İstediğince yalın görünsün göze
Kuşkuyla bakın en küçük olaya bile!
Sınayın gerekli olup olmadığını,
Hele “alışılagelmiş” türden ise!
Açıkça istiyoruz şunu sizden:
Sakın doğal bulmayın hep alışılageleni!
Çünkü artık hiçbir şeye doğal denmemeli;
Şu kanlı kargaşanın, şu düzenli geçinen düzensizliğin,
Serserice başına buyrukluğun
Ve insanla ilintisini yitirmiş insanlığın
Egemen olduğu dönemlerde kimse demesin:
Doğaldır bu olup bitenler;
Böyle denmesin ki, her şeyin değişebileceğine inanılsın.
— Bertolt Brecht
Küresel ekonomi on yıldır derin bir krizin içinde patinaj çekiyor. Tekil göstergelerin cılız ışığında her gün krizin geçmişte kaldığını ilan eden ‘piyasa uzmanlarına’ inat ABD Merkez Bankası FED küresel piyasalara sürdüğü trilyonlarca doları evine geri çağıracak para politikalarına dönmekte tereddütlü davranıyor. Öte yandan çevre ülkeler, döviz bolluğu dönemi sona ermesin diye ABD’deki politika yapıcıların krizin sona erdiğine kani olmamaları için dua ediyor çünkü sular çekildiğinde enkaz apaçık ortaya çıkacak.
Böylece küresel piyasalar yeni bir ironi doğurmuş oluyor: devam eden kriz ve etkileri daha da belirginleşmesin/derinleşmesin diye özellikle çevre ülkeler, merkezin de krizden çıkmamasını ve/ya krize cevaben geliştirilen politikaları terk etmemesini ümit ediyor. Süreklileşen ekonomik kriz ve neoliberalizmin yarattığı tahribat, yatay ve dikey çelişkileri tetikleyerek hem merkez hem de çevre ülkelerde (yine ‘uzmanlar’ tarafından öngörülmeyen) toplumsal ve politik gerilimlere zemin hazırlıyor. Gündelik yaşamda duyulan hüsran ve öfke, var olana karşı kendini soldan ve (çoğunlukla) sağdan ifade etmeye başladı. Çağımız değişime gebe. Moda deyimle ‘yeni normal’ bu olsa gerek.
İlginç olan ise milyonlarca insanı göçe zorlayan ve ‘medeniyet kapısında’ aşağılayan iç savaşların, emperyalist müdahalelerin, artan iş ve yaşam güvencesizliğinin, eğitim ve temel sağlık hizmetlerine bile erişimin zorlaştığı, hayatta kalmanın başlı başına bir marifete dönüştüğü bu hengâmenin ortasında teknolojik iyimserliğin giderek daha çok taraftar bulması.
Günümüzden Geçmişe Teknolojik İyimserlik
Bilim ve teknolojide kaydedilen hızlı gelişme sayesinde ufukta kanser tedavisinin göründüğüne, her işe yatkın robotların üretileceğine, başka gezegenlerde tatile çıkılabileceğine, hatta karbondioksit yiyen nanorobotlar sayesinde havanın ve okyanusların temizleneceğine, böylece iklim değişikliğinin önüne geçileceğine dair söylentiler giderek yaygınlaşır oldu. Rational Optimist’in (Rasyonel İyimser) yazarı Matt Ridley, moleküler nanoteknoloji uzmanı Eric Drexler, teorik fizikçi David Deutsch bu minvalde akla gelen uluslararası tanınırlığa sahip yalnızca birkaç isim. Ülkemizde de Ufuk Tarhan gibi – kerametinin ne olduğu tam anlaşılmasa da – kendisini fütürist olarak nitelendiren ‘uzmanlara’ gazete ve televizyonlarda rastlamak mümkün.
