Sosyalist Ekonomide Planlama Tartışması-1: Liberal İdeolojinin Tutarsızlığı

Bundan yaklaşık yüz yıl önce, 1920’de, Ekim Devrimi’nin ardından komünizm hayaletinin vücut bularak Avrupa’da dolaştığı yıllarda liberalizmin yılmaz savunucularından Avusturyalı iktisatçı Ludwig von Mises beş bölümden oluşan kısa bir itirazla sosyalizmin teknik ve iktisadi olarak uygulanamaz olduğunu öne sürdü (Mises, 2012). Gerek Mises’e kendi cenahından gelen anti-komünist destek, gerekse sosyalist kanattan kuşaklar boyu gelen itirazlar “Sosyalist Ekonomide Hesaplama Tartışması” olarak bilinen yazını oluşturur.

Tarihsel niteliğinin ötesinde bu tartışmayı hala güncel ve önemli kılan iki noktaya dikkat çekelim: Birincisi, bugün kamuoyunda, üniversitelerde ve kimi zaman da medyada karşımıza çıkan “sosyalizmin uygulanamaz, salt hayalleri süsleyen bir toplum kurgusu, bir ütopya olduğu” tezinin üstü biraz kazılınca beliren somut argümanların hemen hepsi Mises ve takipçilerine uzanır. İkinci olaraksa, tartışmaya katılan sosyalistler kendi içlerinde “piyasa sosyalizmi” yanlıları ve piyasanın ötesinde, planlı bir ekonomik ufku savunanlar olarak ayrışırlar.

İki parça kabul edebileceğimiz bu yazıda yine iki esas amacımız var. Önce tartışmanın ana hatlarını ortaya koyup, her iki tarafın temel tezlerini özetleyerek ve yorumlayarak “sosyalizm uygulanabilir mi” sorusunu cevaplamaya çalışacağız. Okuma kolaylığını gözeterek sırasıyla her argümanı ve itirazı kendi içinde ele almayı tercih ediyoruz. İkinci bölümdeyse, çoğu yoruma göre Mises’in tezlerini çürütmeyi başaran piyasa sosyalistlerinin meta üretimiyle sınırlı ufkunu ve bunun ötesinde bir ekonomik sistemin (özellikle günümüz koşullarında) olanaklılığını, kısacası piyasa sosyalizmi ve sosyalist planlama kavramlarını karşılaştırmalı olarak ele alacağız.

Argümanlar ve Karşı Argümanlar 

Okuyucu, bu bölümde savunmacı bir hat benimsediğimizi farkına varıp, “sosyalizmi neden kapitalizmin kıstaslarıyla tartışıyorsun” diye sorabilir. Bunu kısaca iki sebebe dayandırabiliriz. Birincisi, sosyalizme yapılan ve aşağıda değindiğimiz ithamlar kamuoyunda, gündelik hayatta, eğitim-öğretim kuruluşlarında hala en sık dile getirilenlerdir. Çoğu zaman bu itirazlar “sosyalizm bu argümanların hiçbir anlamının kalmayacağı bambaşka bir toplumsal düzen öngörür” soyutluğuyla geçiştirilemeyecek kadar önemlidir.

İkinci olaraksa, hem teori hem de politik propaganda bağlamında sosyalizmi bir ideal toplum öğretisi, normatif söylemler toplamı olarak değil, mevcut toplumun ve üretim tarzının çelişkileriyle, yine onun politik bağlamı ve gerilimleriyle düşünmek gerekir. Bu nedenle yazının bu ilk bölümünde değinilen itirazlar kolaycılığa kaçmadan, özenle ele alınmalıdır.

1980 – 90’lara kadar uzanmasına rağmen sosyalist ekonomide hesaplama tartışmasının ana çerçevesinin 1920 – 30’larda şekillendiğini belirtmeliyiz. Öne sürülen bütün savlara burada değinme şansımız yok. Ancak aşağıda ele alınan noktaların tartışmaya yön verdiğini, temel hatlarını belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır.

a. Kaynakların Verimli Kullanımı

“Bizi üretim araçlarının özel mülkiyetinden ve para kullanımından uzaklaştıran her adım aynı zamanda rasyonel iktisattan da uzaklaştırır” diye uyarıyor Mises (Mises, 2012: 17). Konuya uzak okuyucu hemen rasyonellikle kastedilenin ne olduğunu sorar. Ana akım iktisat teorisi de gecikmeden cevaplar: verili kaynaklar ile azami faydayı sağlamak, ya da, tersinden okursak, belirli bir fayda düzeyini (ihtiyaçların tatminini) asgari kaynak kullanarak elde etmek.[i]

Mises’e göre farklı kişilerin tüketimden elde ettikleri haz veya marjinal fayda ortak bir birime (ve ölçülebilirliğe) sahip olmadığı için karşılaştırmaya ve iktisadi hesaplamaya izin vermez. İlgili piyasadaki tüm birey ve üreticilerin karşılıklı etkileşiminin sonucu olarak ortaya çıkan fiyat ise ortak bir birim olarak bunu mümkün kılar. Piyasanın kerameti de budur işte. Sayısız bireyin sayısız metayla ilgili karar ve düşüncelerini arz ve talep kanallarıyla somutlaştırır, süzer, damıtır ve en nihayetinde fiyatta kristalleştirir.

