Dönem dönem “işçi meclisleri”, “mahalle meclisleri”, “halk meclisleri” gibi adlarla güncel politikanın da gündemine giren meclis ideası, özerklik ve özyönetim tartışmaları ile modern siyasetin doğasındaki “temsili siyaset/demokrasi”nin aşılması ve “doğrudan demokrasi”nin inşası açısından merkezi bir yerde duruyor.
Meclis fikri, solun tarihinde “ikili iktidar” ya da “karşı iktidar” organı olarak komünden beri varola gelmiştir. Burjuvazinin genel oy esasına dayanan “temsili demokrasi”sine karşı, en küçük üretim ya da idari birimlerden başlayarak kurulan sovyet ya da meclisler halkın siyasal özne olması ve “doğrudan demokrasi” pratiği olarak tahayyül edilmiştir. Aşağıdan yukarıya doğru, yurttaşların kendi yaşam alanlarıyla ilgili her konuda “söz-yetki-karar” sahibi olmaları ile oluşacak meclisler katılımcı, çoğulcu bir “doğrudan demokrasi” modelinin hayata geçirilmesi olarak savunulmaktadır. Meclis modelinin, yurttaşların, “söz-yetki-karar” sahibi olması dolayısıyla özneleşmesinin bir aracı/biçimi olacağı murat edilmektedir.
Bir “İdea(l)” Olarak Demokrasi ve Meclis
Meclis kelimesi neredeyse demokrasi ile eşanlamlı ve eşdeğerlidir. Benhabib’e göre demokrasi, ahlaki ve siyasal eşit olarak kabul edilen bireysel ve kolektif kimliklerin kendi yaşam tarzlarını etkileyen kararlar üzerinde özgür ve makul sorgulama, tartışma olanağı buldukları ve bu anlamda karar alma süreçlerine katıldıkları bir kamusal iktidar pratiğidir (Keyman, 2000: 134) İlk ortaya çıktığından beri demokrasi yani “halkın -kendi kendini- yönetmesi” Meclislerle/Meclislerde olmuştur. Yani ancak Meclis olduğunda demokrasi olabilmektedir. Etimolojisine bakıldığında da, meclis, oturum veya oturulacak yer anlamına gelmektedir. Fakat meclis, cülûs’un yani “tahta oturmanın” adı ve mekânıdır. Dolayısıyla meclis yönetme/yönetilme eyleminin yeridir.
Demokrasinin tanımındaki “kendi kendini yönetme”nin ne olduğu ve bunun nasıl gerçekleşeceği tartışması hiç bitmemiştir. İnsanın kendini yönetmesi ile kendisinin de parçası polisi –yurttaşlarla birlikte- yönetmesi birbirinden ayrılması pek mümkün olmayan bir eylemdir. Nitekim Yunanlılarda, Aristoteles’in “insan politik bir hayvandır” sözünü hatırlayalım, kentin yönetimine yani politikaya katılmayanı insan telakki etmemişlerdir. Antik Yunan’da ‘devlet işlerinde yer almak, yurttaşlık haklarından yararlanmak’ demek olan politeuesthai kelimesi ‘yaşamak’ anlamına da gelir. “Çünkü ‘siyaset yapmak’ ile ‘yaşamak’ arasında vazgeçilmez bir ilişki vardır. Yurttaşlar agoralarda konuşarak, tartışarak, yani söz yoluyla siyaset yaparlar; konuşarak eylemde bulunurlar. Bu nedenle polis fiziki konumdan dolayı var olan bir yapı değil, insanların birlikte eylemde bulunmalarından ve konuşmalarından doğan bir örgütlenmedir.” (Kalaycı, 2013) Bu haliyle demokrasi, bir devlet biçimi olmaktan çok yurttaşlar birlikte gerçekleştirdikleri bir ilişki, varoluş biçimidir.
