Yönetmen Mustafa Emin Büyükcoşkun ve Yapımcı Arzu Demir ile Söyleşi
Suruç Katliamı’nın izini süren ve yapımı 2019 yılında tamamlanan Gitmek filmi, katliamda yaşamını yitirenlerin yola çıkış motivasyonlarını, yaşamını yitirenlerin yakınları ve katliamın tanıkları üzerinden anlamaya çalışıyor. Filmin çekimlerine katliamdan kısa bir süre başlanmış olması tanıklıkların çekimler sırasında kendileriyle de yüzleşmelerini mümkün kılıyor.
Yönetmen Mustafa Emin Büyükcoşkun, Almanya’da Karlsruhe Sanat ve Tasarım Üniversitesi’de eğitimini sürdürmekte. Yapımcı Arzu Demir ise Türkiye’deki gazetecilik faaliyetleri nedeniyle cezalandırılmak istenen bir gazeteci olarak ülke dışına çıkmak zorunda kalanlardan. Arzu Demir hala Etkin Haber Ajansı ve Medya Haber Tv’de gazeteciliğe ara vermeksizin devam ediyor. Abstrakt Dergi olarak Gitmek filmi üzerine yönetmeni Mustafa Emin Coşkun ve yapımcısı Arzu Demir’le film yapım sürecinden, hatırlama pratiklerinin perdeye aktarılmasına geniş bir sohbet gerçekleştirdik.
Öncelikle daha alışageldik bir soruyla başlayalım. Belgeseli yapmaya nasıl karar verdiniz? Ve bu ekip nasıl bir araya geldi?
Arzu Demir: Aslında ilk başlarken bir belgesel yapalım fikri yoktu. Benim aklıma gelen Suruç’ta kaybettiğimiz yoldaşlarımızı anlatabileceğimiz bir kitap projesiydi. Çünkü benim kendi adıma bildiğim, yapabildiğim kitaptı. ETHA’nın o ünlü Birlik Apartmanı’ndaki bürosunda, küçük bir sigara içilebilen odası vardı. Orada bir gün Sedat Şenoğlu ve Ozan Horoz’la bunu nasıl yapabiliriz diye konuşurken, acaba film olmaz mı, filmi neden düşünmüyorsun gibi bir soru üzerine başladı. Olursa nasıl olur vs derken Boğaziçi Üniversitesi’nde bir arkadaşımız var, Mustafa Emin, belki o katılabilir dedi Ozan. Daha sonra Mustafa ile görüştük, bir çay içtik. Aslında ondan sonra yola çıktık. Benim kendi açımdan ilk defa böyle büyük bir belgesel projesine girişiyordum. Bir taraftan gazetecilikten gelen pratik yönleri bakımından kolay geliyordu ama diğer taraftan da zor olacağını hissediyordum. Benim bakımımdan aslında her gün yeni bir şey öğrendiğim, bu yapılabilir bu yapılamaz dediğim bir dönem oldu diyebilirim.
Mustafa Emin Büyükcoşkun: Ben Suruç katliamı yaşandığında bir sinema filminin çekimlerindeydim. Beni de çok sarstı açıkçası. Sonrasında, sonbahar başlarında ben de bir gün Ozan Horoz’un bir telefonuyla uyandım ve katliamın ardından görsel-işitsel bir formda ne yapılabilir konusunda fikir almak istediklerini söyleyerek beni Birlik Apartmanı’ndaki o ufak ve sıcak odaya davet ettiler. Sedat Şenoğlu ve Ozan’la çay içerken bir film niyetleri olduğunu paylaştılar. Katliamın üzerinden henüz üç ay geçmişti, herşey çok tazeydi. Nasıl koşullar altında olduğumuzun da pek farkında değildik aslında. Çok geniş bir ölçek vardı karşımızda aslında; 33 insanın hayatı, dolayısıyla onları tanıyan, tanıklık edebilecek onlarca insan, katliamdan sağ kurtulabilmiş olanlar. Aklıma ilk gelen şey görsel-işitsel bir arşiv oluşturmaktı. Dolayısıyla adeta arkeologların inşaat alanlarında yaptığı kurtarma kazısına benzer bir şekilde onlar hakkında ulaşabildiğimiz her görüntüyü, tanıklığı, hatırayı toplamak ve güvenli bir yerde muhafaza etmek gerektiğini düşündüm. Böylece bu konudaki engin fikirlerimi paylaşarak yırttığımı zannediyordum. Hatta pratik bir şekilde kullanılabilecek bir ekipman listesi de önerdim. Ve ondan sonra başka bir sinema filminin çekimleri için Kayseri’ye gittim. O film sona erip, yüksek lisansa başlamak üzere Mardin’e geldiğimde bir gün Arzu aradı ve Kızıltepe’de ilk röportaja başlayacaklarını söyledi. Şehitlerden Murat Yurtgül ve Emrullah Akhamur’un aileleriyle görüşeceklerdi. Mardin’den Kızıltepe’ye giden bir minibüse bindim ve aslında bir daha inmedim. Öyle oldu benim bu film ile ilişkim. Bir film çekme niyetim yoktu, böyle uzun soluklu bir projenin altından kalkıp kalkamayacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Ne SGDF, ne BEKSAV ile organik bir bağım yoktu. Ama bütün bunlar yolculuk içerisinde bir şekilde oluştu ve Gitmek adından da anlaşılacağı üzere bir sürece dönüştü diyebilirim.
