Kavramlar adlardan, duyu verilerimizi sınıflandırdığımız etiketlerden ibaret değil. Onlara ağırlıklarını veren şey nesneleri ve olayları bireyleştirip, birbirinden ayırt etmemizi sağlamaları. Ayırt etme eylemimiz ise hayatta kalmak ve daha iyi kalmak için davranma ihtiyacımızdan kaynaklanıyor. “Çürük” ile neyi yemememiz gerektiğini, “Güzel” ile neyi sevmemiz ve korumamız gerektiğini kavrıyor ve kavratıyoruz. Kavramlarımız, eylediklerimizin biçimini, yönünü ve sınırını belirliyor. Eğer bir şeylerden alıkoymuyor ve bir şeylere sevk etmiyorsa, kavramların kullanımını “düşünmek” diye nitelemek de mümkün olmuyor.
Kavramlardan mürekkep bir fikir, yapısı gereği eylemi dönüştürmek ve onunla dönüşmek zorundaysa, sormak gerekiyor: Devrimi düşündüğümüzü iddia ediyorsak, devrim fikri bizi nelerden alıkoyuyor, nasıl davranmaya sevk ediyor?
Bugün devrim fikrinin işçiliğine soyunmuş Marksist aydınların en ilerici hatlarının bile önüne iş olarak koyduğu şeyin esas olarak devrimci düşünceyi örgütleme çabası olduğunu ancak bu çabaların kitleleri bir şeylerden alıkoyma ve bir şeylere sevk etme noktasında yeteri kadar devindirici olmadığını söylesek, herhalde abartıyor olmayız. Kitlelere değecek söz mü bulunamıyor, yoksa söz hükmünü mü yitirdi?
Meseleye, devrimci fikir işçiliğinin niteliklerinin yükseltilmesi noktasından bakmanın fazlasıyla bireyselci bir yaklaşım olacağını; sözü kategorik olarak dışlamanın da teori düşmanlığına, yani bir çeşit kendiliğindenciliğe savrulmanın işareti olarak görüyorum. Oysa konu bireysel, değil, toplumsaldır. Bireyin devrimci eylemi nasıl ki ancak iyi planlanmış ve örgütlü bir bütünün iyi tanımlanmış bir parçası olduğunda hedefine ulaşabiliyorsa, bireyin devrimci fikri ve sözü de aynı planlamaya ve örgütlülüğe ihtiyaç duyacaktır. Dolayısıyla sorumuzu şöyle sorabiliriz: söz ve fikir bugün ne kadar örgütlü?
Faşizmin git gide kurumsallaştığı ve her türlü devrimci ve demokrat duruşu katliamlarla ezmeye çalıştığı bugünlerde akademi camiasının barıştan yana mesleki açıdan örgütlü bir tavır koyması ve bu tavrının arkasında durması çok ama çok büyük bir adım, şüphesiz. Ancak bu örgütlülük henüz kendiliğinden bir yapıya sahip ve savundukları hat devrimci olmaktan ziyade demokratik nitelikte. Faşizmin kışkırttığı bir iç savaşa sürüklendiğimiz bugünlerde söz konusu duruşun devrimci bir çizgiye yönelmesi ve kitlelerle buluşup faşizmi ezici bir dalga üretmesi ne derece mümkün?
Kendilerini devrimci fikrin işçileri olarak görenlerin, profesyonel devrimcilikle, örgütlü devrimci irade ile bağının kuvvetli olduğu söylenemez. Şüphesiz bunun tarihsel-sosyolojik bir çok sebebi var. Ancak bir durum tespiti yapacaksak, kendilerini içinde işleyebilecekleri örgütlü ve devrimci bir bütünün parçası haline getirmekten imtina edenlerin bu bütünü etkileme ve büyütme şanslarının da çok az olduğunu söyleyebiliriz. Devrimci bir yapının parçası olmayı tercih etmeyip, en fazla yan yana gelen fikir işçileri olarak yapılan üretimler daha fazla metin üretse de daha fazla eylem doğuramıyor. Sesine kitlelerden ses bulamayanlar, daha fazla serzeniş, ümitsizlik ve nihayetinde iddiasızlığa sürüklenebiliyor. Böylece devrim kavramı da ayırt etme, alıkoyma ve sevk etme iddiasını yitirmeye başlıyor. Devrimci üretim heyecanı da yerini “küçük direniş imkanlarını” gösteren antropoloji yazınlarına, devrimci tezler de yerini literatür taramalarına bırakıyor.
