Bazı şeyler vardır, gayet güzel bir karışım oluşturur – tuz ve biber gibi. Ancak su ve ateşi birbiri ile karıştıramazsınız. Peki, karşıt nitelikleri karıştırma çabası olarak pazar, tuz ve biber gibi midir yoksa su ve ateş gibi mi?
Bertell Ollman, Market Socialism
SSCB’nin 1950’lerden sonra kapitalist restorasyona uğraması ve akabinde geliştirilen sosyal demokrasi fikrinin neoliberalizme teslim olmasıyla birlikte, serbest pazarı ve özel mülkiyeti olduğu kadar toplumsal mülkiyeti ve planlamayı da dışlayan, “üretim tarzında 3.yol” tartışmaları hız kazandı. Kapitalizmin en ileri düzeyde olduğu ABD ve AB ülkelerinde daha çok mikro işletme modelleri üzerinden katılımcı ekonomi, ekonomik demokrasi, dayanışma ekonomisi tartışmaları yürürken, Latin Amerika’da ise 21. yy. sosyalizmi adı altında kamu, özel ve topluluk mülkiyetini içeren daha karma bir yapı inşa edilmeye çalışılıyor. Öte yandan kapitalist birikimin görece daha az olduğu Chiapas ve Rojava’da daha çok tarım kooperatiflerine, tarım ekonomisine ve öz-yeterliliğe dayalı komünal ekonomi modellerinin tartışıldığını görüyoruz. Bu çerçevede PKK lideri Abdullah Öcalan’ın kuramsallaştırmaya çalıştığı, kapitalizme (ve sosyalizme) alternatif olarak ortaya konan komünal ekonomi perspektifi son zamanlarda akademik çevrelerce epey rağbet görmekte.
Bu yazıda bahse konu perspektifin:
1) Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve planlama konusunda takındığı eklektik tutum sebebiyle kapitalizm ve sosyalizmden ayrı bir üretim tarzı olamayacağını, kısa süre içerisinde ya kapitalizme ya da sosyalizme evrilmek durumunda kalacağını,
2) Bunun sebebinin de tarihsel materyalizmin en temel ilkelerinden ayrılıp, çubuğu idealizm lehine fazlaca bükmesinden kaynaklandığını,
3) Ancak yine de komünal ekonomi düşüncesinin ilerici ve halkçı bir programa sahip olduğunu ve sınıf mücadelesi görüş açısından ele alınabildiği ölçüde bu programın toplumu daha ileri bir üretim tarzı olan işçi ve köylü sovyetleri sistemine hazırlayacak bir pratik sunabileceğini savunacağım.
Bunları yaparken eleştirilerimi alışılagelmişin dışında “komün ve kooperatif içi demokrasi” boyutundan ziyade komün ve kooperatifler arası ilişkilere, yani makro ekonomik seviyeye odaklayacağım.
Öcalan ve Demokratik Uygarlık Düşüncesi
Abdullah Öcalan’ın komünal ekonomi perspektifi onun tarih ve toplum çözümlemelerinin dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İmralı’da kaleme aldığı ve Demokratik Uygarlık Manifestosu üst başlığıyla yayımlanan eserlerinde Öcalan, tarihteki temel çelişkinin devletli toplumlar ve demokratik toplumlar arasındaki çelişki olduğu tezini açmaya çalışıyor. Bu modele göre, tarihte toplumlar; özünde demokratik, eşitlikçi ve dayanışmacı karakter göstermişlerdir.
Bu toplumlar insan ihtiyaçları dışında zenginleşmek için yapılan mal ve para birikimlerine hep şüpheyle bakmışlar, fırsat bulur bulmaz bu birikimleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan çekinmemişlerdir. Hatta bu doğal toplumlar “çok uzun süre değişim değerine yabancıdır. Bunu düşünmez bile, ayıp sayar. Değerli bir nesneyi değerli bulduğu topluluk veya bireylere armağan ederler” (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, 2014: 8).