Bununla birlikte Antik Yunan’da daha baştan kadınlar, köleler ve mülteciler yurttaş sayılmadıkları için politikanın da dışındaydılar. Fakat sadece onlar değil, yurttaş oldukları halde polisin genel işleriyle ilgilenecek kadar zamanı olmayan yoksul köylüler, zanaatkârların da çok etkili oldukları söylenemez. Dolayısıyla doğduğu andan itibaren demokrasinin bir temeli olup olmadığı hep mesele olagelmiştir. Bu meselenin özü de eşitlik problemidir. Demokraside yöneten gerçekte halk mıdır? Eşit olmayanların yasa önünde eşit kabul edilmesi, oy hakkı, seçimler halkın yönetimi için yeterli midir? Yurttaş oldukları halde herkes yönetme/yönetilme işini hakkıyla yerine getirecek yetkinliğe vs. sahip midir? Vs.
Platon’un demokrasi eleştirisinin temelindeki tez, siyasetin doğası konusunda yeterince bilgi sahibi olması için zamanı olmayan zanaatkarın, köylünün, savaşçının siyaset yapmasının yanlış olduğu fikrine dayanır. Çünkü ona göre her bir işin en iyi şekilde gerçekleştirilmesi, başka bir iş için zaman bırakmaz. Bu aslında fiiliyatta, polis’in sorunları üzerine konuşmak, kulis yapmak ve etkili olmak için yeterince boş zamanı olanların yönetimde etkili olacağını işaret eden bir uyarı olarak okunabilir. Nitekim demokrasinin hızlıca yozlaşarak oligarşiye vb. dönüşeceğini iddia eder Platon.
Özellikle “soğuk savaş”ın liberalizmin zaferi ile son bulması sonrası, herkesin “iyi yönetim” için yegâne referansı demokrasi oldu. En berbat diktatörlerin, en barbar savaşların da gerekçesi demokrasi. Bu kolay kullanım demokrasinin “boş gösteren” bir kavram derekesine düştüğünü göstermektedir. Bununla birlikte, bir manipülasyon gücü olarak “kültür endüstrisi”nin, medyanın tartışılmaz gücü karşısında, Platon’un dediği gibi, her yurttaşın eşit bir şekilde siyaset yapma hakkı olduğu söylenebilir mi? Ya da bu kandırmacadan başka nedir? Bu açıdan, “en iyi demokrasi”, Lenin’in dediği gibi, “aşağı-yukarı hep antik Yunan cumhuriyetlerindekiyle aynı kalır: köle sahipleri için özgürlük.”
Demokrasi ve meclis idealinin/ideasının karşısında güncel başka bir sorun daha var: Wendy Brown’un sorduğu gibi, kendi özgürlüğün sorumluluğunu üstlenmek istemeyen, her konuda ne yapmaları gerektiğini başkasından duymak isteyen –ki insanları çoğu böyledir- insanları demokrasi –kendi kendinin yönetimi- için adım atmasını nasıl sağlayacağız? “Yabancılaşma”yı[1] nasıl aşacağız? Bu sorun acil ve esaslı bir konu, çünkü “reel sosyalizm” ve “halk iktidarları” deneyimlerinin ve “komünist parti”lerin de mustarip oldukları bir sorundur.
Dolayısıyla bugün demokrasi ve meclis ideası/idealinin tarihsel ve güncel biçimlerini düşünürken bu felsefi sorgulamalara tabi tutmak, “paradokslar”a yanıtlar aramak durumundayız. Aksi durumda, kapitalist uygarlığın yaşadığı krizi aşacak pratikler, idealler geliştiremeyiz.