Paramaz Kızılbaş bu kısa devreye düşmeyi reddedenlerden oldu. Kötülük bu kadar örgütlüyken, örgütsüz iyiliğin vicdani konforuna sığınanlardan olmamayı seçen devrimci fikir işçisi Paramaz, Kobanê’de düşmeden önce ailesine ve dostlarına bıraktığı mektubunda “kurtuluş yok tek başına” dedi ve bunu hakikate vardığı en yakın nokta olarak tarifledi:
Çelişkilerimin aşılamayacağını, zira bunlar toplumsal oldukları için ancak insanın çelişkilerini örgütlemeyi, daha üst bir mertebede toplumsallaştırmaya çalışabileceğini öğrendim. Hayatımda hakikate vardığım en yakın nokta budur.
“İnsanın özü, onun toplumsal ilişkilerinin bileşkesidir” diyen Marx’ın altıncı tezine selam vererek, çelişkilerine beyhude bireysel yanıtlar aramaktan vazgeçtiğini ilan eden Paramaz, bunu yaparken her ne kadar sadece kendi halinden bildiriyor gözükse de, ister istemez bizimle de diyaloga geçiyor bir yandan. Zira, çelişkileri daha üst bir mertebede toplumsallaştırmak dediği an, kendini ziyadesiyle aşan bir faaliyete işaret ediyor, “bize” işaret ediyor. Bu, devrim fikrine meyledenlerin ayırdında oldukları ve bize ayırt ettirdikleri şeydir. Birey olabilmek için özgür olmak, özgür olabilmek için ise “kendi kanunlarını belirleyebilmek” gerektiğini, kanunların toplumsallığından dolayı da bunu cılız bir bedenin ve beynin değil, ancak ve ancak cılız bedenlerin ve beyinlerin devrimci ve örgütlü iradesinin başarabileceğini kavrayanlardır devrimciler.
Nejat, Rojava Devrimi’ni savunmaya gidişiyle aslında “sıradan bir genç olarak sıradan çelişkilerden dolayı, sıradan bir tercihte” bulunduğunu söylemektedir. Ama öte yandan, herkesin yaşayamayacağını düşündüğümüz, “kahramanca” bir kopuştur bu. Burada bir çelişki vardır. Ancak aynı anda üçüncü halin imkansızlığını belirten mantıksal bir çelişki değil, zaman içerisinde sıradanlığın ve kahramanlığın aşıldığı ve sıradan kahramanlığın inşa edildiği diyalektik bir çelişkidir bu.
“Sıradan kahramanlık”, sıradan insanların özgürleşmek için kapitalist barbarlık tarafından dizildikleri sıraya itiraz etmeleri, başkaldırmaları ve bu barbarlığı yıkacak, taş üstünde taş bırakmayacak devrimci iradenin bir parçası haline gelmeleri durumudur sadece. Devrimci fikir işçisi Paramaz’ın yaptığı da, çağırdığı da budur. Sıradan bir gençtir o: Ücretli emekçi bir Türk’tür. Sıradan çelişkilere sahiptir: Ülkesinde işçi sınıfı tekçi faşizan sömürgecilikle bölünmüştür. Sıradan bir tercih yapar ve böylelikle “sıradan bir kahramana” dönüşür: Komünist öncünün bir neferi olur ve Rojava Devrimi için savaşmaya gider. “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır” diyen Sarya Özgür ne kadar sıradan bir gerçeği açık etmişse ya da “Saatlerimizi devrime ayarlamalı, ayakkabılarımızı sıkıca bağlamalıyız” diyen Aziz Güler ne kadar sıradan bir yaşam dizgesi iletmişse bize, Paramaz da o kadar sıradan bir tercih ve çağrı yapmıştır aslında.
