What Are We Building? adlı kitabın açılış sayfaları: Rusya'nın sanayi, tarım ve doğal kaynakları hakkında resimli bir çalışma kitabı, 1930.

SALVATORE ENGEL-DI MAURO İLE DEVLET SOSYALİZMİ VE ÇEVRE ÜZERİNE – 2

Abstrakt editörleri Onur Yılmaz ve Güney Işıkara, hakim kapitalist sistem altında insan-çevre ve potansiyel alternatifler araştırmalarına geçen yıl Pluto Press’ten çıkan “Socialist States and the Environment: Lessons for Eco-Socialist Futures” (“Sosyalist Devletler ve Çevre: Ekososyalist Bir Gelecek için Dersler”) kitabını da ekleyen SUNY New Paltz’da Coğrafya profesörü Salvatore Engel-Di Mauro ile çevrimiçi bir toplantı gerçekleştirdi. Söyleşinin ikinci kısmını sizlerle paylaşıyoruz.

Click for the English version of the second part.

Söyleşinin ilk kısmı için tıklayın.

Abstrakt: Tek tornadan çıkma bir yaklaşım yerine titiz ve somut bir tarihsel analiz yapmanız çok değerli çünkü bugün herhangi bir tartışmaya katılmak için önce Sovyetler Birliği’ni mümkün olan tüm yönleriyle güçlü bir şekilde kınamak bir önkoşul haline geldi. Bir sosyalist önce olarak Sovyetler Birliği’ne mutlak mesafe koymalısın. Ancak bundan sonra tartışmaya katılabilirsin.

Kitapta tekrar tekrar değinildiği üzere, olguların dünya-tarihsel bağlamının önemi sizin argümanınızın mantıksal bir sonucu. Bu ülkeler askerileşmek, nükleer programlara başlamak zorunda bırakıldı. Elbette bu, sosyalist devletleri tamamen eleştiriden muaf tutmak, hiçbir sorumluluklarının olmadığı anlamına gelmez. Örneğin Sovyetler Birliği’nde özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında yüksek büyüme oranlarına odaklı kalkınmacı bir yaklaşım var. Bunu Sovyetler Birliği bağlamında bir ironi olarak görüyorsunuz. Genellikle suç Stalin dönemine atılır. Ancak Sovyetler Birliği’nde çevresel bozulmanın çoğu Stalin’den sonra ve kapitalist dünyayla ‘barış içinde bir arada yaşama’ politikası vb. ile başladı. Bir anlamda, kapitalizmle birlikte var olmak çok zor olduğundan bugün geleceğin ekososyalizmlerini tasavvur ederken onu küresel olmasa bile en azından bölgesel olarak düşünmemiz gerektiğini söyleyebilir miyiz?

SAED: Evet, bu değindiğiniz çok önemli bir nokta. Ve sizin sinirinizi bozan şeyler gerçekten benimkiyle örtüşüyor. Kapitalizmle bir arada yaşama sorununa girmeden önce, sosyalist bağlamda demokrasiden bahsederken SSCB’yi reddeden insanlardan aynı zamanda ABD ve Britanya İmparatorluğu’nu da soykırımlarından dolayı reddetmelerini istemenin ilginç olacağını eklemek isterim. Böyle konuşan sosyalistlerin bunu tutarlı bir şekilde ABD ve benzeri ülkeler için yapması da gerekmez mi? Sosyalistler arasında bile, birinin SSCB ile arasına mesafe koymasının istenmesi, ancak temelde soykırımcı canavar rejimler olan Birleşik Krallık ve Fransa ile bunun istenmemesi ilginç bir durum. Merak uyandırıcı ama baş etmek zorunda olduğumuz bir şey. Otobiyografime geri dönersek, bundan kaçmanın kolay olmadığını biliyorum. Bu liberal, burjuva düşünce çok hegemonik. Ondan kurtulmak her halükârda zor. Hala bununla savaşıyorum, bunu hissedebiliyorum. Ve bu yüzden, kapitalizmle bir arada varoluş gerçekten bir seçenek değil.