“Siyasetin Krizi” ve Meclis İdeası
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren literatürü dolduran birçok kriz söylemi var; modernizmin krizi, siyasetin krizi, iklim krizi…“Siyasetin krizi”, küreselleşme ya da neoliberalizm ile beraber gelişen “ulus”, “ulus-devlet” ve “kamusal alan” gibi modern toplum/siyaset kategorilerinin artık “meşruiyet sorunu” bağlamında bir işe yaramaz hale gelişi olarak tanımlanabilir. Çünkü artık genel olarak neoliberalizm ve küreselleşme denen süreçlerle birlikte bu üç kategori de bizzat kurucusu burjuvazi tarafından aşındırılmaya veya yok edilmeye başlanmıştır. Bu kategorilerin hepsi, liberal siyaset teorisinin, insanların toplum olabilmeleri için –aklın gereği olarak- “ortak irade”ye tabi kılınmaları yani kendi “yapabilme gücü”nü bir temsilciye devretmeleri gerektiği argümanı üzerinde yükselir. Thomas Hobbes’dan Rousseau’ya kadar modern sözleşmeci kuramın tezi şudur; insanlar sınırsız özgürlüklerinin güvenliklerini tehlikeye düşürdüğünden toplum sözleşmesini yapmış ve yaşamlarını güvenceye almak uğruna bu klasik vatandaşlık haklarından vazgeçmişlerdir. Modern yurttaşlık kavramı da işte bu fikir üzerine kuruludur. İnsan artık homo politicus yani siyasal yaşama aktif katılan yurttaş değil, politika yapmayı yani “iyi yaşam”ın gerçekleştirilmesini tamamen siyasetçilere, yöneticilere, devlete bırakmış, edilgen bir yurttaştır. Buna rağmen burjuva toplumun ilerlemesinin her anı, “genel irade”, “ortak yarar”, “kendinde iyi” gibi ilkeler yaşamın çoğulluğuna, sınıfların ve kimliklerin/farklılıkların taleplerine ilişkin problemleri çözmekten uzak kalmıştır.
Neo-liberalizmde ise, makro düzeydeki ifadesini Washington Konsensüsü olarak adlandırılan “on emir”de[2] bulan politikaları aracılığıyla piyasanın sınırları olabildiğince genişletilirken, “ortak irade” olarak devletin karar verme yetkisi kamusal alandan özel alana ya da piyasaya aktarılmaktadır. Eskiden devletin görevleri arasında sayılan birçok iş artık direk şirketler tarafından gerçekleştirilmekte ve devlet de bir şirket gibi kendini işletmeyi esas almaktadır. Yani Devlet ile egemen sınıf arasında açık bir “irade birliği” sağlanmaktadır. Sermaye sınıfı ile Devlet’in bir “irade birliği”nin somut yansıması, ulus-devletin bazı yetkilerinin ulusüstü şirketlere, onların parçası olan ulusal şirketlere ve onların ortak örgütlerine devretmesidir. Dolayısıyla gittikçe daha fazla oranda “uluslararası kurumlar”, “uluslararası hukuk” vb. “ulus-devlet” üzerinde etkin olmaktadır.
Devletin yetkilerinin bu şekilde (ulusal ve ulusüstü) kapitalist sınıfa aktarılması modern temsili siyasetin formu olan ulus(al)-devlet siyasetinin alanının daralmasına neden olmaktadır. Bu değişimin siyasal açıdan anlamı, birey-yurttaşın seçim/temsil mekanizması aracılığıyla denetlediği kamusal alanın daralmasıdır. Bu çerçevede, neo-liberalizmin siyasal düzlemdeki en temel savlarından birisini temsili demokrasinin ve siyasal partilerin katılma ve temsil kurumları olma açısından işlevini kaybetmesi oluşturmaktadır. Siyasetin “kirli bir iş” olarak damgalanması, “politikacı”nın adeta bir şarlatan ve üçkağıtçı ile eşanlamlı hale getirilmesi bu neoliberal inşanın bir parçasıdır. Yani neoliberalizm hem örgütlenmesini gerçekleştirirken temsil mekanizması ile “ortak irade”nin oluşmasını engellerken hem de ideolojik boyutta da sınıf olarak yönetme işini Devletten daha iyi yapacağı konusunda halkı ikna etmeye çalışmaktadır. Genel olarak “siyaset kurumu”nun sorunlarına çözüm bulacağına dair inanç yok olmaktadır.