Bu demokratik eğilim karşısındaki tekelleşme ve iktidar eğilimi ise toplumları hiyerarşik ve sömürücü bir yapıya evriltmiştir. Bu tekelleşme eğilimi kendini en ağır şekilde kapitalizm ve devlet formunda bulmuştur zira “her ikisi de özünde artık-değer gaspı yoluyla toplumun temellerini oyan güçlerdir” (Öcalan, 2013C: 50) Ancak Öcalan’a göre bu tekelleşme eğilimi sadece ekonomik çerçeve üzerinden okunamaz. Marksizmin alt yapı ve üst yapı gibi kavramsallaştırmaları yetersizdir. Cinsiyet, aile, milliyet, din, kültür vb. alanlar da ekonomik sömürü ve devlet şiddetinden bağımsız bir şekilde tekelleşmenin konusu olabilmektedir (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, 2014: 7). Yani tekelleşme, sermaye eliyle olduğu kadar devlet, din adamları, erkeklik pratikleri eliyle de yürür ve birbirlerini dönüştürürler. Örneğin; uygarlıksız kapitalizm diye bir şey olamaz: Artık-değere el koyma mücadelesinin yanında kapitalizmi yaratan bir kültür de vardır. Öcalan’a göre aslolan, tek başına işçi mücadelesi veya kadın mücadelesi değil, bir bütün olarak anti-tekel mücadele eksenine oturmuş demokratik uygarlık mücadelesi olmalıdır (Öcalan, 2013B: 223).
Öcalan’ın düşüncelerinin ikinci düğüm noktası da bununla bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır: yaşam, bireylerin ya da devletlerin değil, grupların bir fonksiyonudur. Gruplar, kültürel, dinsel ve ekonomik olarak bir bütündür. Dolayısıyla çelişkiler bireyler ve sınıflar arasında değil, bunları da içeren toplumsal gövdeler, gruplar arasında cereyan eder (2013C: 223). Nasıl ki doğal toplum yapısı bireylerden değil, gruplardan oluşmuşsa, demokratik uygarlığı kuracak olanlar da gruplar olacaktır. Bu gruplar kendi içlerinde doğrudan demokratik, cinsiyet-eşitlikçi, komünal ekonomiye dayalı, ekolojik yaşam perspektifi ile yaşayacaklar, birbirleriyle de yine aynı perspektif üzerinden ilişkilenip federe birlikler oluşturacaklardır. Peki, buradaki komünal ekonomi nasıl bir şey olacaktır?
Komünal Ekonomi
Komünal ekonominin ruhunu oluşturan ideal, yerelin ihtiyaçlarının yine o yerelin istek, planlama ve emeği doğrultusunda kolektif bir şekilde karşılanması gerektiği düşüncesidir. Kapitalizm ve sosyalizm yerelin inisiyatifini yok etmiş, iradeyi biri bireylerin, diğeri de devletin tekeline devretmiştir. Oysa Öcalan’a göre “ekonomi, en az devletleştirilmiş, özelleştirilmiş toplumsal gerçekliktir. Toplum kolektivizminin en temel dokusudur” (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, 2014: 11).
Öcalan kapitalizmi ekonomiye dair bir şey olarak değerlendirmez. Ona göre, kapitalizm ekonomi değil, tersine, ekonomiyi öldüren bir yapıdır. Kapitalizm bir pazar ekonomisi de değildir zira insanların pazarda birbirleriyle özgürce ve eşit koşullarda ticaret yapabilmesine engel olarak tekelleşmeyi doğurmuştur. Öcalan’a göre doğal toplumda ekonomi aslen bireylerin (işçi, patron, ağa, bey vb.) ya da devletlerin (ulus-devlet, sosyalist devlet vb.) değil, yerellerdeki grupların, komünlerin, toplulukların işidir. Bu ekonominin verimli çalışmasının da koşuludur (Öcalan, 2013C: 181).
Komünal ekonominin ana unsurları üretim kooperatifleridir (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, 2014: 7). Bu kooperatiflerin mülkiyeti, sevk ve idaresi komünlere aittir ve işçileri tarafından demokratik esaslara göre yönetilmelidir.
Burada özel mülkiyeti de, kamu mülkiyetini de reddeden bir perspektif vardır. Dolayısıyla aslolan, grup mülkiyetidir. Komünal ekonomide özel mülkiyete dayalı kapitalist üretim ancak tali olarak bulunabilir. Tabii bu noktada, kapitalizmi doğal toplumun baş düşmanlarından gören Abdullah Öcalan’ın kapitalist tanımının teknik olarak meta ürettiren ve üretim sürecinde yaratılan artık-değere el koyan kişiselleşmiş sermayenin tamamını değil, sadece bir kısmını kapsadığını bilmek gerekiyor. Örneğin, orta ölçekli şirketler kapitalist kuruluşlar değillerdir (Öcalan, 2013C: 98). Ancak beslenme, sağlık, barınma, kültür-sanat gibi temel alanlar bu şirketlerin faaliyet konusu olmamalıdır. Bu alanlar komünal yaşamın, kooperatiflerin konusudur. (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, 2014: 91).