Bu bir seçenek değil, ancak yine de yüzleşilmesi gereken bir şey. Nasıl yüzleşilir? Kesinlikle farklı gruplara ayrılarak, kesinlikle SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkeleri birbiriyle savaştırarak, ya da “Aaa çok reformistsiniz, çünkü şunu şunu yapıyorsunuz” diyerek değil. Bunun yerine tüm bu sosyalsit yapıların içinde bulunduğu çok çeşitli bağlamları anlamamız gerekiyor.

Örneğin şu anda, Rojava ve Zapatistaların durumu ya da Filistin’deki FHKC’nin durumu karşılaştırılırsa, güçlerini birleştirmelerini zorlaştıran nedir? Jeopolitik koşullar gerçekten farklı ve zor. Bu durum, oluşumlar içinde ve arasında çok çelişkili eğilimler üretiyor, bu yüzden farklı amaçlara doğru yönelmeleri şaşırtıcı olmamalı. Peki bununla nasıl başa çıkacağız? Bu, kendime de sorduğum bir şey ve açıkçası bir cevabım yok, ama bu, içinde var olduğumuz farklılaşmış birlik hali ile ilgili, dünya kapitalist ekonomisinin bütünlüğü ve tüm bu ülkelerin ve oluşumların içinde bulunduğu dünya kapitalist sistemi ile ilgili bir sorun. Bu bağlamsal farklılıkların, tarihsel farklılıkların üstesinden gelmenin yollarını gerçekten bulana kadar, onları reddederek ya da orada değillermiş gibi yaparak sorunlardan kaçamazsınız. Bunun yerine, bu sorunları bütün taraflara karşılıklı yarar sağlayarak sürdürülebilir bir şekilde ele almanın yolunu bulmalıyız.

Ve bu, daha önce SSCB, Küba ve Vietnam ile Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’nde (Comecon) de alışkın olunan bir şeydi. Bu ülkelerin ihtiyaçları temelinde, birbirlerinden rant elde etmek yerine ticaret yapacakları düzenlemeler vardı. Bence Mao’nun haklı olarak işaret ettiği gibi SSCB’nin ‘barış içinde bir arada varolma’ siyaseti – ki bu mümkün değil – sorunluydu. Ancak SSCB hükümetlerinin bir arada varolma girişiminde bulunmalarının anlaşılır görülmesi gerektiğini düşündüğüm sebepleri var. Karşı karşıya kalınan birden fazla işgal girişimi, çözülmemiş iç anlaşmazlıklar ve içeride kapitalizm yanlılarının yükselişi bu sebeplerden bazıları.

ÇHC’de de bunu görüyoruz. Sadece bir arada varolmak için rekabet ediyor diye Çin Halk Cumhuriyeti için de aynı şey anlayış gösterilebilir mi? Bu söylenebilir. Peki bu, kapitalist dünya ekonomisiyle mücadelenin genel stratejisi olarak faydalı mı? Çok emin değilim. Kuvvetlerin koordine edilebileceği yollar bulmak, tüm bu çok farklı bağlamların karşılıklı olarak birbirini besleyen bir şekilde açıklanabileceği yollar bulmak demektir. Bence önceliklerden biri bu, ya da en azından bence bu, öncelikler arasında olmalı.

Kapitalizm konusunda ciddiyseniz, kapitalizmin en başından beri küresel olduğunu ve Marx’ın bunu yıllar önce gösterdiğini kavramanız gerekir. Yine de, verili bir zamanda SSCB’de neden tek ülkede sosyalizm kavramının öne çıktığını anlayabiliyorum. Çünkü o zamanlar SSCB’nin hayatta kalması için mümkün olan tek seçenek buydu. Birçok insanın bunu hemen anlamamasına şaşırıyorum. Sanki durum, ‘peki, bu uygun bir politika değil mi’, sorusuna yanıt verilebilecek bir haldeydi. Hayır, durum mevcut koşullardan ibaretti. Yine, Stalin rejimine yönelik tüm eleştirilere rağmen, o zaman sadece bir sosyalist devlet vardı ve daha sonra 1922’de sadece, kendini savunma kapasitesinin daha da güvencesiz olduğu Moğolistan Halk Cumhuriyeti’nin yoldaşlığı vardı.