Demokrasinin “Temsil” Paradoksu
İnsanın kendi ve başkaları hakkında en fazla bilgiye sahip olduğu ya da bilgiye erişebilir olduğu bir zamanda kendinin ve başkalarının yönetimi/yönlendirilmesi işinin bir vekile, Devlete devredilmesinin anlamsızlığının, tatminkâr ve ikna edici olmaktan uzaklığının yarattığı “siyasetin krizi” meclis ideasının bir kez daha insanlığın ufkunda yükselmesine fırsat tanımaktadır.
İnsanlar arasında bir ortak alan –ortak irade- kurmak için temsil üzerinden tekilliklerin, çokluk’un biçimsel, soyut –yasalar önünde eşitlik- bir eşitlikçilik ilkesine dayanmak gerekmiştir. Temsil, özü gereği aslen eşit-olmayan şeyleri eşitleme yoluyla iş görür; farklı tekillikleri ortak bir genellik formunda ifade etmeye çalışır.
Bourdieu’nun dikte ettiği gibi, “bir kişinin diğer bir kişiye vekâlet vasıtasıyla salahiyet vermesi; salahiyet aktarımı vasıtasıyla vekâlet verenin vekilinin yerine imza atmaya, eyleme geçmeye, konuşmaya yetkili kılması; vekiline vekâletname yani plena potentia agendi, namına tasarrufta bulunması için tam salahiyet vermesi” (Bourdieu, 2013: 231) biçiminde vuku bulan modern (temsili) siyaset bizzat “potentia” gelişimine ters bir gelişimi ifade etmektedir.
Genel olarak kişinin plena potentia agendi’yi reddetmesi ya da buna kayıtsızlık geliştirmesi, kendi işine bakması, yani “siyasetin krizi”, apolitizm, “meta anlatı”ların ölümü, insanlığın son/tek ütopyası sosyalizmin ölümü gibi dışsal faktörlerle açıklanmaya çalışılıyor. Elbette bunların da bir etkisi olmakla birlikte, “siyasetin krizi”ni, insanın potentia’sının (yapabilme gücü) ve onun kapasitesini her geçen gün artıran gelişmelerin yarattığı olanakların direniş için yeni tarzlar, üsluplar kazandırması olarak da okumak pekâlâ mümkündür.
Temsiliyet, adeta siyasetin doğası gereği olması gereken bir ilişki sayılmaktadır. Dolayısıyla temsiliyete dayalı siyaset biçimlerinin eleştirilmesi ya da reddi, “doğrudan demokrasi” tartışmaları “ütopyacılık”, “bireycilik” ya da “apolitiklik” olarak değerlendirilmektedir. Bir dünya sistemi olarak kapitalizme karşı mücadelenin küresel (yani ille de dünyanın her tarafını kapsayan değil de, mesela tüm Avrupa çapında ya da tüm ülke çapında) örgütler yaratılarak gerçekleşebileceği fikri tartışmasız kabul edilmektedir. Bourdieu, siyasetin içkin çatışkısının “bireylerin grup olarak yani, kendini duyurmaya, dinletmeye veya konuşmaya muktedir bir güç olarak oluşabilmelerinin ancak bir sözcünün lehine kendilerinden vazgeçerek mümkün olması” olduğunu söyler. “Siyasal yabancılaşmadan kurtulmak [yani siyasal anlamda varolabilmek] için her zaman siyasal yabancılaşmayı [yani vekaleti temsilciye vererek yok olmayı ancak kolektif düzeyde varolmayı] göz almak gerekir.” (2013: 233) Siyasetin “doğası” gereği sayılan temsiliyet mekanizmasının temellendirilmesinde öne sürülen temel argüman, “herkes”in bu işler için gerekli zamanı ve bilgisinin olmadığı ve hatta olamayacağıdır. Dolayısıyla, birileri (bu işleri yapmaya salahiyeti olan biri, zamanı ve bilgisi olan biri) herkes (ya da ulus, sınıf, kadınlar, halk vb.) adına bu görevleri ifa etmelidir.[3] Bugün artık hem zaman hem de bilginin statüsü açısından bu siyaset anlayışı sorgulanmaktadır. Bireylerin “kendini duyurmaya, dinletmeye veya konuşmaya muktedir” olması için medyanın özellikle sosyal medyanın sağladığı avantajlar bu sorgulamada başköşeye oturuyor. Üstelik küreselleşme sürecinin hem mağdurları hem de mağrurları bu sorgulamayı yürütmektedirler.