Faydacı ana akım yaklaşımın kendi içindeki teorik sorunlara burada değinmeyelim. Çevrenizdeki herhangi bir iktisat öğrencisi ya da mezununa bölümündeki müfredat hakkında ne düşündüğünü sorup gözlerine bakmanız yeterli olacaktır. Dönelim kaynakların verimli kullanımı için iktisadi hesaplamaya ve bu nedenle fiyatlara ihtiyaç duyulduğunu ve üretim araçlarının özel mülkiyetini ilga eden sosyalizmin fiyat mekanizmasını da ortadan kaldırarak keyfî tahsis mekanizmaları kullanacağını öne süren Mises’e.

Yazar, kaynakların piyasa yerine planlama yoluyla tahsis edileceği durumda iki seçeneğin olduğunu belirtiyor:

i) Aynî planlama

Farklı ürünleri ortak birim cinsinden, yani fiyatlarıyla ifade etmeden planlama yapmak Mises’e göre olanaksızdır. Tükettiği ürünlerin sınırlı çeşitliliğini gözeterek belki bir hanehalkı için bunun mümkün olduğu kabul eder Mises, ancak bir ekonomide eş zamanlı olarak üretilen milyonlarca mal hakkında bilgiyi elde edip, ortak bir birim kullanmadan hesaplama yapabilecek olan bir insan aklı yoktur (Mises, 2012: 15ff).

Kitabını 1920 yılında yazdığını düşünürsek Mises’e kısmen hak verebiliriz. Gerçekten de sayısı milyonları bulan ürünlerin meydana getirdiği denklem sistemlerini elle çözmek hemen hemen imkânsız gibidir. Yine de plan hedefleri bir kez belirlendikten sonra yapılacak hesaplamaları kolaylaştıracak önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Tam da bu ve benzeri sorulara (beş yıllık kalkınma planları bağlamında) çözüm arayan Sovyet matematikçi Leonid Kantorovich, geliştirdiği doğrusal programlama (linear programming) yönteminin ilkelerini 1939 yılında sunmuştur (Kantorovich, 1964: 225ff). Plan hedefleri tespit edildikten sonra mevcut bilgisayar teknolojisiyle kaynakların hangi iş kolunda, ne miktarda ve nasıl kullanılabileceğini belirlemek oldukça kolaylaşmıştır.[ii] Günümüz süper bilgisayarları, milyonlarca değişken barındıran doğrusal programlama problemlerini yarım saat kadar kısa bir sürede çözme kapasitesine sahiptir (Cockshott, 2007: 17).

Bu noktada karşımıza ‘peki plan hedefleri nasıl belirlenecek’ sorusu çıkar. Zira piyasanın sosyalist planlama lehine ilgası söz konusu olduğunda yukarıda değindiğimiz ‘teknik olarak imkânsız, çok karışık’ itirazının hemen ardına ‘neyin ne kadar üretileceğine, dolayısıyla ne tüketeceğimize bir avuç planlamacı mı karar verecek’ sorusu takılır. Bu meseleyi ilerleyen bölümlerde tartışmak üzere şimdilik erteleyelim.

ii) Emek zamanına dayalı planlama

Fiyat mekanizmasının yokluğunda bir diğer ortak birim adayıysa malların içerdiği emek zamanıdır. Yani Mises her ürünün üzerine fiyat değil, üretimi için gerekli (dolaylı ve dolaysız) emek zamanını belirten bir etiket yapıştırılırsa iktisadi hesaplamanın mümkün olabileceğini belirtir ve hemen ardından iki önemli itirazda bulunur.

Birincisi, eğer sosyalist planlama emek zamanlarını gözeterek yapılacaksa vasıflı (karmaşık) ve vasıfsız (basit) emek özdeş mi kabul edilecektir? Somutlaştıracak olursak, mevcut vasıflarını yıllarca eğitim görerek kazanan bir makine mühendisiyle çok daha kısa eğitim almış bir kaynak işçisinin emeği özdeş sayılabilir mi? Marx, Kapital’de vasıflı emeği yoğunlaştırılmış/çoğaltılmış basit emek olarak nitelendirir ve birincisinin piyasa tarafından sürekli olarak ikincisine indirgendiğini belirtir (Marx, 1990: 135). Mises de Marx’ı kendi pozisyonuna kaynak olarak gösterir ama piyasa ilga edilirse farklı türde emekler arasındaki indirgeme oranlarının keyfî olarak tayin edilmek zorunda kalacağını akıl almaz bir biçimde öne sürer (Mises, 2012: 28f).

Marx’ı okumayan (ve/ya okuyup da anlamayan) çoğu hasmı gibi Mises de Kapital’de masaya yatırılan üretim tarzının kapitalizm olduğunu, piyasa yerine üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayalı sosyalist bir planlama ekonomisinin meta üretimi ve değer yasasının ortadan kaldırılması anlamına geldiğini gözden kaçırır. Dolayısıyla sosyalist toplumda farklı türde emekleri katsayılar kullanarak ortak bir paydaya indirgemeye (geçiş aşamasını göz ardı edersek[iii]) gerek yoktur.