Arzu: Çalışmaya başlarken iki aşama diye düşünüyorduk aslında. Önce bir ses kaydı alalım, insanlar her şeyi bir anlatsın; çünkü kamera mesafede koyuyordu aramıza. Dolayısıyla gerçek duyguların açığa çıkmasına engel oluyor diye düşünmüştük. O nedenle ilk önce ses kayıtlarıyla arşivi oluşturalım diye yola çıktık. Ancak katliamdan altı ay sonra sonra çekimlere başlayınca farkettik ki bu kadar travmatik bir olay sonrasında insanların duygularını tartması, yerli yerine oturtması için aslında kısa bir zamandı. Dolayısıyla katliamı bir defa sorduktan sonra ikinci kayıtta, yani çekimde nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımızı düşünmeye başladık. Aslında yöntemde böylelikle değişmeye başladı. Ses kaydı alıyorduk ama kamerayla da çekmeye başladık o dönemde. Ama oldukça mesafeli, tanığa alan ve zaman bırakan bir şekilde. Aslında başta Mustafa’nın da söylediği gibi dolmuşa bindik ve başladı hikaye. Çalışmada yer alan diğer arkadaşlarımız Emre Altan, Ezgi Aydın ve Leyla Postalcıoğlu bakımından da Mardin’den başlayan bu hikaye içerisinde hem belgesel filmi yol aldı, ama aynı zamanda bizi değiştiren dönüştüren bir süreç oldu.
Mustafa Emin: Arzu’nun belgeselin yapım sürecine dair söyledikleri aslında çok önemli başka bir tartışmayı açıyor o da; metodoloji. Böyle bir süreç nasıl kayıt altına alınabilir, böyle bir süreç kayıt altına alındığı ve arşivlendiği zaman nasıl bir ürün ortaya çıkabilir. Bence en başından beri BEKSAV ve sürece dahil olan diğer bütün arkadaşlar çok açık görüşlü davrandılar ve bizi belirli bir forma asla zorlamadılar, bu anlamda bir beklenti içerisine girmediler. Buna bu projenin bir parçası olan aileler de dahil, çünkü onların baş etmeleri gereken ve yaşamalarına izin verilmeyen bir yas durumu vardı. Buna rağmen beklentileriyle bize asla bir dayatmada bulunmadılar. Ama bizim cevaplamamız gereken çok fazla soru vardı. Onun için biz daha başından arşiv gibi daha esnek, yeniden tanımlanabilir ve farklı fonksiyonları olabilecek bir sürece giriştik. Ben kişisel olarak sinema pratiğinden geliyorum ve çok uzun zaman kurmaca filmlerde çalıştım. Benim açımdan ilginç olan şey tam da bu tekrar edilemez olan tanıklık anının nasıl kayıt altına alınabileceği idi. Bu işin bir veçhesi, yani o kayıt altına almada hangi format doğru olabilir? Baştan belgeselin görseline dair hiçbir şey de tahayyül etmediğimiz için ve belgeselin yapısına dair belirleyici bir yargıda bulunmadığımız için arşivi olabilecek en geniş ve çok fonksiyonlu bir biçimde oluşturmaya gayret ettik. Sadece konuşan kafalardan ibaret bir şey yapmamaya, şiddeti pornografikleştirmemeye, umutsuzluktan uzak durmaya ve müzik kullanmamaya dair bir prensip belirlemiştik. Bu ses ve görüntüleri kaydederken de alabildiğine mesafeli, olabildiğince tanığa o alanı tanıyan, hiçbir zaman kayıttan çıkmaktan imtina etmeyen, onları hiçbir zaman cevabını bilmedikleri ya da başka travmaları tetikleyebilecek soruları cevaplamaya zorlamayan bir kayıt alma süreciydi bu. Bir diğer nokta kayıtların yanı sıra ulaşabildiğimiz herkesten malzeme de toparlamaya çalıştık. Flaş belleklerden, bilgisayarlardan, fotoğraf albümlerinden varsa ilkokul, ortaokul öğrenim evraklarından, odalarındaki nesnelerden görüntüler topladık. Yakınlarını korkunç bir şekilde kaybeden üstüne daha da korkunç bir siyasal iklime giren insanlar, bize, objektifimize ve mikrofonumuza konuşmayı, tanıklıklarını anlatmaya kabul ettikleri andan itibaren onlarla aramızda başka türlü bir mutabakat oluşmaya başladı.