Temsiliyet düzeninde, vekil, vekalet verenin, halkın, çokluk’un, yerelin heterojenliğini, seslerini, söz söyleme ve eyleme kapasitesini eksiltir. Kotalar, seçimler ne kadar “demokratik, katılımcı” olursa olsun, önünde sonunda “delege” ya da “temsilci”nin yeteneği kadar yerelin sesleri “merkez”e taşınır. Bu nedenle temsiliyet üzerinden oluşturulan ortaklık bir eksik ortaklaşmadır. Piramitsel yapıda aşağıdan yukarıya doğru her basamak bu eksik ortaklaşmanın artmasını getirir. Dolayısıyla her merkezi siyaset yereli tanıyan değil tanımlayan bir teknikle işlemektedir. Bu da yerelin halkın ya da “çokluk”un sessizleştiği, merkezin konuştuğu bir siyaset kültürü yaratmakta ve yeniden üretmektedir.
Temsiliyet siyasetinin bu yereli, tabanı, “halk”ı sessizleştirmesi işlevinin yanında, onun vazgeçilmez tamamlayıcısı olarak, temsilcinin temsil etme iddiasında olduğu topluluk üzerinde “doğal” bir otorite kazanmasıdır. Siyasal düşüncede “rıza üretimi”, “yabancılaşma”, “karizma”, “kitle kültürü” gibi kavramlarla da işlenen bu sorun, temsil edilenlerin kendileri ile ilgili toplumsal/kamusal kararları, ezcümle “siyaset” yapmayı bu temsilcilere bırakmasıdır. Bu durum temsili siyasetin özündeki handikabı göstermektedir: Kendileri ile ilgili konularda söz-karar sahibi olmak için başvurulan temsiliyet yolu bizzat temsil edilenleri sessiz, yetkisiz ve kararveremez noktaya vardırmaktadır. Dolayısıyla oyun dışı bırakarak sisteme katılımı değil “yabancılaşmayı” getirmektedir.[4]
Diğer taraftan, kafa-emeğinin (“duygulanımsal emek”, “gayri maddi emek”) bütün sektörlerde üretim sürecinin başat değer kaynağı haline gelmesi, teknolojik gelişmeler ve iletişim ortamlarının çoğullaşması gibi faktörler sayesinde, Aydınlanma’nın “aklını kullan!” çağrısı hayati bir zaruret halini aldı. Bu toplumda insan, aklını kullanarak kendisi başarıya götürecek stratejiler geliştirmek, malumatlar edinmek, yeteneklerini sürekli geliştirmek zorundadır. Bu nedenle de, kamusallığın oluşmasının temeli olan iletişim, sözün paylaşılması bakımından internet ve sosyal medya yeni agora olarak işlev üstleniyor.