Teknolojik iyimserliği bu yazıda konu edilecek boyutuna iyi bir örnek ise Peter Diamandis ve Steven Kotler’in kaleme aldığı Bolluk: Gelecek Çok Daha Güzel Olacak kitabında sunuluyor (Diamandis ve Kotler, 2013). Yazarların temel savı, geometrik olarak gelişen teknoloji ve artan üretkenlik sayesinde yakın gelecekte evrensel bir bolluk oluşacağı, dünya nüfusunun dokuz milyara dayandığı koşullarda bile her bir bireyin temel ihtiyaçlarından fazlasının rahatlıkla karşılanacağı şeklinde özetlenebilir.
Artan makineleşme, otomasyon ve yapay zeka kullanımının politik ekonomisi özellikle istihdam ve evrensel temel gelir tartışmaları çerçevesinde geçtiğimiz aylarda etraflıca yazılıp çizildi (Akçay, 2017; Boratav, 2017; Çelik, 2017; Çukurova, 2017; Yurttaş, 2017).
Bu yazının amacıysa meseleyi daha tarihsel bir perspektifle ele almak. Günümüz iyimserleri girişte kısaca özetlediğimiz karanlık tabloya rağmen varlığını teknolojiye borçlu bir ümitle geleceğe bakma konusunda eşsiz değiller. İlginçtir ki, yirminci yüzyılın en önemli iktisatçılarından John Maynard Keynes tam da iki dünya savaşının ortasında ve kapitalizm tarihinin en derin ekonomik krizinin göbeğinde benzer kehanetlerde bulunmuştu.
1930 yılında yayımlanan Torunlarımız İçin Ekonomik Olanaklar (Keynes, 1963) makalesinde Keynes, insan türü için ekonomik sorunun çözülmekte olduğunu, büyük savaşlar ve bir nüfus patlaması yaşanmadığı takdirde (onun baktığı noktadan) gelecekte zenginlik edinme gibi bir tasanın kalmayacağını yazar. Buna göre yüz yıl sonra, yani 2030’a gelindiğinde ‘gelişmeyi/ilerlemeyi yakalamış’ ülkelerde (merkez ülkeler olarak düşünebiliriz) yaşam standardı Keynes’in yazdığı dönemden dört ile sekiz kat arasında yüksek olacaktır.
Keynes’in kehanetinin bu birinci bölümünü test etmek mümkün. Bugün yaşam standardını ölçmek için daha yaygın olarak İnsani Gelişme Endeksi kullanılsa da – ki bu bile başlı başına bir tartışma konusudur – elimizdeki 1930’lara kadar geri giden tek gösterge kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) verisidir. Britanyalı iktisatçı Angus Maddison tekil ülkelerin, bölgelerin ve bütün dünyanın tarihsel GSYİH serilerini eldeki verilere dayandırarak tahmin etmiş, bu alandaki en kapsamlı veri setini hazırlamıştır[i].
Aşağıdaki grafikte bazı merkez ülkeler ve Türkiye için 1930’dan 2010’a uzanan 80 yıllık dönemde toplam GSYİH’nin ülke nüfusuna bölünmesiyle elde edilen kişi başına GSYİH serilerini görüyoruz (The Maddison-Project, 2013)[ii].
Gerçekten de Keynes’in yazdığı dönemde (Türkiye’yi dışarda bırakırsak) 4.000-6.000 (uluslararası) dolar bandında bulunan kişi başına GSYİH, 2010 itibarıyla 20.000-30.000 dolar aralığına yerleşmiş, örneğin Almanya’da 4.1, İtalya’da 6, ABD’de 3.9 (ve Türkiye’de 5.6) kat artmıştır. 2030 yılına varıldığında Keynes’in öngörüsünün gerçekleşmiş olacağı hemen hemen kesin gibidir[iii].
Kehanetin ikinci bölümüyse adeta burjuva iktisadının kaba ve mekanik yaklaşımıyla politik ekonominin toplumsal ilişkilerin bütününü gözeten bakış açısı arasındaki farklılığı yansıtır. Keynes, sermaye birikimi ve üretkenlik artışı sonucunda bir bolluk ve aylaklık çağına gireceğimizi yazar. Üç saatlik iş gününün ve on beş saatlik haftalık çalışma süresinin rahatlıkla yeteceğini öne süren Keynes, ufuktaki en düşündürücü problem olarak gördüğü şu soruya kafa yorar: uzun saatler çalışmaya alışmış birey bu kadar boş zaman karşısında kendini nasıl meşgul edecektir?