Eşitlikçi bir toplumsal düzende mühendis, doktor, bilim insanı, tornacı, kaynakçı ya da mimar olmak için gereken eğitim toplumsal kaynaklarla finanse edilebilir, aynı zamanda bu eğitimleri alan öğrencilerin (henüz üretim sürecine dahil olmasalar da) barınma, sağlık ve ulaşım geçim masrafları da (diğer tüm yurttaşlar gibi) aynı şekilde karşılanabilir. Eğitim yoluyla elde edilen vasıflar, ilerleyen yıllarda topluma daha yüksek bir üretkenlik düzeyi olarak geri döner, ancak birey için ömür boyu daha yüksek saatlik gelir ifade etmez çünkü eğitim (ve bireyin eğitim yıllarındaki yaşam) masraflarını borçlanarak ya da kendi cebinden karşılamamıştır (Cockshott ve Cottrell, 1993: 2. Bölüm).[iv]

Piyasa ekonomisinin yarattığı gizemlerin birçoğu bütün dikkatin mübadele alanına yoğunlaşmasından doğar. Üretim (veya emek süreci), kapalı kapılar ardında sadece tüketim için gereken parayı kazanma saikiyle yapılıyormuş gibi görünür. Böylece emek süreci insanın kendini gerçekleştirdiği, yeteneklerini keşfettiği ve geliştirdiği bir süreç olmaktan çıkıp, tüketimin bir aracısı konumuna indirgenir.

Farklı emek türlerinin eşit kabul edildiği, gerekli eğitim süreçlerinin ve malzemelerin toplum tarafından karşılandığı bir düzendeyse bireylerin yatkın/ilgili oldukları alanlara çekinmeden girebilmelerinin, hatta belli aralıklarla çalışma alanlarını değiştirebilmelerinin önü açılır. Böylece ne tüketeceğini seçmekten ibaret özgürlük anlayışını (ki bu bile istihdam edilmeyi ve belli bir gelir düzeyini şart koşar) aşılır. Temel ihtiyaçlarının karşılayamama korkusundan ve rekabet baskısından azade birey, Marx’ın düşündüğü gibi kendi potansiyelini gerçekleştirme ve geliştirme imkânına kavuşur (Marx, 1991: 959).  Buradan herkesin eşit gelir düzeyine sahip olacağı sonucunun çıkmadığını vurgulamakta fayda var. Gelir, bireyin aktif olduğu üretim kolunda harcadığı zamanla orantılı olarak belirlenir. Bu konuya aşağıda tekrar değineceğiz.

Mises’in emek zamanının iktisadi hesaplamalarda ortak birim olarak kullanılmasına ikinci itirazı tükenebilir (ya da yeniden üretilemeyen) doğal kaynaklarla ilgilidir. Bu kaynaklar kıt, yani tükenebilir oldukları için hesaplamalarda kullanılacak katsayı onları elde etmek için gerekli emek zamanıyla ölçülmemelidir. Aksi takdirde bu kaynakların kıt olduğu gerçeği gözden kaçacak, aşırı kullanım nedeniyle doğal kaynakların tükenmesi söz konusu olacaktır (Mises, 2012: 24ff). Piyasa mekanizmasıysa aşırı kullanıma karşı içkin bir önlem barındırır: Bir metanın fiyatı piyasada belirlenirken arz ve talep ilişkileri de etkili olduğu için kıt kaynaklar diğer metalara göre daha yüksek fiyatlandırılır ve böylece aşırı kullanımın önüne geçilir.

Elbette bu sonuncusu hüsnükuruntudan başka bir şey değil. Sermaye, tanımı itibarıyla kendisini genişleten değerdir. Marx’ın en basit haliyle P – M – P’ olarak tarif ettiği sermaye döngüsünde kapitalist, elindeki parayı (P) üretim araçları ve ücretli emeğe yatırarak sermayeye dönüştürür. Üretim sürecinin meyvesi olarak elde ettiği metaları (M) piyasaya sürer ve satarak tekrar paraya dönüştürür (P’). Sermayenin bu döngüsel hareketinin arkasındaki tek saik, döngünün başındaki P ve sonundaki P’ arasındaki eşitsizlik, yani ikincisinin ilkinden büyük olmasıdır. Bir bütün olarak ele alındığında sermaye[v], iç içe geçen ve birbirinin ucuna eklenen döngülerden her birinin kapanışında P’ > P ilişkisinde ifade bulan genişlemeyi gerçekleştirir. Bir kartopu gibi giderek büyür ve yalnızca daha fazla büyümek için hareket eder. Hacmi giderek arttığı için, kâr vaat eden yatırımlar söz konusu olduğunda doğal kaynakların kıtlığı ya da bunların fiyatlarının yüksekliği sermayenin önünde bir engel teşkil etmez çünkü her döngünün kapanışında (ki bu aynı zamanda yeni bir döngünün başlangıç noktasıdır) fazladan para sermaye (P’ – P) peydah olur. Piketty’nin bile itiraf ettiği gibi, fiyat sistemi ne sınır ne de ahlâk tanır (Piketty, 2014: 6).

İçinde bulunduğumuz verimlilik tartışması (ve verimliliğe indirgenen sosyalizm tartışması) açısından kritik bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Mises’ten günümüze uzanan sosyalist planlamanın fiyat mekanizmasını ilga etmesi nedeniyle kaynakları verimli kullanamayacağı, rasyonel davranamayacağı argümanı fiyat mekanizmasına dayalı kapitalist piyasanın bunu başardığını ima eder.

Bu bölümün girişinde de belirttiğimiz gibi iktisat teorisinde teknik verimlilik (ya da etkinlik), verili kaynaklarla azamî çıktıyı elde etme durumunu ifade eder. Firma düzendiyse bu, birim ürün başına düşen toplam maliyetin minimize edilmesiyle sağlanır. Şüphesiz rekabetin nefesini ensesinde hisseden her firma maliyetlerini azaltmak için çeşitli yollara başvurur. Bunlardan en önemlileri yeni teknik ve teknolojileri kullanarak üretkenliği artırmak ve iş gününün uzunluğu/yoğunluğu ile ücretler arasındaki ilişkiyi sermaye lehine bükmektir.