Sosyal medyanın bir nevi partilerin bazı işlevlerinin yerini doldurduğunu söyleyebiliriz. Brecht’in meşhur şiirindeki “iki gözün varsa senin/ binlerce gözü var partinin” dizesi ile analoji yaparsak; sosyal medya sayesinde herkesin “binlerce gözü” olmuş oluyor. Parti “binlerce gözü/kulağı” sayesinde edindiği malumatı işleyerek üyelerine bilgi/veri dağıtan bir iletişim ortamı, tartışma ve kararlaştırma ortamıdır. Partilerin de en önemli faaliyet alanının “merkezi yayın organı”nı olması da bundandır. İlk Sovyet’i kuran işçilerin de birkaç talebinden biri iletişim haklarının engellenmemesidir. Bugün, sosyal medya sayesinde herkes anlık bilgi, haber edinme, birçok insanla tartışma ve ortaklıklar kurma fırsatına erişiyor. Dolayısıyla temsili değil direk ilişkiler ve ortaklıklar kurmayı tercih ediyor. Sosyal medyada kurulan ortaklıkların “sanal alem”le sınırlanmayarak hayata da geçirildiğini birçok deneyimle (gerek “küreselleşme karşıtı” hareketlerde gerekse kimlik ve ekoloji hareketlerinde, Arap İsyanlarında, Gezi’de, Occopy’de) gördük, yaşadık.
Meclis İçin Bir Kerteriz: Yerellik/Özerklik
Bugün “doğrudan demokrasi” ya da “demokratik özerklik” önerilerinde temel bir rol yüklenen Meclis modelinin karşılaşacağı en temel sorun katılım ve temsiliyet sorunudur. Katılım ve temsiliyet meselesinin diğer/esas yüzü ise merkeziyetçilik ile özerklik (yerellik) meselesidir.
Herkesin “herkesin katılımına açık” Meclisler fikrini savunmasına rağmen pratikte kurulan Meclislerin, merkezdeki/tepedeki “Birlik”te yer alan örgütlerin/partilerin ve onlarla temas halinde olan bireylerin katılımı ile sınırlı kaldığı görülmektedir. Herhangi bir yereldeki HDK Meclisine ya da Haziran Hareketi Meclisine yine bu oluşumların merkezindeki grupların o yereldeki üyeleri dışında kimse katılmamaktadır. Yerellerde Meclisler kurulurken “söz-yetki-karar” o meclisin üyelerinde olacağı beyan edilirken, merkezde belirlenen takvimler, eylemler, söylemler belirleyici olmaktadır. Bir merkezi yapılanmanın parçası olarak tesis edilen yerel meclis, o yereldeki herhangi bir sorunla ilgili bir çalışma yaptığında da bu sınırları aşamamaktadır.
Dolayısıyla, bugün karşı karşıya olduğumuz sorun, Meclis’in herkesin (halkın) katılımını sağlaması değil, önce bu fikri savunanların kurduğu Meclis’in kendi özerkliğine sahip olması ve kendi iç işleyişinin demokratik (“kendi kendini yönetme”) olmasıdır. Meclislerin “herkes”e açık olmasından önce, Meclisin, bu fikri savunan örgütler arasındaki bir uzlaşmadan öteye geçerek, o meclisin üyelerinin gerçekte söz-yetki-karar sahibi olmasıdır. Üyelerin örgütsel aidiyetleriyle değil, bir birey olarak meziyetleriyle mecliste özneleşme düzeyini yakalamasıdır.
Temsiliyet sorunu, özellikle kadınların, inanç gruplarının ve kimlik hareketlerinin delege, yönetim seçimlerinde uygulanan kotalarla temsil edilmesi sağlanarak “daha demokratik” hale getirilmeye çalışılarak çözülmeye çalışılmaktadır. Fakat bunun “temsiliyet simyası”nı bozmaya yetmediği açık. Bir kişinin çeşitli düzeylerde gerçekleşen merkezi görüşmelerde başka temsilcilerle vekalet aldığı kişilerin, grubun fikirlerini tartışması, müzakere etmesi hiçbir koşulda mümkün değildir. Ki bizde sıkça başvurulan ortaklık oluşturma mekanizmaları olan kongre, konferans gibi toplantılardaki tartışmaların genellikle delegelerin o andaki performanslarına bağlı olarak ön hazırlıksız gerçekleştiği düşünülürse “daha demokratik” temsiliyetin de katılımcı ve “doğrudan demokrasi”yi gerçekleştiremeyeceği açık.