Çekim sürecini nasıl geçti? Nasıl bir süreçti? Süreç boyunca herhangi bir zorlukla karşılaştınız mı? Karşılaştıysanız nelerdi bunlar? Yani filmin politik niteliğinin yaratabileceği zorlukları kastetmiyorum tek başına. Film arayışa çıktığı sorun itibariyle oldukça hassas ve ağır bir duygu bagajına sahip. Bu bağlamda da düşünebilirsiniz “zorluk” meselesini.
Mustafa Emin: Açıkçası başlangıçta buna dair daha az fikrim vardı, sonunda bu yargıda daha da keskinleştim: Ben zaten bu deneyimin anlatılabilir olduğuna inanmıyorum. Bu deneyim bize devredilebilir bir şey değil. Biz sadece geriye kalan bazı bölük pörçük hafıza parçalarından bir şey oluşturabiliriz ancak oluşturduğumuz şey, olmuş olanın uzak bir hayali olmaktan öteye geçmeyecektir. Bu hem yaşanan şey, hem de hayatını kaybedenler için geçerli. Kahramanın yokluğunda her temsil eksik kalacaktır. Tanıkların, tanıklıklarını anlatma ve paylaşma momentine geldiğimiz zamanda tabi ki bizim kameramızı ve mikrofonumuzu onlara yöneltmekten ötürü meydana gelen bir şiddet var. O şiddeti dönüştürmek, orada başka bir anlaşma kurmak, bu insanların o biricik olan anı, sonucunu ve gidebileceği yeri kestiremedikleri, hiçbir zaman kontrol altına tutmayacakları ama bir yandan da büyük bir güvenle ve itimatla bize devrettikleri o şeyin, hatıranın ya da duygunun, üzerine titrememiz gerekiyordu. Çünkü çok mahrem bir an ve tabi ki onlar da çok zorlandılar kaybettiklerinin ardından konuşabilmekte. Dolayısıyla o anlatma anları çok kıymetliydi. O nedenle de her çekim saati aktıkça, kameramızı her kapadığımızda, hard disklerdeki veriler arttıkça giderek ağırlaşan ve sonucunda ne şekilde paylaşabileceğimiz, ne gibi bir formata dökebileceğimiz meçhul olan bir süreç oldu.
Arzu: Ailelerin güveninin ve yüce gönüllü oluşlarının altını çizerek başlamak gerekiyor. Benim açımdan zor bir süreçti. Doğrudan tanıdığım insanları kaybettiğim bir dönem. Dolayısıyla röportajları yapan kişi olarak, onlara dair soru sormak zordu benim için. Bu nedenle de ailelerin bize karşı duydukları o güven olmasaydı daha da zor olabilirdi bu süreç. Kızıltepe’de başladık ilk çekimlere, çünkü Kürdistan coğrafyasında insanlar bu acıları az çok tanıyorlar ve onlarla bağ kurmak daha da kolay olabilir diye bir fikir de vardı bende. Karadeniz’den başlamadık örneğin, orası daha zor bir bölgeydi. Daha sonra iki defa gittik Karadeniz’e örneğin ve ikisinde de istediğimiz gibi sonuç alamadık. Çok yüzeysel röportajlar çıktı oradan, o nedenle de oraya dair iyi bir hikaye kuramadık. Kızıltepe’de ise ilk gittiğimizde üç gün kaldık ailelerle birlikte ve başlangıç bakımından onların dostluğu, güveni ve açıklığı bize cesaret verdi.