Sosyalistlerin birbirine engel olması yerine, sosyalistler arasında dünya çapında güç inşa etme süreçleri geliştirmeliyiz. Ayrıca katliamlar yaşayacağımız, ölümlerle karşılaşacağımız gerçeğini de unutmamalıyız. Ve evet, bu korkunç bir şey. 1930’larda SSCB’nin ilk deneyimlerinden ne öğreniyoruz, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki Kültür Devrimi’nden ne öğreniyoruz? Hepsini bir hata ya da sosyalizmle ilgisi olmayan olaylar olarak bir kenara atmamalıyız. Hayır, benim için bunlar birer hata değil, başa çıkmamız ve gelecekte kaçınmaya çalışmamız gereken evrim süreci içindeki evreler.

Yani, “Stalin korkunçtu” demek yerine bu sorular sorulmalı. Korkunçtu ama sonra ne oldu? Bazı açılardan iyimserim ama kendimizi bir devrim içinde bulmamız ve aniden her şeyin harika olması gibi bir beklentim yok. Böyle olmayacak. Verecek çok mücadelemiz olacak. Bunu nasıl yaparız, aynı zamanda insan kalarak? Bu o kadar kolay değil. İnsanların tek doğru yönelimin kendilerininki olduğuna inandıkları için yönetimi ele geçirmeye çalışması ve diğer herkesi katletmesi ihtimali olmadan bu nasıl yapılabilir? Bana göre Bolşeviklerin başına gelen budur.

Hala bu sorularla gerçekten ilgilenmeye istekli olmayan birçok sosyalist görüyorum. Ve bu benim için özellikle, kendi ülkelerindeki reformların bile emperyalist asker postalının baskısıyla, devrimci liderlerin katledilmesiyle daraltılabileceğinin çok iyi bilmesi gereken liberal demokrasilerdeki sosyalistlerden geldiğinde şaşırtıcı oluyor. Kara Panter Partisi’nin başına gelen de buydu, Amerikan Kızılderili Hareketi’nin de. Bunların heps liberal demokrasilerde yaşandı. Öyleyse, nasıl olur da bu süreçleri görmezden gelerek, içimize sızma olmadan, dizginleri almaya çalışan birileri olmadan, paranoya olmadan sadece kendi aramızda demokrasiye sahip olacağımızı düşünürüz? Bu harika olurdu, keşke bu kadar basit olsaydı.

Abstrakt: Kitapta, diğer birçok örneğin yanı sıra, Bookchin’in toplumsal ekolojisinden etkilenen demokratik konfederalizm çizgisinde yeni sosyal ilişkilerin kurulduğu Rojava’dan da birkaç kez bahsediyorsunuz. Aslında Türkiyeli devrimciler olarak Rojava’yı kendi mücadelemizin bir parçası, Türkiye ve Kürdistan’ın birleşik devriminin bir parçası olarak görüyoruz. O yüzden orada olup biteni çok yakından takip ediyor ve ondan ilham alıyoruz. Bir anlamda 21. yüzyıldaki ilk devrimlerden biri diyebiliriz. Rojava ve Bookchin’in liberter belediyecilik çerçevesi hakkında gözlemleriniz ve düşünceleriniz var mı?

Bu soruyu belki, devleti ve merkezileşmeyi olduğu gibi sorunsallaştırmaya yönelik daha yeni akımların daha geniş bağlamına da oturtabiliriz. Yani özelde Rojava için fikirlerinizi belirtip, daha sonra daha genele doğru yol alabiliriz.