Öcalan’a göre metalar da dahil hiçbir toplumsal değer ölçülebilir bir şey değildir zira “yalnız canlı emeğin değil, sayılması olanaksız emeklerin ürünü olan bir maddeyi bir kişinin emeğinin değeri saymanın kendisi yanlışlık olup, değer gaspı ve hırsızlığın önünü açan bir yaklaşımdır” (Öcalan, 2013A: 136). Dolayısıyla komünal ekonomide, emeğe değer biçmek yoluyla kısıtlayan değişim değeri değil, kullanım değeri ön planda olmalı ve istismar yaratacak kazanç biçimleri engellenmelidir (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi, 2014: 88).
Öcalan pazarı ve ticareti dışlamamakta, bilakis varlıklarını zorunlu görmektedir. Evet, komünal ekonomide gruplar birbiriyle özgür bir şekilde pazar üzerinden ticaret yapacaklardır. Ancak burada ölçü yine kâr zemini yaratmanın değil, topluluklar arasındaki ihtiyaç alışverişini kolaylaştırmanın aracı olarak değerlendirilir. Sadece satmak için değil, ihtiyaç için üretilir. Ticaretin amacı para olmadığı gibi, temel aracı da para değildir (2014: 93).
Dolayısıyla Öcalan’da pazar, denetimsiz ve kendiliğinden bir ilişki biçimi olarak tasavvur edilmemektedir. Zira, “herhangi bir topluluk veya bölge, kendi pazarını oluştururken, diğer toplulukları veya bölgeleri ilgilendiren kararları tek başına alamaz ve hayata geçiremez” (2014: 89). Burada grupların oluşturduğu demokratik birlikler ve meclisler belirleyici rol oynayacaklar, değişim değerinin ve kârın aşırılaşmasını engelleyeceklerdir. Özel mülkiyetin grup mülkiyetine veya bir grup mülkiyetinin diğer grup mülkiyetine karşı sömürücü derecede baskın çıkmamasının teminatı, hayatın her alanını örgütleyecek olan doğrudan demokratik bu yapılar, meclisler olacaktır.
Komünal ekonomi perspektifi Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi (KUÖH) tarafından düzenlenen çalıştay ve konferanslarda da geliştirilmeye, somutlaştırılmaya çalışılıyor. Sebze hallerinin, çarşı ve bakkalların kooperatif şeklinde örgütlenmesi; küçük ölçekli şirketler tarafından yapılan üretimde ortak tedarik yönteminin geliştirilmesi; Hevsel Bahçeleri’nin Diyarbakır’ın kentsel tarım alanları olarak kurgulanması; “yerelde üret, yerelde tüket” anlayışının yükseltilmesi; takas pazarlarını kurumsallaştırılması; kâr amacı gütmeyen kredi birlikleri kurulup düşük faizli kredi ya da yüksek faizli mevduat uygulanması, konferans bildirgelerine geçen kurumsallaşma önerilerinden bazılarıdır. (Bildirgeler)
Zemin Temizliği: Temel Kavram ve İlişkiler
Peki, birey ya da toplum mülkiyetinin değil, grup mülkiyetinin esas olduğu, kooperatifler içerisinde sömürünün olmadığı; küçük ve orta boy sermaye ile dayanışmacı ekonomi ağlarının bir arada yaşadığı; pazarı merkeze alan ancak toplumun siyasi örgütlülüğünün ve bilinç düzeyinin aşırı kârı baskılayabildiği ve kullanım değerinin temel alındığı bir ekonomi kurmak ve onu sürdürmek mümkün müdür? Bu, birçok açıdan olanaksız gözüküyor.
Grup ve Mülkiyet
Mülkiyetin gruplara ait olmasının ne anlama geleceğini tartışmadan önce ekonomik bir modelin temel unsuru olarak “grup” kavramının gerekliliğini ve geçerliliğini sorgulamamız gerekiyor.