Mustafa: Bugünlerde hafızalaştırma, hatırlama ve anma pratikleri çok konuşuluyor, 2000’lerin başlarında da özellikle kültür-sanat ortamında yüzleşme bağlamında da bunlar çok tartışıldı. Tam da Arzu’nun tespitinden devam edersem, Kürdistan’da konuşabilmenin, anlatabilmenin, kendini ifade edebilmenin biçimlerini insanlar ne kadar kendi içlerinde özdeşleştirmişlerse aksine Karadeniz’de ya da Batı metropollerinde o kadar zorlandık. Aradaki makas sanki örgütlü politik toplumun yoğunlaştığı coğrafyalarla, zayıfladığı mekanlar arasındaki farka tekabül ediyor gibiydi. Bütün bu hafızalaştırma çalışmalarında anma pratiklerinde bize hep bir tekillik sunuluyor, bir form olarak bu teşvik ve teşhir ediliyor. Halbuki tam da burada gördüğümüz, ancak kendini bir kolektivitenin, bir toplumsallığın içinde konumlandırabilirsen sahip olduğun faillik, sana o travmayı aşabileceğin ve onu belirli bir adalet mücadelesi, hakikat mücadelesi bağlamında da yeniden üretebileceğin bir alan açıyor. Çok minör düzeyde sevdiğinle kurduğun o çok mahrem çok özel ve asla geri getirilemeyecek olan şeyi de çağırmayı kolaylaştırıyor, bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu bizim soru föyümüze de yansıdı. Tamamen biyografik, konuyla hiç alakası olmayan, hiç merak edilmeyecek şeyleri sorduk, hangi böreği sevdiği ya da mızıkçılık yaptığı zaman insanların ne hissettikleri gibi. Bu derin biyografik alan bizi kolektif olarak bu yolculuğa dair, yani SGDF’nin Türkiye’nin batısından Kobane’ye bir yeniden inşa kampanyası örgütlemek üzere davet ettiği yolculuğa dair, bu yolculuğa çıkmaya karar veren, bu yolculuğu göze alan yolcuların motivasyonlarına, duygularına dair bize bir pencere açtı. Herkesin kendisinden bir parça bulabileceği, o çok tekil birbirinden başka birine benzemez hayatların toplamında anonimleştiği ve bizim bir şekilde ilişki kurabileceğimiz, sıradanlıklarımızda bir katarsis yakalayabileceğimiz bir moment oluştu. O çatı olmasa, bu bütün hikayeleri, gerçekten çok alakasız insanları birbirine bağlayan şey etrafında biz konum almasak, bence bu bütün hafıza çalışmasının ne enerjisini bulabilirdik ne imkanlarını yaratabilirdik ne de sonuçta tamamlayabilecek, en azından bir aşamaya getirebilecek koşulları yaratabilirdik diye düşünüyorum. Geriye dönüp baktığımda ESP’nin hibe ettiği bir kamera dışında gerçekten hiçbir şeyimiz yoktu, tamamen gönüllü, olağanüstü bir emekle meydana getirildi. Bu alanda çok şöhretli hiçbir kurumun desteğine de layık görülmedi ama buna rağmen örgütlü bir toplumun eser oldu. Böylesi bir sürecin hakkıyla yürüyebilmesini aslında örgütlü bir toplumla ne kadar iç içe geçtiğinin bir örneği diye düşünüyorum.
Filmi izler izlemez, tercih edilen anlatı yapısı ve bu bağlamda yapılan tercihler dikkatimi çekti. Örneğin filmde insanların yüzlerini görmüyoruz neredeyse. Silüetler şeklinde tercih edilmiş bir biçimiyle tanıklar olduğunu düşündüğümüz anlatıcıların çeşitli imajların üstüne bindirilmiş görüntüleri ve daha çok sesleri üzerinden ilerleyen bir anlatım dili var. Özellikle tercih edilen görüntüler parçalı ve tek tek ele alındığında daha çok bir tür yolculuk temasıyla -özellikle de filmin açılış sekansından sonraki kısmında- karşılaşıyoruz. Bu anlatım tercihini açmak ister misiniz, nasıl bir yaklaşım izlemeye çalıştınız?
Mustafa Emin: Arşivi belirli bir noktaya getirdiğimize kanaat getirdikten sonra filmin hikayesi başladı. Katliamın birinci yılında, filmin henüz nereye gideceğini bilmiyorken ve hala kayıtlara, mülakatlara devam ederken ailelerin bizden beklentilerine, yani anma ve yas taleplerine cevap olabilecek, onların estetik arayışlarını da karşılayabilecek 25 dakikalık bir anma videosu hazırladık. Müziksiz, sadece tanıklardan oluşan ve başından sonuna olayı anlatan bir kurgusu olan bir işti. 15 Temmuz darbe girişimi neticesinde İstanbul’daki tüm toplumsal faaliyetler yasaklandığı için valilik kararıyla Bostancı Gösteri Merkezi’nde değil, bu yolculuğun da başlangıç noktası olan BEKSAV’ın Kadıköy’deki o mütevazı bahçesinde ilk defa halka açıldı. Bundan sonra biz bir yıl daha çekimlere devam ettik, ben bu süreçte Karlsruhe’ye taşındım, Arzu hakkında açılan davalar sebebiyle Avrupa’ya iltica etmek durumunda kaldı ama biz çekimlerimizi sürdürdük. Bütün mülakatlar insanüstü bir çabayla deşifre edildi, yüzelli saati aşan mülakattan bahsediyoruz , binlerce sayfa. Etkin Haber Ajansı’nın emekçilerini de tabi ki anmak gerekiyor burada. Sonra o büyük soru geldi çattı; şimdi biz bunlarla ne yapacağız? Baştan görece açık tuttuğumuz yapı o noktada bizi çok zorladı. Aslında bu film bir kısıtlılıklar filmi. Adeta bir Dogma 95 Manifestosu gibi; yani yapılamayacak çok şeyin olduğu ve yapılabilecek çok az şeyin olduğu bir kurgu çalışması vardı önümüzde.