Sonuç olarak ortaya sürekli bozan, yıkan ve yaratan, emek-sermaye ve sermaye-sermaye rekabeti düzleminde hareket eden, yeni teknolojiler üreten devingen bir üretim tarzı ortaya çıkar. Her şey, ama her şey son tahlilde tek bir prizmadan geçer: kârlılık. Evet, kapitalist piyasa ekonomisi kâr üretme konusunda verimlidir.

Verimlilik tanımındaki “verili kaynaklar” ifadesi, tam da bu tanımın gizlediği toplumsal/sınıfsal ilişkileri içerir. Verili kaynaklarla kasıt örneğin 8 saatlik bir işgünü olabileceği gibi, 14 saatlik bir işgünü de olabilir. Çalışma çağındaki bütün yurttaşların istihdam edildiği bir durum kadar ücretlerin baskılanması için milyonlarca emekçinin işsiz bırakıldığı bir durumu da ifade edebilir. Ekosistem düşünülerek parkların, dere yataklarının, ormanların korunması olabileceği gibi, bunların hızla metalaştırılarak sermayenin hizmetine sunulması anlamına da gelebilir. Tanımı yapılmış her ‘verili kaynak’ kümesinin etkin bir kullanımı vardır. Asıl soru, bu tanımın nasıl yapıldığıdır.

Bu dar anlamıyla verimliliğin kaynakların toplum yararına en uygun kullanımına denk düştüğü önermesiyse her şeyden çok kapitalizmi ideal bir toplumsal düzen olarak kutsamakla meşgul ana akım iktisat teorisinin buluşudur. Gelir dağılımı bozukluğu, kronik kitlesel işsizlik, sağlık – barınma – gıdaya erişim gibi evrensel insan haklarının piyasa işleyişine tabi kılınması bir yana, giderek derinleşen ekolojik yıkım sermayenin kâr üretmekte etkinliğinin barındırdığı çelişkiye işaret ediyor: iktisadî verimlilikle toplumsal çıkarlar arasında içkin bir uyum yoktur. Bu uyumun var olup olmayacağını, ya da ne düzeyde var olacağını ise üretimi çevreleyen toplumsal ilişkiler belirler.

Marx’ın ısrarla üretim ilişkileri, günümüz ana akım iktisatçılarının ise üretim fonksiyonu üzerinde durması tam da buna denk düşer. Fonksiyon, belli bir girdiyi kara kutuya sokunca çıktının ne olacağını verir. Toplumsal ilişkiler ise kara kutunun içindedir ve aynı zamanda girdi ve çıktıların niteliğini belirler.

Gerçekten de bolluk içinde kıtlık, hayal gücüne sığmayan bir zenginlikler dünyasında akıllara ziyan bir yoksunluk, yeni makine ve teknolojilerle giderek artan üretkenliğe karşın iş gününün kısalması yerine yoğunlaşması (ve yer yer uzaması), işsizliğin artması gibi olguları iç içe üreten bir toplumsal düzenin savunucularının sosyalizmi irrasyonellikle itham etmesi ironiktir.

Kısaca toparlamak gerekirse, Mises’in fiyat mekanizmasının yokluğunda kaynakların keyfî tahsis edileceği, planlamanın pratikte bir kaosa denk düşeceği eleştirisi hem teoride hem uygulamada zeminsizdir. Sosyalist planlama, belirlenen hedefleri günümüz teknolojilerini kullanarak asgari düzeyde kaynakla elde etme konusunda piyasa ekonomisinden aşağıda kalmaz.

Bunun da ötesinde sosyalizm, üretim sürecini kâr deli gömleğinden sıyırarak (dar anlamda) verimlilikten başka ölçütlerin de gözetilmesini mümkün kılan toplumsal ilişkiler üzerinde yükselir. Teknik verimliliğin sosyalizmde tek (hatta en önemli) kıstas olmaması ona özgün karakterini verir.

b. Teşvikler ve İnsan Doğası

Gelelim halk arasında “eşitlik insan doğasına aykırıdır” şeklinde tezahür eden ikinci itiraza. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var: sosyalizm ne herkesin eşit gelire sahip olduğu, ne de herkesin aynı kıyafetleri, arabaları, bilgisayarları aldığı, aynı evlerde yaşadığı bir düzendir. Eşitlik, bireylerin üretim süreciyle olan ilişkilerinde, bir başka deyişle üretim araçlarının mülkiyetinde ortaya çıkar. Ortadan kalkan mülkiyet değil, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve sınıflı toplum yapısıdır.

İktisatta teşvik özellikle teknolojik yenilikler (inovasyon) bağlamında vurgulanır. Mises de bu gelenekten ayrılmaz ve üretim araçlarının, fabrikaların kamusallaştırıldığı bir düzende üretim sürecini yöneten/düzenleyen/yönlendiren bireyleri sorumluluk almaya, üretkenliği artırmaya, yeni teknolojiler geliştirmeye iten teşvik sisteminin de ortadan kalktığını yazar (Mises, 2012: 31ff). Sürekli olarak maliyet azaltmanın yollarını aramak kapitalist rekabetin bir numaralı kuralıdır, doğru. Bunun sonucunda AR-GE yatırımlarının merkezi bir rol oynadığı, teknolojik ilerlemenin kapitalizme içkin olduğu da tartışılmaz. Ancak aynı kapitalizm ki bir yandan üretici güçleri sürekli geliştirip, üretkenliği artırıp, üretim sürecinde makine ve bilgisayar kullanımını yoğunlaştırırken, diğer yandan istihdam edilenler için iş gününün uzunluğunu ve özellikle yoğunluğunu artırıp, daha çok emekçiyi de işsiz bırakmaktadır.