16-19. yüzyıllarda, hatta 20. yüzyılın ilk yarısına kadar dünyadaki toplumları kapitalist ve köylü toplumlar olarak ikiye ayırabilir, ülkeler içinde de görece dışa kapalı, geçimlik üretim yapan, kültür ve gelenek özgünlüğüne sahip, görece küçük ölçekli yerellerden ve bu yerellerdeki üretim atölyelerinden/küçük fabrikalardan bahsedebilirdik. Ancak günümüzde üretim toplumsallaşmış, üretici güçlerin gelişimiyle birlikte üretim kitle (hatta dünya) ihtiyacı ölçeğinde üretime imkan tanıyan büyük fabrikalarda yoğunlaşmış, köylerdeki küçük gruplar dağılmaya başlamış, nüfusun büyük bir bölümü şehirli işçi nüfusu haline gelmiştir. Yani yoğunlaşıp merkezileşmiş üretimi bölmek bu üretim düzeyinde artık mümkün değildir. “Aksi durumda kırsal alanın iktisadi örgütlenmesinde faydalı bir araç olan üretim örgütlenmeleri, toplumsallaşmış üretim alanları için parçalanma anlamına gelecektir” (Lenin, 1990: 441-5). Nasıl üretim parçalanabilecek düzeyi geride bırakmışsa, şehirlerde yoğunlaşmış ve bir sınıf haline gelmiş işçi kitlelerinin de yerel gruplar olarak parçalı bir yapıya sahip olduğundan bahsedilemez artık. Böyle bir durumda grup kavramının tek anlamı “işçi şehirleri” ya da “büyük ölçekli işçi komünleri” olabilir.
Üretimin merkezileşmesinin yanında, üretim alanları pazara dayalı iş bölümü neticesinde birbirine bağımlı hale gelmiş; artık gündelik ihtiyaçlar toplamımızı oluşturan ürünlerin her biri, hatta her bir ürünün üretimi için gereken fiziksel faktörler (hammadde, işgücü, teknik) dahi pazara dayalı iş bölümü altında farklı şehir, hatta farklı ülkelerden sağlanmaya başlanmıştır. Bu da geçimlik tarım ve basit inşa ve üretim faaliyetleri dışındaki asıl ekonomik alanı karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde olan parçalardan oluşan ve son derece karmaşık bir bütün olarak görmemizi, dolayısıyla anti-kapitalist olması düşünülen üretimi ve mülkiyeti de grupların değil, bir bütün halinde işçi sınıfının etkinliği ve hakkı olarak kavramamızı gerekli kılmaktadır.
Bir an için tahayyül edilen şeyin toplumsallaşmış üretime göre gruplanmış büyük işçi komünleri olduğunu düşünelim. Bu durumda, Öcalan’ın “herhangi bir topluluk veya bölge, kendi pazarını oluştururken, diğer toplulukları veya bölgeleri ilgilendiren kararları tek başına alamaz ve hayata geçiremez” ilkesi ile toplum mülkiyeti ve planlı bir ekonomi önerildiği anlamına mı gelir?
Mülkiyet hakkı temelde iki hakkın bileşkesidir: Kullanım hakkı ve devir hakkı. Öcalan, grupların üretim araçları üzerindeki haklarının kullanım hakkı ile sınırlı tutulacağını söyler. Yani bu araçlar alınıp satılamaz ancak neyin ne kadar üretilip, üretilen ürünlerin nasıl bölüşüleceği konusunda karar hakkı tamamen olmasa da büyük ölçüde gruplardadır. Buradaki “büyük ölçüde” ifadesi bu hakka getirilen hukuki sınırlamalar olduğuna işaret ediyor. Ancak Öcalan’ın gruplara dayalı ontolojisi, özyönetim ve adil pazarlara olan vurgu, esas olanın grupların kullanım hakkı olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla Öcalan’ın söz konusu ilkesi, planlı üretimi ve üretim araçlarının tüm yönleriyle topluma ait olmasını değil, neyi, ne kadar üreteceklerine son kertede kendileri karar verecek olan bağımsız grupların, ürünlerini birbirleri ile değişirken siyasi üst yapılar (ekonomi konseyleri, meclisler vb.) yoluyla dayanışmacı ve anlayışlı davranmaları gerektiğini salık veren yarı etik, yarı hukuki bir ilke olarak gözüküyor.
Peki, bu değişim neye göre olacaktır? Pazar ile kullanım değeri birbiriyle ne derece uyuşan kavramlardır ve bu yarı-hukuki ilke nasıl bir üretim düzenini besler?