Büyük Buhran’ın içinden seslenmesine rağmen Keynes bizleri teskin etmeye çalışır: devrimcilerin sistemin yapısal niteliği hakkındaki olumsuz görüşleri ve kökten bir değişim dışında çıkış yolu olmadığına dair inançları yersizdir. Tasasızca kendimizi geliştireceğimiz ve gerçekleştireceğimiz, gelir dağılımındaki rahatsız edici eşitsizliklerin ortadan kalktığı, paraya tapınılmayan dört başı mamur bir cennet olarak gelecek bizi beklemektedir (Keynes, 1963).
Keynes’in Görmedikleri
Açıkça görülmektedir ki Keynes’in maddi zenginlik üretimindeki artışa dair beklentileri ne kadar isabetliyse bunun toplumsal sonuçları ve bireylerin gündelik yaşamına yansıması konusundaki görüşleri bir o kadar isabetsizdir.
Bu ıskalamanın sebebiyse doğrudan Keynes’in metoduyla ilintilidir. Seleflerinin tümünü ‘klasik iktisatçılar’ olarak gören Keynes, kendisinden önceki iktisat teorisinin de yalnızca bir özel denge durumunu tarif ettiğini, bu nedenle genel bir teori olmadığını düşünür[iv]. 1936’da yayımlanan ana çalışmasına İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi ismini vermesi de bundan kaynalanır.
Ancak Keynes, kullandığı yöntem açısından ele alındığında politik ekonominin karşısında konumlanan ana akım çerçevenin içinde hareket eder. Yatırım, sermaye birikimi, büyüme, bölüşüm gibi başlıklar bu yaklaşımda safi birer ekonomik kategori olarak ele alınır ve mekanik bir şekilde değerlendirilir. Sınıflar, toplumsal çelişkiler ve çıkar çatışmaları, insanın insanla olan ilişkisi maksatlı olarak hasıraltı edilir. Tam da bu nedenle Keynes, bir yandan üretici güçleri geliştiren kapitalist ekonominin diğer yandan sürekli yeni ‘ihtiyaçlar’ üreteceğini, bir tüketim çılgınlığını teşvik edeceğini ön görememiştir.
Örneğin, 1930 yılından günümüze ABD’de yıllık olarak GSYİH’nin ortalama %2’si reklamcılık harcamalarına ayrılmış, 1930’da 2.4 milyar dolar olan reklamcılık harcamaları 2007’de 280 milyar dolara ulaşmıştır (Coen Structured Advertising Expenditure Dataset). 2006 yılında, krizin arifesinde, ABD yurttaşlarına postayla yollanan kredi kardı sayısı aylık 600 milyonu bulurken, 2008’de 100 milyona düşmüş, 2010’da tekrar 300 milyona çıkmıştır (Han ve diğerleri, 2011: 10-11). Bu esnada düşük gelir ve eğitim düzeyine sahip yurttaşlar özellikle tespit edilmiş, birkaç ay sonra artacağı mektupta ufacık puntolarla belirtilen düşük başlangıç faiz oranlarıyla cezbedilmişlerdir.
Bu, ABD’ye özgü bir eğilim değildir. 1980’lerden itibaren Birleşik Krallık ve ABD’den dünyanın geri kalanına dalga dalga yayılan neoliberalizm çerçevesinde örgütsüzleştirilen emek ve yatay seyreden reel ücretlere rağmen gerek artan eğitim ve sağlık, gerekse özel tüketim harcamaları birikmeli borçlandırmayla mümkün kılınmıştır. Keynes’in sözünü ettiği ‘gelişmiş’ ülkelerde hanehalkı borcunun GSYİH’ye oranının medyan (ortanca) değerleri 1980-2017 döneminde Avro bölgesi ülkelerinde yaklaşık %20’den %60’a, diğer gelişmiş ülkelerdeyse yaklaşık %30’dan %80’e yükselmiştir (IMF, 2017: 60).