Merkeziyetçilikten kaynaklanan bu ve benzeri sorunların bağlamında düşünüldüğünde Meclis İdeasının fiilleşebilmesi için yerel özerkliği ve iletişim teknolojilerinin politik örgütlenmelerde yarattığı/yaratabileceği değişim üzerine daha fazla düşünmeyi gerektiriyor. Yerellik tam da bu noktada, insanın kendisiyle ve “yaşam alanı” içinde kurduğu çoklu ilişkilerin yatağı olarak anlam ve ehemmiyet kazanmaktadır.[5] Yer, deneyimlenen, yaşanan ve etkileşim içinde olunan çevremizdir. Burada –somutlamak açısından da- önemli olan, “yereldeki kimliklerin daima sabitlenmemiş, tartışmalı ve çoklu” olmasıdır. Yerelden mekâna doğru yükseldikçe kimlikler tek-boyutlu, sabit hale gelir. Oysa yerelde her zaman belli bir kimlikten daha fazlasıyızdır.
Modern toplum, iktidar ilişkilerinin etkisiyle insanın üzerine kimlikler, aidiyetler gibi birçok zırh giydirilerek belli yerlere sabitlenerek yaşatıldığı bir uzamdır. Yerel, insanın bu zırhlarından soyunabildiği ya da zırhlarının şeffaflaştığı mekân ve ilişkiler uzamıdır. İnsanın herkesten biri olduğu yer ve zamandır. İnsanın, etik bir varlık olarak yaşadığı ve öyle değerlendirildiği bir düzlemdir. Ezcümle, yerel indirgenemez bir heterojenlikle malul etik varlıkların yaşam alanıdır. Bu nedenle, yerel, aidiyetlerin, kimliklerin vb. harekete katılmak için bir kriter olmaktan çıktığı, hareketin kendisi üzerinden bir aidiyet kurulabildiği hareketlere evsahipliği yapabilmektedir.
İster bir yer(el)de, istersek bir alanda (kadın meclisi, ekoloji meclisi gibi) kurulmuş olsun, meclisin ismiyle müsemma olması için öncelikle özerkliğinin olması gerekir. Ancak bu özerklik sayesinde belli aidiyetler üzerinden inşa edilen merkezin içerme/dışlama ikilemi aşılabilir. Yerelde kurulan Meclis’te herkes olabileceği gibi, merkezi yapıların temsilcileri de, üyeleri de yer alabilir. Aynı şekilde bu meclis yerel bir konu ile ilgili olduğu kadar ulusal ya da dünyasal bir konu ile ilgili olarak da toplanabilir, kararlar alıp, uygulayabilir. Küçük bir kasabada (bunu bir ada olarak da tasavvur edebiliriz) herhangi bir aidiyet, mensubiyet aranmadan, orada olan kişiler olarak biraraya gelip, o yerin ve ülkenin/dünyanın sorunlarını konuşma, ortaklıklar geliştirme ve uygulama başarısı gösterilebildiği oranda meclis ideasının fiilleşmesinden bahsetme imkânı doğacaktır.
Son olarak, medya olanaklarının karar alma, ortaklaşma süreçlerinde yani toplumsal muhalefetin agorasının inşasında etkin kullanımı, merkezi, hiyerarşik ve bürokratik yapıları eriterek daha dinamik ve katılımcı bir hareket yaratacaktır. Bu açıdan Podemos örnek bir deneyim sunmaktadır. Online üyelik, forum sayfaları üzerinden tartışmalar, online oylama (örneğin Avrupa Parlamentosu seçimleri için aday belirleme sürecine 33 bin kişi oy kullanarak katılmıştır), “yetenek havuzları” ile bireysel önerilere açıklık, Youtube üzerinden kısa videolar ile gündeme dair yorumların paylaşılması, online tartışmalarla ortak karar alma, tekono-politik danışma sürecini geliştirme vs. gibi bir çok noktada Podemos interneti etkin bir şekilde kullanıyor. Bugün hala bizim internet haber sitelerimizin mobil uygulamaları yok oysa. İnternet teknolojisi, birçok durumda verimsiz ve hantallaşan merkezi karar alma süreçlerini daha demokratik ve katılımcı yapabilir. Piramitsel örgütlerin yerini çok merkezli, çok-akıllı, iletişim ve karar alma ve uygulama becerisi daha hızlı yatay örgütlenmelerin geliştirilmesine olanak sunabilir.