Artık-ürün, Pazar ve Değer
Kullanım değeri, üretici güçlerin gelişim düzeyinin artık-ürün üretimine izin vermediği ve ihtiyaçların basit bir iş bölümü içinde doğal bir uyum ile üretilip dağıtıldığı kapalı ve küçük ilkel komünal topluluklarda geçerli olabilir. Buradan yola çıkılarak, modern komünal ekonomide de artık-ürün üretimine gidilmeyeceği, “doğal toplumlarda” olduğu gibi sadece temel ihtiyaçlara odaklanılacağı, bu sebeple pazarda oluşacak değişim değerinin birikime yol açacak boyutta bir risk yaratmayacağı iddia edilebilir mi peki?
Buna karşı öncelikle belirtmek gerekir ki, temel ihtiyaçlar karşılanıp biten şeyler değil, devamlı surette gelişen şeylerdir. Günümüzdeki “tüketim çılgınlığının” yıkıcı boyutlara ulaşmış olmasına yönelik eleştiriler, ihtiyaçların ontolojisinin dinamik bir yapı arz ettiği gerçeğini değiştirmez. Dolayısıyla temel ihtiyaçları tanımlayarak “doğal toplum” adı altında sabit tutmaya yönelik bir bakış açısı, özcü bir mitolojiye dayanması bir kenara, üretici güçlerin zamanda donup kalması ve insanların kendi maddi koşullarını iyileştirmekten vazgeçmesi gerektiğini söylemekten farksız olacaktır. Aksine, ihtiyaçların dinamik yapısı her zaman artık-ürün motivasyonunu besleyecektir. Günümüzde kapitalizmin temel sorunu artık-ürün üretimi değil, bu üretimin toplum için yapılmaması, kapitalist sınıfın çıkarlarına göre yapılmasıdır.
Üretici güçlerin son derece geliştiği, üretimin devasa boyutlara ulaşıp işbölümü ile toplumsallaştığı ve birbirinden bağımsızlaşmış üreticilerin yaşamlarını sürdürmek ve geliştirmek adına toplumun geri kalanının kullanımı için ürettikleri artık-ürünleri birbirine sattıkları bir yapıda aslolan değer, kullanım değeri değil, zorunlu olarak değişim değeri olacaktır. Bunun sebebi, ortada planlı bir üretim olmamasından dolayı, kendi üretim araçlarının kullanım hakkına sahip olan birbirinden bağımsız üreticilerin toplumun ihtiyacından az ya da fazla üretebilecekleri artık-ürünlerini pazarda değişime sokmak için nesnel bir eşdeğer ölçütüne, yani “nesnel bir soyutlamaya” ihtiyaç duymalarıdır.2 Yani alıcı olarak karşısında sadece belli bir grup değil, gruplardan oluşan topyekûn bir pazar olduğundan, ürünlerin değeri grupların subjektif kullanım değerine göre değil, nesnel değişim değerine göre belirlenecektir. Bunun başkaca bir yolu da yoktur.
Elde edilen artık-ürünler kaynaklara erişim, verimlilik ve dış pazarlara açıklık düzeyi gibi faktörlere bağlı olarak pazardaki rekabet sonucu ticaret kârı olarak belli ellerde toplanacak, üretim hacmindeki artış iş bölümünün ve kapitalist kâr mekanizmalarının kurulmasına zemin hazırlayacaktır. Yani ortalama değişim değerinin üstünde değer üreten üreticilerden, değişim değerinin altında değer üretebilenlere doğru zenginlik akışı olacaktır. Hileli değil, tamamen âdil, yani herkesin emeği ile varolup, eşdeğer metaların mübadele edildiği serbest bir pazarın zorunlu sonucudur bu. Bu da bir tarafta yoksullaşma ve iflasları, diğer tarafta zenginleşme ve tekelleşmeyi getirecektir. 16-17. yüzyıllarda Avrupa’da basit meta üretimi içinde ortaya çıkan ticaret sermayesinin, sonrasında sanayi ve finans sermayesine dönüşerek bağımsız üreticileri mülksüzleştirip, nihayetinde proleterleştirmesi gibi, grup mülkiyetine ve değişim değerine dayalı bir pazar ekonomisi de aynı evrelerden geçecektir.3 Bireylerin değil, grupların ticaret yaptığı bir pazarda değişen tek şey bireysel kapitalistlerin yerini kolektif kapitalistlerin alması olacaktır.