Üstelik Keynes’in tarif ettiği cennetin yeryüzüne bir türlü inememesinin en önemli sebebi bireylerin harcamalarındaki artış değildir. Kişi başı GSYİH verilerinde toplam gelirin yurttaşlara eşit dağıtıldığı varsayımının gizli olduğu gözden kaçmamalı. Bu soyutlamayı bir kenara bırakıp toplam gelirin nasıl bölüşüldüğüne bakarsak bir başka yapısal bozuklukla karşılaşırız.
Aşağıdaki grafik dikey eksende küresel gelir pastasından en üstteki %1’lik kesimin aldığı payı kırmızıyla, en alttaki %50’lik kesimin (yani dünyanın geliri daha düşük olan yarısının) aldığı payı maviyle sunuyor (World Inequality Lab, 2017: 9):
Bu grafiğin yalnızca gelirin bölüşümünü yansıttığını, yani yıllık gelir akışlarını veri aldığını, servet eşitsizliğine – yani stoklara – bakıldığında çok daha çarpıcı bir tablo ortaya çıktığını belirtmekte fayda var. En varlıklı %1’in küresel servetten aldığı pay (1980 yılında) %28’den (2017’de) %33’e yükselmiş bulunuyor. Alttaki %75’in küresel servetteki toplam payı ise %10 civarında dalgalanmaya devam ediyor (World Inequality Lab, 2017: 4. Bölüm).
Servetten pay alan kesim |
Toplam servetteki reel büyümeden aldığı pay |
Alttaki %99 | 62.9% |
Üstteki %1 | 37.1% |
Üstteki 0.1% | 21.6% |
Üstteki 0.01% | 12.4% |
Son olarak, üstteki tabloda 1980-2017 yılları arasında Çin, AB ülkeleri ve ABD’de kaydedilen toplam servet artışından alınan payları görüyoruz (World Inequality Lab, 2017: 4. Bölüm). Her ne kadar servetteki büyüme ekonomik büyümeyle özdeş olmasa da, artan parasal zenginlikten kimin ne kadar nasiplendiğine dair net bir fikir veriyor. Bahsi geçen serveti kafamızda canlandırmak için Bloomberg Milyarder Endeksi’nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı verilere bakmak yeterli: dünyanın en zengin 500 kişisi 2017 yılında servetlerine bir trilyon dolar, yani her gün 2.7 milyar dolar, her dakika 1.9 milyon dolar ekledi (Metcalf ve Witzig, 2017).
Sonuç
Tüm bu verilerin ve eğilimlerin yorumlanmasında bilimsel yöntem bir kez daha önemini belli ediyor. Ana akım iktisat – Keynesyen iktisadı da yöntemsel açıdan buna dahil görüyoruz – gelir ve servet dağılımında beliren, sistemin bekasını riske atacak düzeydeki uçurumlarla karşılaştığında konuyu ahlaki ve teknik açıdan ele alır: bu denli geniş bir makas ahlaki açıdan kabul edilebilir değildir ve ayrıca gelirin yoksulların lehine yeniden bölüşümü tüketimi canlandırarak ekonomiyi hareketlendirecektir. Ancak, örneğin, emeğin toplam pastadaki payının büyümesinin kârlılıkta yol açacağı aşınma, bunun yatırımlara ve büyümeye yansıyacak olumsuz etkisi, spekülatif faaliyetlerde yaşanacak şişme, ve en nihayetinde doğuracağı politik ters tepkiler – kısacası sınıfsal çatışmalar ve iktisadi sistemin çelişkili tabiatı göz ardı edilir.