Konuşan kafaların olduğu o klasik televizyon belgeseli tarzından tamamen kaçınmak istiyorduk.. Yas tutmaya çok büyük bir saygımız var, çok önemli bir mesele yas ama ağlak birşey yapmak istemiyorduk. Yapmak istediğimiz şey bir ağıt değildi. Diğer bir sınır bu yolculuğa katılan insanların arka planlarının çeşitliliğiydi. Kamuoyunda tabi ki davetçisi SGDF’yle anılıyor olsa da hem hayatını kaybedenlerin hem de geriye kalanların aslında sınırlı bir kısmı SGDF’de örgütlüydü. Kürdistan’dan gelenler, Batıdan gelenler, Karadeniz’den gelenler, gençler, işsizler, yaşlılar, emekliler, Sünni Müslümanlar, Aleviler, Çerkesler, dolayısıyla bu kadar kozmopolit bir hikayeden belli başlı figürlerin öne çıktığı, bazıların çok silik kaldığı, neredeyse esamesinin okunmadığı bir toplamla karşı karşıya kalma riskimiz vardı. Onların hatırasına hürmetsizlik etmek istemediğimiz için bu şiddetle kaçındığımız bir şey oldu. Dramatik olarak, sinematografik olarak çok çok zor olsa da biz karakterlerimize eşit bir şekilde yaklaşmaya çalıştık. Eşit yaklaşmaya çalıştığımız andan itibaren de ortaya devasa biyografik bir yük çıkacağı için karakterleri tamamen anonimleştirmeyi tercih ettik ve insanları anlatmak yerine, insanları anlatamayacağımızı bilerek ve farkında olarak biz yolcuğu anlatmayı tercih ettik.
Yolculuğa odaklanmaya karar verdiğimiz andan itibaren de devreye yolun kendisi girdi. Burada Japon Kızıl Ordu Fraksiyonu mensubu ve uzun yıllar Lübnan’da Filistin Kurtuluş Örgütü’yle beraber mücadele etmiş olan, kendisi aynı zamanda Nam-ı diğer Seri Katil adlı bir film üretmiş Masao Adachi’nin manzara teorisi bize çok yardımcı oldu. Adachi, ‘Biz Marksistler üretim ilişkilerini, güç ilişkilerini ancak insan suretlerini değil manzarayı filme alarak açığa çıkarabiliriz. Ancak böyle bu ilişkileri doğru bir biçimde çözebiliriz” diyor. İlk filmi Nam-ı diğer Seri Katil’de de katilin imgesine değil onun kat ettiği yollara, Tokyo banliyölerine ve cinayetlerini işlediği mekanlara bakıyor. Dolayısıyla, bir katliamla sonlanmış gibi görünse de aslında devam etmekte olan ve bizim de devamını daha çok merak ettiğimiz bir yolculuğun izini sürmek istedik ve buna karar verdikten sonra ortaya böyle bir kurgu çıktı. Anonim bir karakter inşa etmek istedik, isimleri neredeyse hiç anılmıyor ama sanki tek bir insanın neredeyse şizofrenik denilebilecek kadar çok farklı yüzlerinden bahsettiğimiz bir kurgu geliştirdik. Sonra tabi filmin içerisinde yavaş yavaş kimlerden bahsedildiğini anlıyoruz. Bu prologdan sonraki kısımsa yolculuğa ayrılmış durumda, burada biraz yolculuğun dinamiklerine, duygusuna, o yola çıkma fikrine odaklandık çünkü filmin de temel sorusu bu, “Neden gittiler?” Doğrusu beş yıl sonra bu soruya hala net bir cevabım yok, ama çok farklı anlar var buna dair. Kimisi Sahabe-i Kiram gibi sofrada lokmasını bırakıp gidiyor, kimisi aylarca maaşından biriktirerek gidiyor, kimisi bir gecede kimisi aylarca uyuyamayarak karar veriyor. Bu çok farklı motivasyonlardan bir kesit var filmde.
2018 genel seçimleri öncesindeki göreli rahatlama döneminde İstanbul’dan Suruç’a, Suruç’tan Van, ordan Karadeniz’e ve tekrar Batı’ya, onların ayak izlerinde bir seyahat yaptım. O yolculuktan sekanslarla aslında bu filmin ana gövdesi oluştu. Ne tesadüftür ki, Amara Kültür Merkezi’ne, o gün kayyum marifetiyle Gençlik ve Spor Bakanlığı’na devredilmiş olan o binanın avlusuna girdiğim zaman, Suruç’ta HDP’li Şenyaşar ailesi AKP’li bir milletvekilinin yakınları tarafından katliama uğramıştı, şehirde olağanüstü bir hareketlilik vardı ve ben olay yerinde ancak yarım saat geçirebildim ve o görüntüleri kaydedebildim. Filmin çekim pratiğinin kendisi de bu kısıtlılıkların sürekli tekrarlandığı bir maceranın sonucu. Kurguyu ise yaklaşık iki yıla yayılan bir zaman zarfında, halihazırda öğrencisi olduğum Karlsruhe Sanat ve Tasarım Üniversitesi’nin sağladığı imkan ve altyapıyla tamamladım.