Sosyalizm tam da bu noktada piyasa ekonomisinden farklı bir mecrada akar. Üretim sürecini daha etkin kılacak şekilde örgütlemek, yeni makine ve teknolojiler geliştirip kullanıma sokmak üreticinin rekabet sopasıyla terbiye edilmediği bir düzende her şeyden önce iş gününün kısalması olanağını doğurur. Bu yönüyle aslında parasal olmayan bir teşvik teşkil ettiği de söylenebilir. Günün toplumsal yeniden üretim için ayrılan zorunlu emek bölümünü kısaltmak şüphesiz her emekçinin arzu edeceği bir durumdur.

Aslına bakarsak bireyleri yalnızca kendi faydalarını maksimize etmeye programlanmış, günün her anında fayda maliyet analizi yapan ayaklı bilgisayarlar olarak tasvir eden iktisat ideolojisinin parasal teşvik olmadan ilerleme kaydedilemeyeceğini öne sürmesi gayet doğaldır. Ancak homo economicus iktisatçıların hayal dünyasından başka bir yerde yaşamamıştır.

Einstein genel ve özel görelilik kuramlarını geliştirirken ya da Alan Turing bilgisayar biliminin temellerini atarken herhangi bir parasal teşvik mekanizması tarafından harekete geçirilmemişlerdi. Kübalı doktorlar birçok alanda çığır açan araştırmalar yaparken ve yeryüzündeki en nitelikli sağlık hizmetini sunarken kendilerini ayrıcalıklı kılacak parasal getirilerden faydalanmıyor. Çarlık Rusyası’ndan 1917’de altyapı, teknoloji ve üretici güçler anlamında bir enkaz devralan Sovyetler Birliği (ki iç savaşın sonlandırılıp, kalkınma hamlesinin başlatılması aşağı yukarı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla aynı yıllara denk düşer) bilim ve teknoloji alanındaki öncülüğünü 1961’de uzaya ilk insanı göndererek kanıtlamıştır. Tüm bu gelişme, Mises ve benzerlerinin “olanaksız” dediği koşullar altında gerçekleşmiştir.

Demek ki piyasa ilişkilerine tabi olmadığı bir toplumsal bağlamda insan dalından koparılmış çiçek misali solmuyor. Demek ki, yalnızca piyasa koşullarında üretebilen ve gelişebilen bir insan doğasından söz edemeyiz. Planlı bir ekonomi tıpkı bir piyasa ekonomisi gibi dinamik, yeni teknik ve teknolojilere gebe olacaktır. Ancak inovasyon, piyasadakinden farklı saiklerle yapılacağı için doğuracağı sonuçlar da farklı olacaktır.

c. Karmaşıklık ve Hantallık

Mises tarafından dile getirilen itirazlardan birinin piyasa ve fiyat mekanizmasının yokluğunda çok sayıda ürünle ilgili bilgiyi toplamanın ve işlemenin imkânsızlığı olduğuna yukarıda değinmiştik. Bu argüman bir diğer liberalizm ilahı Friedrich Hayek tarafından da benimsenir (Hayek, 1963: 212). Ancak, 1935 yılında yazmakta olan Hayek, gerek Enrico Barone’nin (Barone, 1963) 1908’de yazdığı, gerekse Taylor’un 1929’da tekrarladığı çözüme (Taylor, 1929) aşinadır. Deneme-yanılma yoluyla güncellenen bir denklem sistemi yardımıyla kaynakların tahsisi sorunun – en azından teorik olarak – çözüldüğünü bilen Hayek, bu itirazı ileri götürme konusunda ihtiyatlı davranır. Aşağıda Oskar Lange tarafından son şekli verilen bu piyasa sosyalizmi çözümüne detaylarıyla değineceğiz.

Hayek ise, karmaşıklık yerine başka – ve belki de daha önemli – bir noktadan saldırmayı seçer. Piyasadaki bir malın fiyatı, yalnızca arz ve talep arasındaki ilişkiye dair değil, aynı zamanda değişen teknolojik imkânlar, girdi maliyetlerindeki değişimler, örneğin iklime bağlı yaşanan hasat dalgalanmaları, kısacası üretim koşullarının bütününe dair bilgi taşır. Tüm bu etmenler kesintisiz olarak değişim gösterse de, her tekil üretici ürettiği malın fiyatında kendi koşullarını yansıtır. Böylece fiyat piyasadaki tüm aktörlere (üretici ve tüketici) çeşitli işaret ve uyarılar verir.

Fiyat mekanizması ortadan kaldırılırsa, verili bir durum (teknoloji, maliyet yapısı, vs.) için yapılmış olan plan tüm bu değişimlere ayak uyduramaz. Yani planlama, piyasanın değişen koşullara hızla uyum sağlayan dinamik yönünü taklit edemez (Hayek, 1963: 210ff; Hayek, 1949: 188).