SAED: Rojava konusunda, neler olup bittiğiyle ilgili beni eğitme açısından size ve diğerlerine güvenmeyi tercih ederim. Türk ve Kürtlerin içinde bulunduğu politik bağlamı anlamak için okuyabildiğim kadar okudum. Ama yine de bu konuda çok sınırlı bir kavrayışım var. Endişem, Rojava’nın, özellikle bazı ‘anarko-komünistler’, anarşistler ve toplumsal ekolojistlerin tahayyülündeki gibi, olamayacağı bir şey olarak  inşa edilmesiydi. Ama yanlışım varsa ben de düzeltilmek istiyorum, çünkü eminim ki tamamen yanılmış da olabilirim.

2011’den bu yana, özellikle Rojava’daki durumu şöyle okuyorum: Belli bir düzeyde, bunu böyle ifade etmeden bir devlet inşa ediyorlar. Bunu değişik biçimlerde yapıyorlar ve bence bu şekilde ilerlemek daha yapıcı ama bunun gerçekten devlete bir alternatif olduğunu söylemek inandırıcı değil. Ve belirli bir lidere açıkça bir sadakat düsturu varken merkezi bir liderliğe sahip olmadıklarını söylemek de inandırıcı olmaz.

Ekolojik sorun açısından ise, bir savaş bölgesinde herhangi bir anlamda ekolojik korumacılığa sahip olmak gerçekten zor. Dolayısıyla, bazı solculardan çok üzücü bulduğum bazı şeyler okuduğumu söyleyebilirim. Rojava projesini hala özel mülkiyetin olması, ekolojik olarak hala somut sonuçların elde edilmemesi yüzünden bir nevi alaya alanlar var. Peki, kendinizi İspanya İç Savaşı’nda bulduğunuzu düşünün ve bana neyi ne kadar yapabileceğinizi söyleyin. Bunlar saçma ve gerçekçi olmayan beklentiler.

Öte yandan yine bölgesel ve küresel dinamikler açısından anladığım kadarıyla Rojava Devrimi çözülmemiş bir soru. Almanya’da Rojava devrimi hakkında küçümseyici olmakla suçlandım, ama asla küçümseyici olmaya çalışmıyordum. Birden fazla bölgesel ve emperyalist gücün iş başında olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan bazı ciddi kısıtlamalar olduğu konusunda gerçekçi olmaya çalışıyordum. Örneğin, solcu Filistin güçleri ile solcu Kürt güçleri arasında çok fazla koordinasyon veya işbirliğinin olmaması buradan bakınca kısmen anlaşılabilir çünkü çok farklı durumdalar. Filistinlilerin savaştığı bazı güçler, Rojava’daki Kürt liderliğinin hayatta kalmasına taktik anlamda bir ölçüde yardımcı olan güçlerle aynı. Aslında “yardımcı olan” demek bile biraz fazla, onları bir nevi askıda bırakan, tamamen yok edilmesinin yerine kısmen saldırıya uğramasını sağlayan. Ama bu, Filistinlilerinkinden farklı bir bağlam.

Rojava’daki insanların başardıkları inanılmaz. Ve bunu bir Türk devrimine bağlamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum, bu benim için de çok temel bir konu. Bu soruya benim çok sınırlı bakış açımdan bakarsak, bu ikili bir devrim olmalı. Ve muhtemelen bu yüzden Erdoğan hükümeti, hem Suriye’ye ve Kuzey Irak’a aynı anda saldırılar düzenlerken hem de Türkiye içindeki güçleri yok etmek için elinden geleni yapıyor. Çünkü bu güçleri birleştirirseniz, bu rejimin sonu olacak. Umarım öyledir, belki de çok iyimser düşünüyorum.