Arzu: Ekranda tek bir kişinin olmayışı bir bakıma amaç birliğini de gösteriyor. İnsanlar neden yola çıktılar sorusunun yanıtını verirken farklı şekillerde ifade ettiler ama sonuçta bir ortak amaç var. Karadeniz’den, İstanbul’dan ya da Kürdistan’ın herhangi bir yerinden Kobene’ye doğru giderken ortak amaç, oradaki devrime, Rojava Devrimi’ne bir biçimde dahil olma -salt bir savaşçı olma anlamında söylemiyorum- tanıklıkla, SGDF’nin kampanyasını ifade ettiği biçimlerle dahil olma gibi bir ortak amaç da var. Aslında bu bir bakıma amacın ortaklığına da işaret ediyor. Biri bu ikincisi de, biz şu anda hayatta olmayan insanları anlatıyoruz ve ben bu filmi her izlediğimde yokluk duygusunu hissediyorum. Yolculuk var evet ama diğer taraftan da belki 18-19 Temmuz’da telefonla görüştüğüm ya da BEKSAV’ın bahçesinde bir araya geldiğim SGDF’liler ve katledilen diğer insanlar artık hayatta yoklar ve aslında o mekanlar ve o mekanlar üzerine konuşan tanıklar bu duyguyu da veriyor. Hikayeyi bu şekilde nasıl anlatacağımıza dair benim de kafamda sorular vardı fakat sonra izleyince o yokluk hissinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Avrupa’daki birkaç gösterimde Avrupalı izleyicilerle konuştuğumda filmin amacına eriştiğini gördüm. Özetle karşılaştığım tepkiler, “Artık hayatta yoklar, bir yolculuk var ve bu yolculuğu başkaları devam ettiriyor” şeklinde oldu. Biz hem hala devam eden bir yolculuğu anlattık, insanların kendi devrimciliklerine dair de kararlar aldıkları bir yolculuktu ama aynı zamanda mücadelenin devam ettiğine dair de fikir veren bir yolculuktu. Bunların da ötesinde biz artık hayatta olmayan insanları, onların kullandıkları mekanlarla göstermeye çalıştık. Belki daha fazla çekim imkanı bulmuş olsaydık, elimizde daha fazla görüntü olmuş olsaydı daha başka objeler kullanabilirdik. Burada da çekim zorlukları araya girdi. Elimizde otuz üç şehide dair kullanabileceğimiz eşit görseller olsaydı onları daha fazla göstermeyi tercih edebilirdik, fakat mesela Erdal Bozkurt’la ilgili elimizde hiçbir şey yoktu. Bir tane silik bir fotoğraf vardı, konuşamadık yakınlarıyla, konuşmak isterken bir takım şeyler oldu. Bazı arkadaşlarla ilgili mesela yalnızca eylem fotoğrafı var ama yalnızca eylem fotoğrafı onu anlatmaya yetmiyor, başka bir hayatı var, başka bir yerden gelmiş, başka duyguları var, onları anlatmak istiyoruz. İstediğimiz yalnızca bir kahramanlık hikayesi yaratmak değil, ‘bu insanlar kimdiler ve neden gittiler’i en saf, en yalın haliyle anlatmak istiyoruz. Dolayısıyla, o malzemelerdeki eşitsizlik de bir taraftan tek bir kişi hikayesi anlatmaya yönlendirdi. Dediğim gibi amaç birliğini ama bir yandan da yokluğu temsil ediyor. Ben filme her baktığımda bende bunu uyandırıyor.