Hayek’e iki farklı noktadan cevap verilebilir. Birincisi, günümüz iletişim araçları bilginin elde edilme ve aktarılma hızını hantallık itirazına zemin bırakmayacak derecede artırmıştır. Herhangi bir yerelde yaşanan bir gelişme internet teknolojisi sayesinde saniyeden kısa bir süre içinde dünyanın öbür ucuna sorunsuz aktarılabiliyor. Fakat burada daha önemli sorun, yeni teknolojinin üretim imkânlarında yaratacağı değişikliğe dair bilginin nasıl oluşturulacağı, yani henüz kullanıma sokulmamış (ve bu nedenle planlamaya dahil edilmemiş) teknolojinin planları nasıl değiştireceği meselesidir. Cevabı kolay olmamakla beraber, her mali plan döneminde bu tür sorulara cevap arayan deney ve simülasyonların yapılması için bir araştırma bütçesi oluşturulması düşünülebilir (Cockshott ve Cottrell, 1993: 16f.). Zira kapitalist girişimciler de bu tür deneme yanılmalar ve ARGE yatırımları neticesinde bu bilgiye ulaşıyorlar.

İkincisi, sosyalist toplumda bilgi ve teknoloji kâr amacıyla üretilmez ve gizli tutulmaz. Hukuki olarak patent yasaları, gündelik rekabetteyse firmaların ürettikleri malın ‘iksirini’ gizli tutmak için aldıkları bir dizi önlemler kapitalist rekabet yeni teknoloji ve bilginin yaygınlaşmasına ket vurur. Üretim kâr için yapılır. Teknoloji ve bilgi de bundan muaf değildir. Fiyat mekanizmasıyla aktarılan bilgi doğrudan toplumsal faydayı gözetmeyen, yabancılaşmış bir biçim taşır.

Sosyalist planlama elbette piyasa ekonomisini bu yönleriyle taklit etmek gibi bir iddia taşımaz. Gerek içeriği, gerekse aktarımı itibarıyla bilgi ve teknoloji sosyalizmde farklı bir niteliğe bürünür. Örneğin, verimliliği (ve kârı) artırmak adına soluduğumuz havayı daha çok zehirleyecek bir teknoloji geliştirilmesi için bir neden düşünülemez çünkü ortada bir rekabet baskısı yoktur. Benzer şekilde, üretkenlik artışı sağlayan yeni bir bilgi / teknolojinin gizli tutulmasına gerek yoktur çünkü üreticiler arasında çıkar çatışması yoktur. Bu yönüyle sosyalizm, rekabet cenderesini ortadan kaldırarak şeffaflaşmayı sağlar.

d. Tüketici egemenliği

Yazının bu bölümünde değineceğimiz son itiraz, “planlama verimli değildir, israfa yol açar” argümanıyla beraber gerek akademide, gerek de kamuoyunda anti-komünist propagandanın en etkili silahıdır. Öyle ki ömrünü özgürlükleri savunmaya adamış Hayek[vi] (!) bu konuyu ayrı bir kitapta ele alıp, enine boyuna tartışmıştır (Hayek, 1944). İtham oldukça basittir. Planlı bir ekonomide üretilecek mal ve hizmetlerin ne olacağını merkezi planlamacılar belirleyecek, iktidar kaçınılmaz olarak bu mecrada merkezileşecek, toplumun geri kalanı köleleştirilecektir.

Öncelikle, talebin (ya da tüketimin) yalnızca satın alma isteğiyle ve özgürlüğüyle tanımlanmadığının altını çizelim. Kişi istediği kadar istekli olsun, satın alma gücü yoksa ihtiyaçlarını karşılayamaz ve ‘satın alma isteği/özgürlüğü’ pratikte hiçbir şey ifade etmez. Örneğin, Türkiye’de asgari ücretle çalışan en az 6,5 milyon – daha da gerçekçi olmak gerekirse, kayıt dışı çalışan 3,5 milyon ücretliyi de kısmen dahil edersek yaklaşık 8 – 10 milyon kadar emekçi olduğunu biliyoruz. Türk-İş’in (Şüpheyle yaklaşılması gereken) hesaplamalarına göre 2016 sonunda dört kişilik bir ailenin gıda harcamalarını kapsayan açlık sınırı 1432 lira, aynı ailenin (Türk-İş tarafından layık görüldüğü kadarıyla) ‘insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi’ sağlaması için yapması gereken aylık masraf, yani yoksulluk sınırıysa 4665 liraydı. Kısacası, açlık ve derin yoksulluk makasına sıkışmış milyonlarca emekçiye Hayek ve dostlarının bir müjdesi var: ayın sonunu getiremeseler ve gırtlağa kadar borca batmış olsalar da en azından “özgür”ler!

Planlı bir sosyalist ekonominin en temel önceliğinin bütün yurttaşların birincil (yaşamsal) ihtiyaçlarının istisna gözetmeden karşılanması olacağı açıktır. Toplumsal kaynakların bir kısmı her daim yeme, içme, giyinme, barınma, sağlık, eğitim ve ulaşım hizmetleri gibi unsurları içeren temel mal ve hizmetlerin üretimine ayrılacaktır.

Toplumsal yeniden üretim açısından üretimi mecburiyet teşkil etmeyen diğer mal ve hizmetlerse (kişisel motorlu taşıt ve bilgisayarlar, masa, koltuk, dolap gibi farklı tasarımlarda ev eşyaları, vesaire) bireylerin istekleri hesaba katılarak planlı bir sürecin sonunda üretilebilir. Günümüz yazılım sistemleri kişinin en dar anlamıyla bile hangi mallarla ilgilendiğine, örneğin hangi dönemle ilgili tarih kitaplarını satın aldığına (ve hatta incelediğine!) dair bilgiyi halihazırda toplamaktadır. Amazon, eBay, Google gibi internet sitelerinin kişiye özel seçkiler sunduğunu, attığımız her adımı takip ettiğini bilmeyen kalmadı.