Yani Paramaz’ın sıradanlığı, nihilist bir umarsızın değil, bir inşa planı olan, komünist bir neferin sıradanlığıdır, sıra neferliğidir. Yaşamın kendiliğinden akışına kapılıp giden, nehirde bir yaprak anlamında “sıradan” değil; aksine bu akışı kesen, aydının toplumsal aidiyetinin en derin kavranışı üzerinde yükselen “bilinçli, iradi” bir düzeydir bu. Fakat aydının bireysel yüceltilmesine eylemli bir reddiyedir. Muhakkak çok önemli şeyler yapması gereken, öyle ki, bir şey yaptığında her şeyin değişmesini bekleyen; yani ancak ve ancak kahraman olabilecek burjuva aydın kişiliğimizi de paramparça eden bir sıradanlıktır bu. Kavramlara tekrar ayırt etme gücü veren bizi bir şeylere sevk eden bir sıradanlık…
Peki, sevk edileceğimiz yer neresidir? Devrimci bir fikir işçisine artık sözü örgütlemeyi bırakıp siperlere taşınması gerektiği mi salık verilmektedir? Bu çağrıyı böyle okumak Paramaz’ın pratiğini darlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Hatta tam tersine, kişinin kendi koşullarını gereğinden fazla zorlamasına yol açabilir ve neticesinde ataleti yeniden üretebilir. Oysa Paramaz’ın gidişinin hakikati, bize çelişkilerimizin sıradanlığını ve bu çelişkilerin çözümü için yapmamız gerekenleri hatırlatmaktır. İşbölümünün yıkılacağı özgür bir dünyayı kurmak için mevcut işbölümünün bir an önce terk edilmesi çağrısı değil, bu yıkımı gerçekleştirecek örgütlü mücadeleye çağrıdır.
Türkiye’nin batısında sıradan emekçi insanların hayatını büyüleyecek, sıradan kahramanlar çıkaracak büyük bir çıkışın tohumlarını, hakikat arayışçılığının öncü ve artçı örgütünü yaratmanız dileğiyle…
Özetle, “iki dil bilen Boğaziçili sosyolog” da, “İki yumurta kır desen, birini ayağına kıran beceriksiz Nejat” da, “Menkıbe’nin müellifi Nejat” da, eni konu bizi komünist öncü örgütlü mücadeleye çağırmaktadır. Bu örgüt her yerdedir – Gazi’dedir, Gezi’dedir, Rojava’dadır, Nusaybin’dedir. Her alandadır – Akademidedir, siperdedir, radyodadır, dergidedir, duvardadır, parlamentodadır, mahallededir, atölyededir, futbol sahasındadır. Her araçla savaşır – makaleyle, haberle, zorla, söylemle, taşla, ajitasyonla, sohbetle, dayanışmayla. Bireysel eylemden kat be kat üstündür, zira sözü de, fikri de, eylemi de bir strateji ile planlar ve onu bir mızrak ucuna dönüştürüp kapitalist barbarlığın kalbine yöneltir.
Doğrudur, Nejat kahraman bir fikir işçisidir. Ama Paramaz Kızılbaş sıradan bir insandır, sıradan bir komünisttir ve devrimci stratejinin gerekliliklerinin tüm sıradanlığıyla bizi kalemi ve kelamı bırakmaya değil, kavramlara ayırt etme gücünü geri vermeye, bunun için de sözü, yazıyı, düşünceyi ve eylemi öncü örgütün bir organı olarak kullanmaya çağırmaktadır.
Kapitalist barbarlık bu kadar örgütlüyken, örgütsüz iyiliğin kerameti kendinden menkul meşruiyetine aldanmayanlara, hayalgücünü iktidara getirmek için sıradan bir şekilde bir araya gelen komünistlere selam olsun!