olamazdı. 40 senedir nemalandığı serbest piyasa ekonomisi kapitalizmin demirden kanunları neticesinde şimdi onun çöküşünü koşulluyordu. Kapitalizmin krizinin yanında Rejimin 90 yıllık krizinin yarattığı gerilim de burjuva değişim programları çerçevesinde çözülememiş, bilakis yükselerek geri dönmüştü. Mali-ekonomik sömürgeleştirmenin dayattığı sermaye talanı ile ekonomik, sosyal ve kültürel yönden mülksüzleşen ve bu mülksüzleşmeye karşı gelişen öfkesi de devlet terörü ile bastırılan kitlelerin direnişi Alevilerin ve Kürtlerin tarihsel öfkesi ile birleşerek Gezi İsyanı’na yol açmıştı. Öte yandan, burjuva değişim programının iflas etmesi neticesinde Kürt halkı tekrar ayaklanmış, Rojava Devrimi’nin yükselişi rejimin sömürgeci dinamiğini sarsmaya başlamıştı. Nihayetinde Gezi ve serhildanların ezilenlerin birleşik demokratik ve anti-kapitalist cephesi HDP’de buluşup ciddi bir alternatif olarak siyaset sahnesine çıkmasıyla birlikte işbirlikçi-tekelci burjuvazi devrimci bir iç savaş riski ile karşı karşıya kalmıştı.
Tarihin bu döneminde TÜSİAD’ın çıkarına olan yol belliydi. Devlet, mevcut mülkiyet ilişkilerine, serbest ticaret ilkesine ve küresel entegrasyonun reddine varmadan sermayeye ön açıcı bir pozisyonda ekonomiye müdahil olacaktı. Küresel krizden ve eşitsiz gelişimden dolayı daralan kârlar, işçi sınıfının çalışma rejimi ve vergi politikaları yoluyla çok daha fazla mülksüzleştirilmesi ve tüm haklarının OHAL ile tırpanlanması yolundan ferahlatılacak, yeniden “şahlanış” ise pazar gelişiminin askeri-sınai kompleksi güçlendirecek olan işgalci ve sömürgeci yoldan sağlanması ile mümkün olacaktı. Ayrıca yükselen devrimci durumun da bir an önce bastırılması gerekiyordu. Bunu sağlayacak olan da, hem rıza üretebilen, üretemediğine de ceberrut yüzünü gösterebilecek olan bir devlet aygıtı olmalıydı. Burjuva-faşist politik islamcı saray diktatörlüğü işte tam olarak bunu sunuyordu. Ortada bu mükemmel kombinasyonu verecek siyasi bir alternatif de yoktu ya da oluşturmanın maliyeti çok daha fazla olacaktı.
TÜSİAD’ın serbest piyasa fikrine burun kıvırıp devletin ekonomideki belirleyici rolünü kutsamaya başlamasının da; OHAL-KHK rejimi ile parlamenter demokrasinin ve söz-eylem-örgütlenme özgürlüğünün tamamen ortadan kaldırılmasına karşı sessiz kalmasının da; içeride ve dışarıda faşist savaşı desteklemesinin de; liberal demokrasi ve hukukun üstünlüğüne yönelttiği eleştirilerinin de; güçlü liderlere olan övgülerinin de sebebi işte bu üst üste binme halidir. TÜSİAD ve saray aynı sınıfın mensuplarıdırlar. İkisi de emperyalizmin ekonomik ve siyasi işbirlikçileridirler ve bugün birlik ve beraberliğe her şeyden fazla ihtiyaç duymaktadırlar. Tek bir metaya – “Ural” adlı zırhlı araca bakarak bu gerçeği görebiliriz. Koç Holding’in ürettiği Ural hem sarayın ihtiyaç duyduğu askeri gücü, hem işbirlikçi-tekelci burjuvazinin sıkışmış kârlarına verilen nefesi hem de ikisinin koruduğu rejimi bize göstermektedir.