Abstrakt: Çok somut bir cevap verdiniz. Orası hala bir savaş sahası ve tüm ittifaklar çelişkili. Ve bu, devrimi sürdürmeyi zorlaştırıyor. Bütün bu yol boyunca devrim, fedakarlıklar yapıyor ve tavizler veriyor. Ve şu anda her açıdan kuşatma altında. Ama yine de en azından bölgede, Türkiye tarafında, Suriye’de ve Irak Kürdistanı’nda etkisi olabilecek bazı devrimci güçler var. Yani en azından umut yaşıyor.

Son bir soru. Bunu bir paket soru olarak görebilirsiniz. Son birkaç on yılda, ‘durağan durum ekonomisi’ veya ‘küçük ölçekli kapitalizm’ gibi daha burjuva eğilimli olan yeni akımlar, içeriği tamamen bulanık ‘refah ekonomisi’, ‘dirlik ekonomisi’ gibi kavramlarla karşılaşır olduk. Bir yanda Yeni Zelanda ve benzerleri, diğer yanda solda, kısmen 20. yüzyılın devlet sosyalizmine yönelik tutumla ya da merkezileşmenin ya da öncünün sorunsallaştırılmasıyla vb. ilgili olan devletin yeniden sorunsallaştırılmasını görüyoruz. Buna küçülmecileri de ekleyebiliriz. Bunlara dair genel yaklaşımınız nedir? Cavaplamak için isterseniz bunlardan birkaçını seçebilirsiniz. Ancak bizce temel ortak temalar devlet iktidarı, merkezileşmeye karşı işçi kontrolü ve demokrasi ve devlet sorunudur. Bu bağlamda sosyalist devletlerden ne öğreniyoruz, geleceğin ekososyalizmlerini tahayyül ederken bize nasıl bir katkı sunabilirler?

SAED: Öncelikle tüm bu tartışmada, bağlam göz önüne alındığında kesinlikle mümkün olan en merkezileşmeden yana noktada bulunduğumu söyleyerek başlamalıyım. Aslında, merkezileşme farklı toplulukların özgünlüklerinin, işlerin nasıl yapıldığı konusunda daha fazla söz sahibi olmasını sağlar, ki bu çok önemli olabilir. Ancak aynı zamanda bu, diğer toplulukların ihtiyaçlarına ters düşebilir. Diyelim ki, bir topluluğun olduğu yerdeki belirli türde bir enerji kaynağına ihtiyacınız varsa, orada yaşadıkları ve bundan hoşlanmadıkları için bu kaynakların kullanılmasında istekli olmazlarsa nasıl bir uzlaşmaya varırsınız? Elbette diyalog kurmanız gerekiyor. Böyle bir diyaloğu nasıl yaratırsınız? Koordinasyonu nasıl sağlarsınız? Bunlar için bir tür merkezi yapınız vardır. Bu yüzden kaçınılmaz olarak tartışmanın her zaman aynı yerde bittiğini düşünüyorum.

Verso Yayınları’ndan çıkan, yataycılık ve dikeycilik hakkında, çözümün aslında ikisi de olmadığını öne süren bir kitap var. Asla yalnızca birine ya da ötekine sahip olamazsınız. Bu mümkün değil. SSCB’nin klişeleşmesinin bir nedeni var. Stalin dönemi asla hayal edildiği kadar merkezileşmiş değildi. Kelimenin tam anlamıyla devasa bir ülkeyden bahsediyoruz –  tıpkı şimdiki Rusya olduğu gibi. Pek çok insan bölgesel düzeyde Moskova’da olup bitenlerle bağdaşmayan şeyler yapıyordu. Yani bu, konunun bir yönü.

Bu konuda her iki uca aşırı savrulmuş, çok fazla sayıda idealize edilmiş model olduğunu düşünüyorum: ya sadece devleti savunanlar ya da sadece adem-i merkeziyetçilik, tabandan örgütlenme hakkında konuşanlar var. Kapitalist olmayan bir piyasada mübadele ile planlı bir ekonomideki mübadele arasındaki ikilik gibi yani… Bu, pratikte karşılığı olan bir ikilik değil.