Peki, serbest değil, kontrollü bir pazarı savunan komünal bir ekonomide temelde üreticilerin gönüllülük esasına dayalı birlikleri olan konseyler ve meclisler bu olumsuz riskleri nasıl önleyecektir? Daha doğrusu, önleyebilecek midir?
Yeniden-Dağıtıcı Adaletin Sınırları
Model 1: Tam Komünal Ekonomi
Öncelikle tüm üretimin ve paylaşımın demokratik komün ve kooperatifler arasında yapıldığını varsayalım. Şüphesiz ki doğrudan demokratik halk meclisleri ağı ve ekonomik konseyler, grupların birbirini dinlemesine, anlamasına ve koordine olmasına yardımcı olabilecektir. Ancak bu meclisler, nihayetinde sadece zamanla bozulan üretim ve bölüşüm ilişkilerine müdahale etmeye çalışacaklarsa, yeniden-dağıtıcı adalet unsurlarından başka bir şey olmayacaklardır.
Verili zamanda üretim araçlarının kullanım hakkı (ne ve ne kadar üretileceğine karar verme hakkı) toplumun tümünden daha küçük ve son kertede birbirinden bağımsız parçalara devredilmiş olduğu için, üretimde ve dolaşımda rekabet ve kâr mantığının kendini somutlamasına nesnel bir olasılık olarak izin verilmek durumunda kalınacaktır. Kullanım hakkının hüküm sürmek zorunda olduğu bir yerde birileri “illa ki” daha üretken olacak, aynı malı toplumsal değerinden daha az maliyetle üretecek ve daha düşük fiyata satıp pazar payını arttıracaktır. Böylece, rekabetin palazlanmasına; belli grupların yavaş yavaş pazarı kontrol etmesine; artık-ürün ticareti yoluyla birikimlerini arttırmasına; bu şekilde zenginleşen ve yoksullaşan gruplar arasında borç ilişkisinin gelişmesine; grupların iç ve dış ittifaklar kurmasına ve bu ittifakların egemen meclisler sistemini grup çıkarları doğrultusunda etkileme riskinin artmasına yol açılacaktır. Bu, “göze alınabilecek” bir risk değildir ve büyüklüğü, üretici güçlerin ve önemli sektör işletmelerinin eşitsiz dağılımına, sektör içi veya sektörler arası grupların eşitsiz gelişimine ve küresel sermayenin saldırılarına bağlı olarak artacaktır.
Peki ya bu meclisler en temel dağıtım koşullarına müdahale ederlerse? O zaman bu asimetri baştan önlenebilir mi? Üretici güçlerin büyük bir kısmını, yani üretim araçlarını, başlangıç sermayesini, önemli sektörleri, hammadde tür ve miktarlarını ve eğitimli kadroları başlangıçta tek seferliğine eşit bir şekilde paylaştırıp dış ticareti mutlak bir şekilde yasakladığımızda ve grupları sadece kullanım hakkı ile sınırladığımızda eşitsiz gelişimi “bir ölçüde” engelleyebiliriz. Ancak böylesine eşit bir dağılım ve bunun sürekli kontrolü bile öylesine üst düzey (ve hatta belki de imkansız) bir merkezi planlama politikası gerektirir ki, ne Öcalan’ın ne de KUÖH’nin böyle merkeziyetçi bir hedefi vardır. Zaten tartıştığımız şey grupların özerkliğidir.
Bir an için hedeflenenin bu olduğunu, yani bahsedilen üretici güçlerin tamamen eşit dağıtılıp, zaman içerisinde de eşit tutulacağını, dış ticaretin yasak olduğunu ve grupların üretim araçlarının kullanım hakkı ile sınırlanmış olduklarını varsayalım. Bu durumda bile, grup başına toplam çıktı miktarı ve dolayısıyla değişim değeri öncelikle eldeki hammadde, toprak ve üretim araçlarının ne kadar “verimli” kullanıldığına, yani grupların iç çalışma disiplinine, üretimi örgütleme becerilerine ve tekniği geliştirme girişimlerine göre farklılaşacaktır. Çünkü zihinsel ve sosyal-örgütsel gelişim dinamiği de üretici güçlere dahildir ve tarihi, coğrafi, toplumsal ve biyolojik sayısız etkenin belirlediği bu güçleri kati bir şekilde eşit dağıtmak/tutmak mümkün değildir. Daha da önemlisi, grubun kârının (artık-ürünün) oranı ve büyüklüğü öz-sömürü oranına, yani grup üyelerinin kendi tüketimlerine ayırdıkları paya, belirledikleri çalışma süresi uzunluğuna ve yoğunluğuna bağlıdır. Dolayısıyla, denetlenemeyen gelişimler ve “tercihler” kaçınılmaz olarak kâr ve birikim düzeyindeki farklılaşmalara yol açacaktır.