Tam da bu çelişki ve çatışmaları görmezden geldikleri için Keynes ve günümüz teknoloji iyimserleri konuyu yalnızca bir yönüyle ele alır ve hareketi bütünlüğü içinde kavramak yerine geleceğe doğru ‘teknolojik ilerleme –> üretkenlik artışı –> zenginlik artışı –> yüksek refah, daha kısa çalışma saatleri’ şeklinde mekanik bir projeksiyon yapar.
Evet, kapitalizmin içkin dinamikleri teknolojik gelişmeye, sermayenin (ve üretim araçlarının) giderek çoğalmasına, üretkenlik artışına yol açar. Ancak aynı dinamikler, toplumsal sonuçları açısından iyimser beklentilerin karşıtını da doğurur. Hızla biriken toplam zenginliğin bağrında milyarlarca emekçi için yoksunluk derinleşir. Emeğin üretkenliği giderek artarken iş günü kısalmak bir yana, rekabet ve kâr baskısından dolayı yoğunlaşır ve yer yer uzar.
Sözü 1856 yılından bize seslenen ve iktisadı toplumsal ilişkilerin bütünü içersinde ele alan diyalektik yöntemiyle Keynes’ten ayrışan Marx’a bırakalım:
Günümüzde her şey kendi karşıtına gebe görünüyor. İnsanın çalışmasını kısaltma ve bereketlendirme mucizevi gücüne sahip makinelere karşın kendisinin yoksulluk içinde, gücünün ötesinde çalıştığını görüyoruz. Ortaya yeni çıkmış zenginlik kaynakları, garip bir gizemli büyü ile, yokluk kaynakları haline dönüşüyor […].
Öyle görülüyor ki, insan, doğayı egemenliği altına alırken, aynı hızla öteki insanların ya da kendi aşağılıklığının kölesi haline geliyor. Bilimin saf ışığının bile, cehaletin karanlık zemininden başka bir şeyi aydınlatamadığı görülüyor. Bütün keşiflerimiz ve ilerlememiz, maddi güçleri entelektüel bir yaşamla doldurmak ve insan yaşamını maddi bir güçle aptallaştırmaktan başka sonuç vermiyor. (Marx, 1856)
Henüz ikinci sanayi devrimi ortaya çıkmadan, içten yanmalı motor icat edilmeden, elektrik enerjisi dahi yaygınlaşmadan bu satırları yazan Marx’ın ufuktaki çelişkili hareketi (kendisinden yaklaşık 75 sene sonra yazan Keynes’e kıyasla) bu denli iyi kavramasının tek bir sebebi vardır: teknolojik ve bilimsel gelişmeleri onları doğuran toplumsal üretim ilişkileri içinde ele alması.
Bilim, makine ve yapay zeka kendi içinde ne bir tahribat kaynağı, ne de kurtarıcı bir kahraman olabilir. Kendi torunlarımıza gerçekten (yaşanabilir) bir dünya bırakmak istiyorsak yapmamız gereken ütopyayla distopya arasında bir uçtan ötekine savrulmak yerine, içinde bulunduğumuz derin krizi üretim ilişkileri bağlamında serinkanlılıkla ele almak ve ezelden beri pansuman telkin edenlere kulağımızı tıkayıp, yarayı doğuran kaynağı kökünden kurutmaktır.
KAYNAKLAR
Akçay, Ü. (2017) “Sorun kapitalizm, robotlar değil!” http://baslangicdergi.org/sorun-kapitalizm-robotlar-degil/, indirilme tarihi: 5 Ocak 2018.
Boratav, K. (2017) “Dünya emek havuzu ve robotlar”, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/dunya-emek-havuzu-ve-robotlar-213236, indirilme tarihi: 5 Ocak 2018
Çelik, O. (2017) “Robotlu Üretim ve Temel Yurttaşlık Geliri Projesinin Ekonomi Politiği”, http://www.abstraktdergi.net/robotlu-uretim-ve-vatandaslik-geliri-projesinin-ekonomi-politigi/, indirilme tarihi: 5 Ocak 2018
Coen Structured Advertising Expenditure Dataset, http://www.galbithink.org/cs-ad-dataset.xls, indirilme tarihi: 8 Ocak 2018.