Mustafa: Kahramanın yokluğunda kahramanı nasıl temsil edebilirsiniz, bu film biraz da bununla alakalı. Bu filmin otuz üç tane kahramanı var ve bunlar artık yoklar. Onların fiziki yokluklarında imgeleriyle o insanları temsil edebiliriz? Elimizde çok fazla mülakat birikti, çok fazla insan konuşuyor filmde ve o her konuşan insanın tekil hikayesine de girmek istemedik, ama hem onların tanıklık eylemine saygı göstermek hem de bu yolculuğa çıkan her seyircinin o cama bakarken, o pencerede dalabileceği gündüz düşüne bir davette bulunmak için, tanıkların çok soyut, süper empoze olmuş siluetlerini görüyoruz. Kurgunun son aşamasında şanslıydık ki Dicle Haber Ajansı’nın muhabirlerinden elimize katliamın hemen öncesinde çekilmiş bir görüntü ulaştı. Bu filmde kullandığımız tek arşiv görüntüsü ve aslında pek de haber görüntüsü gibi değil. Klasik habercilik dilinden çok uzak hatta yanlış ve kusurlu sayılabilecek bir şekilde bir kameranın Amara Kültür Merkezi’nin bulunduğu Suruç’un ana caddesinden yavaşça içeri girdiği, adeta tekil bir perspektif gibi, neredeyse bahçede herkes selamlaşmış, hatta kameranın arkasından bir el çıkıp sarılacakmış gibi hissediyorsun. Teker teker bütün yüzleri görüyoruz orda. İçeri giriyor kamera ve Kobane’ye gönderilmek üzere hazırlanmış malzemeleri görüyorsunuz. Sanki herkes son bir kez kamerayla vedalaşıyor, helalleşiyor. Görüntünün kullanmayı tercih etmediğimiz devamı ise korkunç bir katliamın tanığı. O moment ilginç bir şekilde seyircide hiç onları görmüş duygusu yaratmıyor. İnsanlar filmde hep bu yokluktan bahsediyorlar, aslında varlar, hepsini görüyoruz orda, bir tek galiba Cebrail yok. Ama bu görüntü nerdeyse yolculukta çıktığımız düşün bir parçası gibi, belki de bir haber görüntüsü türünde olmadığı için belki sonrasında içine girdiğimiz o karanlıktan ötürü, kendini belli etmeyen bir yapısı var. O açıdan aslında bu film tanıkların filmi, tanıklar konuşuyor, tanıkların anlatabildiklerinden, aktarabildiklerinden oluşan bir film, o anlamda kollektif yasın da bir parçası. Bir yanıyla da olmayan kahramanlarının adına konuşmaktan imtina etse de onlara dair bir film.
Araç metaforu ve yolculuk hali filmde en çok öne çıkan anlatım unsurlarından bununla neyi amaçladınız? İzleyiciyi de o gün Suruç’a giden insanlarla benzer bir deneyime çağırmak gibi okunabilir mi bu?
Mustafa: Araç meselesi ilk İstanbul’da bu hikayenin nasıl görselleştirebileceğimize dair konuşurken aklımızda olan bir şeydi. Bir otobüs kiralamayı ve gerçekten Kadıköy’den Suruç’a kadar o otobüsün boşluğunu çekmeyi planlıyorduk. Sonra ne OHAL koşulları ne de prodüksiyon imkanlarımız otobüsü Kadıköy’den Suruç’a bomboş götürmeye yetmedi ama Star Batman Turizm’in yurtsever cömertliği bana o seyahati yapmaya imkan tanıdı. Dolayısıyla ben de otobüste diğer bütün mekanlarda yaptığımız gibi insanları çekmek yerine yolculuğu çekmeye çalıştım. Tabi farklı farklı otobüslerle de seyahat ettim. Başlangıçtan beri bahsettiğimiz o anonimiteyi benimsemek önemliydi. Aslında herkesin her yerden gelip akabileceği bir mecraya işaret etmek.
Suruç ve Ankara katliamlarının bir biçimde tanığı sayılabilecek biri olarak film ben de anlaşılır bir şekilde pek çok duyguyu uyandırdı. Benim açımdan filmi izlemek ciddi bir hatırlama pratiğine dönüştü aynı zamanda. Bir yönüyle kolay da değildi izlemesi benim bakımımdan.
Ama film Türkiye’de ve Avrupa’nın pek çok noktasında doğrudan tanık olmayanlar olarak ifade edebileceğimiz pek çok kişiyle buluştu. Tabii tanıklarla da buluştu aynı zamanda..
Merak ettiğim süreci dolaylı olarak deneyimleyen insanlar bakımından nasıl etki yarattı gösterimler sırasında? Yurtdışındaki gösterimler örneğin, pek çok sürece ve olaya yabancı insanın da izlediğini düşünüyoruz. Bu insanlarda nasıl bir iz bıraktı sizce? Gözlemleme şansınız oldu mu?
Arzu: Beni en çok düşündüren kısmı doğrudan katliama tanık olanların ve ailelerin ne düşüneceğiydi. Açıkçası en temel kıstas oydu. Onların gönlünü kazanırsak biz iyi bir şey yaptık duygusu bende çok güçlüydü. Mustafa Emin buna çok iyi tanıktır, o benim omzumda yüktü açıkçası. Olayı hem hatırlatmak istiyorsun hem de travmatize etmek istemiyorsun. Bu zor bir şey. Ben filmin bu biçimiyle onun başardığını düşünüyorum. Aileler başlangıçta çok da anlayamadılar, “Bizim çocuklarımız niye burada, ekranda yok” dediler, çok normal ve haklı bir soru onlar bakımından. Kendilerini değil de otuz üç şehidi görmek istiyorlar, böyle bir beklenti vardı ailelerde. Fakat daha sonrasında filmi birkaç kere izledikten sonra aslında hikayenin bu biçimiyle anlatılması konusunda aileler bakımından herhangi bir sorun olmadı, onların beklentileri karşılandı. Belki de daha doğrudan, hepimizin bildiği biçimde bir film yapsaydık daha fazla beğenilebilirdi, daha çok sevinen insanlar olabilirdi. Yöntem zor farkındayım ama yanlış değil.