Örneğin küçülmeye bakalım. Küçülme düşünürlerinden bazıları bir nevi ütopik sosyalistlere dönüyor. Tüm bu planlara sahip oldukları halde, ki bunlardan birçoğu ilginç, bunların nasıl uygulanacağına dair hiçbir stratejileri olmaması ütopik sosyalistleri anımsatıyor. Bu, kendilerini meşgul etmenin ve ellerini temiz tutmanın gerçekten iyi bir yolu ve bunlar gerçekten umurumda değil. Aslında küçülme ve buna benzer şeylerle ilgili sorunlarımdan biri bu. “Arzularımızın bir resmini çizelim, sonra onu öylece bırakalım” diyorlar.

Dolayısıyla bu düşünürlerin birçoğunun, hiçbir zaman kendilerine doğrultulmuş bir silahla yüzleşmek zorunda kalmadıkları, emperyalist bir güç tarafından işgal edilme geçmişlerinin hiç olmadığı topluluklardan çıktığını düşünüyorum. Ve muhtemelen bu, sorunun bir parçası. Belki indirgemeci davranıyorum, ancak bir dereceye kadar bana böyle hissettiriyor çünkü küçülme gibi çerçeveler çoğunlukla bu tür bağlamlardan geliyor. Tabii ki, ben de bu tür bir bağlamdan geliyorum, bu yüzden zaten kendimle çelişiyorum.

Sadece şunu belirteyim; Avustralya’da, Yeni Zelanda’da, Fransa’da bu tür düşünceleri dillendirmek kolay. Ama birçok insanın defalarca kaos ve kargaşının içinde kaldığı Mali veya Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde değil… Döngüsel ekonomi, ekosistem hizmetleri gibi tüm bu tür şeyler bunun sadece kapitalist tarafı. SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti deneyimlerinden öğrenilebilecek bir şey varsa, o da aslında sorumluluk alan merkezi bir yapıya sahip olmanın ne kadar önemli olduğudur. ABD’de “ne yazık ki yeterince ekosistem hizmetimiz yok” diyebilirsiniz. Peki çözüm nedir? “Eh, insanları merkezi olmayan bir şekilde daha sorumlu kılmak için daha fazla şeyi özelleştirmemiz gerekiyor,” derler, değil mi? İşletmelerin sözde kendi kendini denetlemesi gerekiyor, ki bu elbette asla olmuyor. Her seferinde yeni bir felaketle karşılaşıyoruz. Yani kapitalist düzen, açıkçası o kadar çok felakete sebep oldu ve olmaya devam ediyor ki, Bhutan’da refah ekonomisi veya Gayri Safi Ulusal Mutluluk endeksi gibi şeyleri konuşmanın kendisi bile bir şaka gibi.

Bu arada, CO2 salımlarımız sürekli artmaya devam ediyor ve bariz bir şekilde kapitalist politikalar işe yaramıyor. Belki de bu politikalarla el ele giden düşünce tarzında bir şeyler yanlıştır? Solda ise, birçok insanın benim bulduğum sosyalist tarihi okuma fırsatını bulamadığını hissediyorum ve bu bir yönüyle sinir bozucu. Belki de Birinci Enternasyonal’deki bu adem-i merkeziyetçilik-merkezileşme tartışmalarına benzeyen, işçi özyönetimi, fabrikaları ele geçirme ya da politik reformlar yapma, işçi kontrolü veya parlamenter ya da parlamenter olmayan bir yoldan iktidara gelen bir parti modeli tartışmalarına aşina olurlardı.

Bu tartışmalar yeni değil ve bence sosyalist deneyimlerden ders almak bu nedenle daha da önemli çünkü bir kez daha fazla etkiye sahip olduğunuzda, ki bu ille de iktidarı almak anlamına gelmiyor, yalnızca ulusal ekonominizin nasıl yürütüldüğü hususunda daha fazla etkiye sahip olduğunuzda bile birden sorumluluğunuz artar ve bu da yapmaktan gerçekten hoşlanmadığınız birçok şeyi yapmanız anlamına gelir. Sadece kendi patikanızla ilgili fanteziler kurarak konunun etrafından dolanmak yerine bununla somut olarak nasıl yüzleşirsiniz?