Diğer bir deyişle, toplum mülkiyeti dışındaki tüm mülkiyet biçimleri, eşitsiz gelişimi toplum karşıtı bir silah haline getirecektir.4 Siyasi üst-yapının alacağı önlemler her zaman değişim değerinin belirlediği üretim ilişkilerine, yani pazara ardıl olmak durumunda kalacak, yani bu yapılar belirleyen değil, belirlenen olacaklardır.
Bu, gruplar arasında hiçbir şekilde kullanım değerini içeren dayanışmanın gelişmeyeceği anlamına değil, artık-ürün değişiminin niyetlerden bağımsız olarak “öncelikle” değişim değeri üzerinden yapılmak zorunda olduğu anlamına gelir. Bunun başlıca sebebi, biyolojik bir tür olan insanların “öncelikle” kendi maddi yaşam koşullarının yeniden üretimini garanti altına almak isteyecek olmaları ve üretim araçlarının kullanım hakkı açısından bölünmüş grupların, her geçen gün artan maddi ihtiyaçlarını karşılamak istediklerinde bunun fiziksel olarak dolaysız yolunun kendi gruplarının üretkenliklerini arttırmaktan geçecek olmasıdır. Çünkü grupların birincil derecede sorumlu ve hak sahibi oldukları, dolaysız olarak kontrol edebilecekleri ve sonuç alabilecekleri şey “öncelikle” kendi üretici güçleri ve birikimleridir. Diğer bir deyişle bu “öncelik”, özerklik ilkesi gereği üretim ilişkileri açısından her grubun ekonomik olarak bağımsız oluşundan, yani toplumun tümüne bağlı olmayışından ileri gelir.
Komün, kooperatif ve bölgelerin kendi bütçelerini, toplumsal-ekonomik planlarını ve yatırımlarını düzenleme hak ve yetkisine sahip olmalarından kaynaklı olarak öncelikle kendi varlıklarını garanti altına alma ve ‘pastadan pay kapma’ çabası içerisine girmelerinin yıkıcı sonuçlarını en iyi Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti (YSFC) ve geç dönem SSCB deneyimlerinde görürüz. İşçi yönetiminde komün, kooperatif, bölge ve federasyonların özyönetimine dayalı pazar sosyalizmini uygulayan YSFC’de, geçmişten devralınan eşitsiz birikim ve üretici güçlerinin zaman içerisinde asimetrik gelişimi sonucu merkez ve çevre bölgeler (ve bu bölgeler içerisinde güçlü ve zayıf komünler, işletmeler) ortaya çıkmıştı. Ancak “ortak” üst yapı olan federal devletin az gelişmiş bölge ve işletmelere kaynak aktarımı politikaları siyasi alanda anlaşmazlıklara sebep olmuş, gelişmiş bölgelerin siyasi temsilcileri ve ideologları “irrasyonel olacağı” gerekçesiyle söz konusu yeniden dağıtım politikalarına itiraz etmişti. Sonuçta gelişmiş komün ve bölgelerin siyasi üst yapıdaki karar alma gücü galip gelmiş, 1956 ve 1965 reformları ile adem-i merkeziyetçi yapı daha da arttırılarak yeniden-dağıtıcı adalet zayıflamış, nihayetinde de sosyalist cumhuriyet kapitalist restorasyona uğratılmıştı (Sancaktar, 2009; 259-69). SSCB’nin kapitalist restorasyonu da benzer bir şekilde işletmelerin ekonomik özyönetim hakkı kazanması sonucu gerçekleşmişti. Şirketlere karar alma konusunda özerklik veren ve 1965 yılında yürürlüğe giren Sosyalist Endüstriyel Girişim Yasasının akabinde kısa süre içerisinde öncelikle ağır sanayide, sonra da diğer sektörlerde karşı-devrimci sektörel birlikler oluşmuş ve sadece piyasalar değil, siyasi üst yapı da bu grupların çıkarları doğrultusunda şekillenmeye başlamıştı.