Henüz bu mertebeden uzağız, fakat vaat edildiği gibi toplumsal muhalefet hareketlerinin agorasının inşasının başarıldığı oranda İdea da cisimleşecektir. İktidarın olabildiğince merkezileştiği, politika yapma koşullarının polisiye yöntemlerle daraltıldığı, yaşamın her alanını denetim altına almaya çalışıldığı ve olayların hızlandığı dönemlerde “koşullardan dolayı” genellikle bu tür meselelere hassasiyetin azaldığını biliyoruz. Oysa tam tersinin başarıldığı oranda ortaya çıkan sinerjinin daha büyük olduğunu görüyoruz. Yeniden seçime doğru giderken, bu açıdan “biz”lerin ve bizlerin meclisini yaratmalıyız. O zaman taş üstüne taş koymuş oluruz ve sandık sonuçlarından daha fazlasına sahip olabiliriz.
Kaynaklar
Kalaycı, N. (2013) Hakikat Kavgası: Bir Parrhesia Olarak Gezi Parkı http://www.e-skop.com/skopbulten/direngezi-hakikat-kavgasi-bir-parrhesia-olarak-gezi-parki/1407
Keyman, F. (2000) Türkiye ve Radikal Demokrasi Geç Modern Zamanlarda Siyaset ve Demokratik Yönetim. Alfa Yayınevi
Bourdieu, P. (2013) “Vekâlet ve Siyasal Fetişizm”, Seçilmiş Metinler, çev. Levent Ünsaldı, Heretik Yayıncılık,
Notlar
[1] Yabancılaşma yerine, Frankfurt Okulu’nun “kültür endüstrisi”ni, Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA)”nı ya da Gramsci’nin “hegemonya” kavramını koyabiliriz.
[2] Bütçe ve vergi disiplini (bütçe dengesine uyulması, zorunlu kesintilerin ve vergi oranlarının düşürülmesi), gümrük duvarlarının kaldırılması ve rekabetçi değişim oranlarının saptanması ile ticaretin serbestleşmesi, yabancı sermaye hareketlerine açılma, ekonominin özelleştirilmesi, kuralsızlaşma ve rekabetçi piyasaların yerleşmesi, mülkiyet haklerinin korunması, özellikle uluslararası oligopollerin teknolojik mülkiyet haklarının korunması.
[3] Jacques Ranciere, Filozof ve Yoksulları (Metis Yayınları) eserinde Platon’dan Marx, Sartre ve Bourdieu’ye kadar bu anlayışın bir çetelesini çıkarır.
[4] Temsiliyet tekniğinin bu handikapını Pierre Bourdieu, “Vekalet ve Siyasal Fetişizm” adlı makalesinde şöyle ifade etmektedir: “Siyasal yabancılaşmadan kurtulmak (yani siyasal anlamda var olabilmek) için her zaman siyasal yabancılaşmayı (yani vekaleti temsilciye vererek yok olmayı ancak kolektif düzeyde var olmayı) göze almak gerekir.” Pierre Bourdieu, Seçilmiş Metinler, Heretik Yayınları, s. 233
[5] Yerellik ve mekânsallık kavramları arasındaki gerilim, birçok tartışmanın konusu olmaya devam etmektedir. Bu tartışmayı belli yönleriyle ele alan bir çalışma için bkz. Arif Dirlik, “Yer-Temelli İmgelem: Küreselcilik ve Yer Politikası”, Kriz, Kimlik ve Siyaset –Küreselleşme Yazıları, İletişim Yayınları, 2009