Mélenchon gerçekten Fransa cumhurbaşkanı olsaydı gerçekten ne yapabilirdi? Yalnızca o değil, sürece dahil olan tüm insanlar işleri nasıl farklı bir şekilde ele alabilirlerdi? Çok geçmeden önlerinde bir sürü engel olduğunu ve onları ölü görmek isteyecek bir sürü insan olduğunu öğreneceklerdi. Peki sonra ne yapacaksınız? Demokrasi, adem-i merkeziyetçilik ve benzeri nedenlerle bu tür canice düşman güçlerin yollarına devam etmesine izin mi vereceksiniz? Kaşla göz arasında silinip gidersiniz. Devlet sosyalizmi tarihini reddeden akımların hiçbirinin gerçekten yüzleştiğini görmediğim şeyler bunlar. Engels’in Sosyalizm: Ütopik ve Bilimsel’ini yeniden okumak gerekiyormuş gibi geliyor. Ve okuduktan sonra bütün süreci tekrar gözden geçirmemiz. Evet oradan tekrar başlayalım. Gelin bu sosyalist tarihlere bir göz atalım. Sosyalist devletlere ne oldu, neleri iyi, neleri kötü yaptılar bir anlayalım. Ve şimdi ütopik sosyalizm için bir dilek havuzu oluşturmak yerine ne yapıyoruz, ona bakalım.

Diyelim ki devletin dizginlerini ele geçirdik. SSCB’de olanlara kıyasla nasıl farklı manevralar yaparız? ABD’de değilsek eğer ABD emperyalizmiyle nasıl başa çıkacağız? Devrimi yaptığımız ülkede insanlar açlıktan ölmüyormuş gibi mi yapacağız? Diyelim ki burası Orta Afrika Cumhuriyeti ve orada başarılı bir devrimimiz var. O ülke içinde tamamen kendi başımıza hayatta kalabilecekmişiz, tüm bu engelleri aşacakmışız, ve bir de üstüne Fransız askerleri gelip bizi haritadan silmek istemiyormuş gibi mi yapacağız?

Kendimi tekrar ediyorum ama, bazı açılardan, bu tür akımlar taktikleri anlayamıyor, haklı olarak ifade ettiğiniz gibi çelişkileri, paradoksları anlayamıyor ve önceden göremiyor. Ve onlarla diyalektik bir tarzda uğraşmak yerine, soldan geldiğini görmenin gerçekten ilginç olduğu bu daha doğrusal görüşü, yani önce demokrasiye ve sonra başka şeylere sahip olmak üzere yola çıkacağımıza dair oldukça doğrusal görüşü yerine koyuyorlar. Üzgünüm, işler tam olarak bu şekilde yürümüyor. İşlerin nasıl beklediğimizden çok farklı gelişebileceği hakkında bize birkaç şey söyleyebilecek İranlı komünistlerin sayısının hiç de az olmadığından eminim. Bu sadece bir örnek ama Türkiye’de, Türkiye bağlamında bir küçülme programı uygulandığını hayal edin. Bu yürümeyecektir.

Abstrakt: Harika bir söyleşi oldu. Daha konuşulacak çok şey var ama biz bunun durmak için iyi bir nokta olduğunu düşünüyoruz. Kitabınızın mutlaka tercüme edilmesi gerekiyor. Bir noktada çevrileceğinden eminiz, ancak bunu ne kadar erken yaparsak o kadar iyi olur. Türkçe yazında bu konuda büyük bir eksiklik bulunuyor.

SAED: Çok teşekkürler. Abstrakt’ta gördüklerimden çok etkilendim. Yaptığınız şeyler muazzam.