Ancak buradan işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile saray diktatörlüğünün ruh ikizi olduğunu çıkarmak fazla kolaycı ve özensiz bir çıkarım olacaktır. Her şeyden önce işbirlikçi-tekelci sermayenin çıkarı sadece yayılmacı savaşta veya emeğin baskılanmasında değil, aynı zamanda uzun vadede üretici güçlerin gelişiminde, yani Sanayi 4.0 sürecini yakalamakta yatmaktadır. Nitekim TÜSİAD’ın son 2 yıldaki açıklamalarının çoğunluğunu fen, teknoloji, mühendislik, matematik ve sanat (STEM+A) alanındaki politika ve uygulama adımlarının önceliklendirilmesinin oluşturduğu görülebilir. Ancak ne siyasi iktidarın önceliğinin budur, ne de politik İslamcı bir iktidarın böyle bir kapasitesinin olduğu söylenebilir. Öte yandan, politik İslamcı iktidarla girişilen mevcut işbirliği şimdilik muzaffer gözükse de gerici veya devrimci iç savaş riskini barındırmakta, bu da mülkiyet düzenine potansiyel tehdit oluşturmaktadır. Ayrıca saray, esas olarak kuruluşundan bugüne doğrudan temsilcisi olduğu ve TÜSİAD’ın rakibi olan Konya-Kayseri burjuvazisini palazlandırmakta, emperyalist sömürü ligindeki yerini sağlamlaştırıp ileri taşımak için emperyalist devletler arası çelişkilerden faydalanma adına küresel düzene entegrasyonu ve dış ticari ilişkileri “gereksizce” riske atabilmektedir. İktidarın içeride ve dışarıda yaşadığı çıkışsızlıktan kaynaklı olarak mülkiyet düzenine (dolayısıyla TÜSİAD’a) yönelip yönelmeyeceği de öngörülememektedir. Nitekim ekonomi politikasındaki buyurgan ve emredici politikalar işbirlikçi-tekelci burjuvazinin varoluş zeminine uygun değildir. Tüm bunlar, son tahlilde TÜSİAD’ın siyasi “arayışının” hala sona ermediğini göstermektedir.
Bu arayışın hangi formu alacağı, hangi siyasi alternatiflere yöneleceğini tartışmak bu yazının kapsamı dışında. Ancak TÜSİAD’dan neyin “beklenmeyeceğini” söyleyebiliriz: TÜSİAD işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, Alevilerin ve Kürt halkının faşist rejimin krizini derinleştiren ve halklara politik özgürlük sağlayacak olan herhangi bir siyasi harekete asla destek olmayacaktır. TÜSİAD vergi yasasını ezilenler lehine çevirip şirketlere yönelik vergi oranlarını, tahakkuku ve tahsilatı arttıran; sosyal devleti yeniden canlandırıp emeği esnek ve güvencesiz hale getiren yasa ve uygulamalara dur diyen; özelleştirme değil, toplumsallaştırma yanlısı olan herhangi bir siyasete de asla destek olmayacaktır. Sınıf çıkarları gereği kapitalizmin erken dönemlerinde gericiliğe karşı burjuva demokrasisini inşa eden ve kitlelerde demokratik esinler yaratan burjuvazi, yine sınıf çıkarları gereği tutarlı bir demokrat olamaz, demokrasi savaşımını sonuna kadar götüremez. Onun bu kabiliyeti kapitalizmin emperyalizm evresine girdiği dönemin başından beri çok daha azalmış, geldiğimiz nokta da ise çıkarına olan asıl şey, biçimsel de olsa bir demokrasinin gelişimi değil, siyasi gericilikle uzlaşarak yayılmak olmuştur. TÜSİAD’ın geldiği hal, burjuvazinin çürümesinin son evresidir. Kısacası TÜSİAD herhangi bir sol hareketin demokratik bir muhalefet bekleyeceği, işbirliği yapacağı, yedekleyeceği hatta yalıtacağı değil, aksine savaşacağı bir örgüttür.