Elbette sosyalist toplumda bu teknolojinin kullanımı da farklı olacaktır. Bilgi, kişileri tüketime teşvik etmek amacıyla değil, satılan malların yerine yenilerinin koyulması ve tüketim davranışındaki temel eğilimleri tespit etmek amacıyla toplanacaktır. Bunun da ötesinde, yerelden merkeze doğru iç içe eklemlenmiş karar alma konseyleri, ve bunların arasındaki etkileşime, üretim ve tüketimdeki değişimlere hassas bir bilgisayar ağı yoluyla katılımcı bir planlama pekâlâ mümkündür.

Hayek’in ima ettiği, planlamanın özü itibarıyla demokratik katılımı dışladığı, dar bir merkezden yapılmak zorunda olduğudur. Oysa ikinci bölümde tartışacağımız gibi bu da, özgürlüğün özel mülkiyetle özdeş tutulması kadar kof ve asılsız bir iddia, hatta aslında bir önkabuldür.

Ara Sonuç

Bu bölümde, Sosyalist Hesaplama Tartışması’nda öne çıkan temel noktaları tartıştık ve ağırlıklı olarak teknik konulara odaklandık. Kısaca toparlamak gerekirse, kaynakların israfa yol açmadan tahsis edilmesi, yeni yöntem ve teknolojilerin üretilmesi, üretim yapısının ve planların değişen koşullara uyum sağlaması açısından sosyalist bir ekonominin özel mülkiyete dayalı piyasa ekonomisinden aşağı kalması için teknik ve teorik hiçbir neden olmadığını gördük.

Belki çok daha önemlisi, verimlilik/etkinlik kavramının yalnızca teknik değil, aynı zamanda kaçınılmaz sosyal ve sınıfsal bir içeriği olduğunu açıkladık. Kapitalist üretim mevcut bütün kaynakları kâr üretimi amacıyla seferber eder. Çalışma gününün uzunluğu ve yoğunluğu, çalışma koşulları, doğal kaynakların talanı, ekosistemin tahribi teknik verimlilik ölçütünün dışında kalır.

Bu yönüyle kaynakların verimli (ya da asgari israfa yol açacak şekilde) kullanımı sosyalizm açısından önemli ve gerekli, fakat hiçbir suretle yeterli değildir. Tam da bu nedenle sosyalizm tartışması, burjuva ufkunun dayattığı dar bir çerçevede verimlilik yarışına indirgenemez.

En bilineni Oskar Lange tarafından ortaya atılan neoklasik sosyalizm savunuları (Lange, 1936 ve Lange, 1937) bu tuzağa düşmüş, toplam arz ve talebin birbirine kavuştuğu bir genel dengenin ancak ve ancak sosyalist planlama tarafından tesis edilebileceğini ileri sürmüştür. Böylelikle planlama, kapitalizmin başarı kriterlerine göre ve onun kavramsal dünyasında tahayyül edilmiştir.

Diğer taraftaysa, gerek Mises, Hayek ve benzerlerinin itirazlarını kabul eden, gerek de SSCB’nin yıkılışını planlamanın yenilgisi olarak referans alan birçok sosyalist, sosyalizmin ancak piyasayla barışık olduğu ölçüde hayatta kalabileceğini öne sürmüştür.

Metnin İngilizce Çevirisi Şurada

_______Sonraki Yazı_______

SOSYALİST EKONOMİDE HESAPLAMA TARTIŞMASI – 2: PİYASA SOSYALİZMİ YANILGISI VE PLANLANMA

NOTLAR 

[i] Üretimin yanı sıra tüketimde etkinliği de kapsayan Pareto verimliliği ve refah tartışmasına girmiyorum çünkü bu noktada okurun dikkatini üretim alanında tutmak istiyorum. Dolayısıyla burada teknik verimlilik tanımını referans alıyoruz.

[ii] Doğrusal programlamanın ölçek ekonomisini dışlaması ve doğrusal-olmayan yöntemlerin kullanımına dair tartışmalara bu yazıda girmiyorum.

[iii] Bu yazıda Marx ve Engels’in sosyalizm ile komünizm arasında yaptıkları ayrımı doğrudan konuyla ilgili olmadığı için bir kenara bırakıyorum. Dolayısıyla sosyalizm ve komünizm kavramlarını eşanlamlı olarak kullanıyorum.

[iv] Tartışmaya 1990’larda ve 2000’lerde katkı sunan planlama yanlısı sosyalistlerin farklı somut emeklerin eşit tutulması noktasında hemfikir olmadığını belirtmeliyiz. İlgilisi için: Campbell (2002).

[v] Analizi bu noktada tekil sermayeler arasındaki rekabetten, bu rekabetin tekil sermayeler üzerinde yaratabileceği yıkıcı etkilerden, emek değerleriyle orantılı olmayan fiyatların yarattığı toplam artı-değerin sermayeler arasında yeniden bölüşülmesi ve benzeri güçlüklerden soyutluyoruz.

[vi] Örneğin, Hayek’in Şili’deki faşist Pinochet diktatörlüğüne özgürlük aşkına verdiği destek unutulamaz. Hayek, aynı zamanda neoliberalizmin ilk laboratuvarı olarak bilinen darbe sonrası ekonomi politikalarının şekillendirilmesinde de önemli bir rol oynamıştır.