Çukurova, C. (2017) “Temel Gelir ve Endüstri 4.0 Tartışmalarına Bir Katkı”, http://www.abstraktdergi.net/temel-gelir-ve-endustri-4-0-tartismalarina-bir-katki/, indirilme tarihi: 5 Ocak 2018
Diamandis, P. ve Kotler, S. (2013) Bolluk: Gelecek Çok Daha Güzel Olacak. İstanbul: Optimist.
Han, S. ve Keys, B.J. ve Li, G. (2011) “Credit Supply to Personal Bankruptcy Filers: Evidence from Credit Card Mailings”, https://www.federalreserve.gov/pubs/feds/2011/201129/201129pap.pdf, indirilme tarihi: 8 Ocak 2018.
International Monetary Fund (2017) “Global Financial Stability Report: Is Growth at Risk?”, https://www.imf.org/en/Publications/GFSR/Issues/2017/09/27/global-financial-stability-report-october-2017, indirilme tarihi: 8 Ocak 2018.
Keynes, J.M. (1963) “Economic Possibilities for our Grandchildren”. Keynes, J.M. (der.), Essays in Persuasion. New York: W.W. Norton & Co.
Marx, K. (1956) “Speech at the anniversary of the People’s Paper”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1856/04/14.htm, indirilme tarihi: 7 Ocak 2018.
Metcalf, T. ve Witzig, J. (2017) “World’s Wealthiest Became $1 Trillion Richer in 2017”, https://www.bloomberg.com/news/articles/2017-12-27/world-s-wealthiest-gain-1-trillion-in-17-on-market-exuberance, indirilme tarihi: 8 Ocak 2018.
Moggridge, D.E. (1992) Maynard Keynes. New York: Routledge.
The Maddison-Project, 2013 Version, http://www.ggdc.net/maddison/maddison-project/home.htm, indirilme tarihi: 6 Ocak 2018.
World Inequality Lab (2017) World Inequality Report: Executive Summary, http://wir2018.wid.world/files/download/wir2018-summary-english.pdf, indirilme tarihi: 8 Ocak 2018.
Yurttaş, E. (2017) “Yapay Zeka, Robotlar ve Sınıf Mücadelesi”, http://www.dunyaninyerlileri.com/yapay-zeka-robotlar-ve-sinif-mucadelesi/, indirilme tarihi: 5 Ocak 2018.
NOTLAR
[i] Seriler uluslararası dolar ya da Geary-Khamis doları olarak bilinen birimde 1990 yılı baz alınarak derlenmiştir. Böylece çeşitli para birimleri arasındaki döviz kurları ve bu para birimlerinin satın alım güçleri hesaba katılmıştır.
[ii] Avrupa-12 şu ülkeleri kapsamaktadır: Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Norveç, İsveç, İsviçre, Britanya.
[iii] Zira başlangıç noktasını 1930 değil de 1910 yılı olarak alırsak Britanya dışındaki ülkelerde kişi başına GSYİH’nin 4.1 – 7.5 aralığında arttığı sonucuna ulaşıyoruz.
[iv] Keynes’in ‘klasik iktisatçılar’ sınıflandırması oldukça muğlaktır. Marx’ı bu kategoride değerlendirip değerlendirmediğine dair elimizde bir emare bulunmasa da Keynes 1934 yılında Bernard Shaw’a yazdığı bir mektupta Kapital’i kutsal kitap muamelesi gören modası geçmiş ve can sıkıcı bir eser olarak nitelendirir (Moggridge, 1992: 469-70). Halbuki Keynes Kapital’i dikkatli okumuş olsaydı, örneğin, birinci cildin paranın incelendiği üçüncü bölümünde Marx’ın Say Yasası’nı yerle bir ettiğini fark ederdi. Marx’tan yaklaşık 70 yıl sonra yazan Keynes, Say Yasası’nın çürütülmesini kendi başarısı olarak görür.