Açıkçası biz çok geniş kesimlere izletme fırsatı bulamadık filmi, İstanbul’daki gösterim yasaklandı, daha dar bir kesime ulaştırabildik Türkiye’de. Amed’deki etkinlik çok iyiydi, çok yoğun bir katılım olmuştu ve filme dair izleyici tepkisini daha çok orda görebildik. Avrupa’da ise tepkiler değişikti. Gençler hikayeyi çok iyi anladıklarını söylüyordu, filmi beğenenler çoktu ama belirli bir yaş kuşağı üzerinde, farklı izleme alışkanlıklarına sahip olanlar bakımından çok da iyi tepkiler aldığımızı söyleyemem. Olayı daha doğrudan görmek isteyen seyirciler vardı. Biz burda baştan söylemiştik, kimseyi ağlatmak gibi bir derdimiz yok, kimseye baştan travmaları yaşatmak gibi bir derdimiz yok. Bunu toplantılarda da söyledim, biz ekranda size yoldaşlarımızın parçalanmış bedenlerini göstermeyeceğiz, onun flulanmış halini de göstermeyeceğiz.
Belirlenmiş ilkelerimiz vardı, toplamda belki zor bir yöntemi seçtik ama SGDF’nin eylemi de zor bir eylemdi. O kadar insanı, öyle bir dönemde devrime taraf olma, devrimin tarafında saf tutma amacı uğruna yola çıkarmak da zor bir eylem, çok cesaret isteyen bir eylem. Zaten bu yüzden hedef seçildiler, sınırı aşmayın mesajıydı aslında bu aynı zamanda. Bence böyle zor bir eylemin hikayesini de başka yöntemle anlatmak, sınır dışına çıkmak, klasik olmayanı denemek gerekiyordu. Devrimcilerin de hikaye anlatırken, propaganda yaparken, film çekerken de klasik olmayana doğru yol alması gerektiğine ben inanıyorum. Bu filmde de aslında klasik olmayan yöntemi tercih etmek gerekti.
Mustafa: Filmin gösterim sürecinin kendisi de aslında bizim beş yıl boyunca üretim sürecimizde tanık olduğumuz yasın bir parçasıydı. Perdede ilk defa bir sürü tanıklığı dinleyenler, kendisini ilk defa perdede işitenler, yolculuğu görenler, sevdiklerinin son karesiyle belki de ilk defa karşılaşanlar, o anı, öğrencilerini, komşularını, evlatlarını bir şekilde tekrar duyanlar, işitenler… böyle pek çok geri dönüş aldım, özellikle Avrupa’da sürgünde olan insanlardan. Her gösterim adeta bir tür gıyabi cenaze namazı gibiydi. Çünkü biz o insanların yasını aslında Türkiye’de ne hakkıyla yaşayabildik ne de sonra anabildik, anılmasına engel olanlar sebebiyle. Belirli bir estetik, kültürel üretim kalıbına alışmış seyirci için de tabi ki bir meydan okumaydı ama ben o seyircinin de bu süreçte dönüştüğünü düşünüyorum. Ana yapımcımız olarak ailelere minnettarım. En çok o insanlar yaptığımız tercihlerden etkilendiler. Ben seyirciyi daha konuşturan daha fazla düşünmeye sevk eden, o yolculuğa dair bir kıvılcıma yol açan bir şey olduğunu gördüm. Açıkçası ben böyle bir tepki beklemiyordum, çok sıkıcı bir film yaptığımızı zannediyordum fakat Brüksel’de bir gösterimde uzun yıllar boyunca cezaevinde yatmış bir büyüğümüz hapishanede zorla izlettirilen Tarkovski filmleriyle mukayese ederek çok heyecanlı, çok akıcı bir film olduğu yorumunu dile getirdiğinde açıkçası gurur duydum. Sadece büyük usta Tarkovski’yle mukayese edilmek değil, her zaman üzerimize yapıştırılan bu yavaş ve sıkıcı film çeken insanlar etiketinin bir anlığına dahi kalkması, -bence hala yavaş ve bir nebze de olsa sıkıcı olabilecek- Gitmek’e böyle bir iltifatın edilmiş olması beni açıkçası son derece sevindirmişti.