KAYNAKLAR

Barone, E. (1963) “The Ministry of Production in the Collectivist State”. Hayek, F. A. (der.), Collectivist Economic Planning. Londra: Routledge & Kegan Paul Ltd, 245 – 290.

Campbell, A. (2002) “Democratic Planned Socialism: Feasible Economic Procedures”, Science and Society, Vol. 66, No. 1: 29 – 49.

Cockshott, W. P. (2007) “Mises, Kantorovich, and Economic Computation”, https://mpra.ub.uni-mue1nchen.de/6063/ , indirilme tarihi: 6 Eylül 2017.

Cockshott, W. P. ve Cottrell, A. (1993) Towards A New Socialism, http://ricardo.ecn.wfu.edu/~cottrell/socialism_book/new_socialism.pdf , indirilme tarihi: 6 Eylül 2017

Dobb, M. (1972) “A Note on Saving and Investment in a Socialist Economy”. Nove, A. ve Nuti, D.M. (der.), Socialist Economics içinde, Middlesex: Penguin Books, 113 – 129.

Engels, F. (1954) Anti-Duhring: Herr Eugen Duhring’s Revolution in Science, Moscow: Foreign Languages Publishing House.

Gerovitch, S. (2008) “InterNyet: why the Soviet Union did not build a nationwide computer network”, History and Technology, 24 (4): 335 – 350.

Handley, L. (2016) “Global Advertising Spend to Slow in 2017, While 2016 Sales Reached Nearly $500bn.”, https://www.cnbc.com/2016/12/05/global-ad-spend-to-slow-in-2017-while-2016-sales-were-nearly-500bn.html, indirilme tarihi: 1 Ekim 2017.

Hayek, F. A. (1944) The Road to Serfdom, New York: Routledge.

_______ (1949) Individualism and Economic Order, Londra: Routledge and Kegan Paul.

_______ (1963) “The Present State of the Debate”. Hayek, F. A. (der.), Collectivist Economic Planning. Londra: Routledge & Kegan Paul Ltd, 201 – 243.

Kantorovich, L. V. (1964) “Mathematical Methods of Production, Planning and Organization”. Nemchinov, V. S. (der.), The Use of Mathematics in Economics içinde, Londra: Robert Cunningham & Sons, 225 – 279.

Kautsky, K. (1925) The Labour Revolution, Londra: George Allen and Unwin.

Lange, O. (1936) “On the Economic Theory of Socialism: Part One”, The Review of Economic Studies, 4 (1): 53 – 71.

_______ (1937) “On the Economic Theory of Socialism: Part Two”, The Review of Economic Studies, 4 (2): 123 – 142.

_______  (1967) “The Computer and the Market”. Feinstein, C.H. (der.), Socialism, Capitalism and Economic Growth içinde, Cambridge: Cambridge University Press, 158-161.

Lerner, A. (1934) “Economic Theory and Socialist Economy”, The Review of Economic Studies, 2 (1): 51 –61.

_______ (1938) “Theory and Practice in Socialist Economics”, The Review of Economic Studies, 6 (1): 71 – 75.

Lubin, G. (2013) “There’s a Staggering Conspiracy Behind the Rise of Consumer Culture”, http://www.businessinsider.com/birth-of-consumer-culture-2013-2, indirilme tarihi: 1 Ekim 2017.

Marx, K. (1864) “Inaugural Address of the International Working Men’s Association”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1864/10/27.htm, indirilme tarihi: 28 Eylül 2017.

_______ (1990) Capital. A Critique of Political Economy. Volume One, Londra: Penguin Books.

_______ (1991) Capital, A Critique of Political Economy. Volume Three, Londra: Penguin Books.

_______ (2008) The Poverty of Philosophy, New York: Cosimo, Inc.

_______ (2009) “Critique of the Gotha Programme”. Dutt, C.P. (der.), Critique of the Gotha Program by Karl Marx. With Appendices by Marx, Engels and Lenin içinde, New York: International Publishers, 3 – 23.

Marx, K. ve Engels, F. (2004) The German Ideology. Part One, New York: International Publishers.

Medina, E. (2011) Cybernetic Revolutionaries: Technology and Politics in Allende’s Chile, Cambridge: The MIT Press.

Mises, L. v. (2012) Economic Calculation in the Socialist Commonwealth, Auburn: Ludwig von Mises Institute.

Nove, A. (1991) The Economics of Feasible Socialism, Londra: Harper Collins Academic.

Ollman, B. (1997) “Market Mystification in Capitalist and Market Socialist Societies”, Socialism and Democracy, 11 (2): 1 – 45.

Piketty, T. (2014) Capital in the Twenty-First Century¸ Cambridge: The Belknap Press of Harvard Universtiy Press.

Robbins, L. (1945) An Essay on the Nature and Significance of Economic Science. Londra: Macmillan and Co., Limited.

Roemer, J.E. ve Bardhan, P.K. (1993) Market Socialism: The Current Debate, Oxford University Press.

Schweickart, D. (1993) Against Capitalism, Cambridge: Cambridge University Press.

Shaikh, A. (2016) Capitalism: Competition, Conflict, Crises, New York: Oxford University Press.

Taylor, F. M. (1929) “The Guidance of Production in a Socialist State”, The American Economic Review, Vol. 19, No. 1: 1 – 8.