Üretim tarzının iç mantığı ve tarihteki deneyimlerin de gösterdiği üzere, bir komün ya da kooperatif için kendi refahının arttırmanın dolaysız yolu olarak pazarda üstünlük kazanma (ya da en azından diğerleri ile eşit durumda olma çabası), halk meclislerinden oluşan siyasi üst yapının dolaylı yoluna er ya da geç üstün gelecektir. Grubun ve toplumun çıkarlarının çeliştiği noktalarda bu çelişki daha sert yaşanacaktır.
Model 2: Karma Komünal Ekonomi
Komünal ekonomi inşa sürecinde sadece komün ve kooperatiflerin değil küçük ve orta ölçekteki kapitalist şirketlerin de yer alacağı bir ekonomidir. Burada öncelikle belirtmek gerekir ki küçük veya orta ölçekli kapitalist şirketleri tekellerden daha “zararsız” gören yaklaşım meselenin boyut değil, işleyiş mantığı olduğunu gözden kaçırmaktadır. Bugün orta ölçekli diye mazur görülen tüm kapitalist şirketler birer tekel adayıdır. Sadece mevcut tekelleri siyasi üst-yapı yoluyla mülksüzleştirmek çözüm olmayacak, birikim yasaları gereği zaman içerisinde yeni tekellerin doğması da kaçınılmaz olacaktır.
Orta ve büyük burjuvazinin de varolduğu pazarların dolaysız sonuçlarından biri de şirketler ve kooperatifler arasında rekabetin gelişimidir. Kapitalist şirketler, kooperatiflerle benzer ürünleri üretebildikleri müddetçe bu rekabetten kooperatifler zararlı çıkacaktır. Bunun en temel sebebi, toplam artık-değer sömürüsü daha yüksek olanın rekabette daha avantajlı olacağı gerçeğidir. Özel şirketler geçmişteki yüksek artık-değer sömürüsü ile sağladıkları görece yüksek birikimleri sebebiyle daha yüklü sabit sermaye yatırımı yapabilir, teknolojinin sağladığı yüksek verimlilik sayesinde aşırı üretime giderek ürünlerini daha düşük fiyata satabilirler. Tekellerde bu avantaj kıyas kabul etmeyecek derecede daha yüksek olacaktır. Sermaye karşısında pazardan pay almak isteyen ancak onun kadar birikime ve üretim ölçeğine sahip olmayan kooperatifler de fiyatı düşürmek için aynı yolu izleyecek ve yatırımı arttırmak için ya kredi kullanarak, ya işçi çıkararak ya da ücretleri düşürerek emeğe ayırdıkları payı azaltmak zorunda kalacaklardır. Fiyatını düşüremeyenler ise, 95 TL’ye triko satan Kazova Tekstil örneğinde olduğu gibi, “dayanışma ağlarına” güvenmek zorunda kalacak, ancak bu bir ekonomik model olmayacaktır.
Fiyat rekabetine girmek zorunda kalınca işçi ücretleri en iyi ihtimalle ortalama kapitalist şirketler seviyesine gerileyecektir. Demokratik niteliklerini korumak isteyen kooperatiflerde çalışan ve mesai saatlerine ek olarak boş zamanlarında bir de yönetim yükü ile karşılaşan işçiler için bu model sürdürülemez hale gelecektir. İflas etmek istemeyen kooperatiflerin ilk vazgeçeceği şey de demokratik ve ekolojik ilkeler olacaktır. Kapitalist rekabet, orta ölçekli işletmeleri vahşi sömürü yöntemleri kullanmaya daha fazla iter, zira büyük işletmelerin sahip olduğu reklam, teknolojik araştırma, geniş ölçekli üretim gibi avantajlardan yoksundurlar. Sadece doğayı ve emeği sömürerek rekabette avantaj sağlayabilirler.
Nitekim 75 bine yakın çalışanı ile endüstri, finans, perakende ve bilgi sektörlerinde faaliyet gösteren ve bugün dünyanın en büyük kooperatifler topluluğu olan Bask’taki Mondragon Kooperatif İşletmesi’nde yaşanan durum da tam olarak budur. Yönetimde söz hakkı olan üye işçiler, piyasadakinden daha yüksek ve kendi aralarında da çok daha dengeli ücretler alsalar da, rekabet baskısı sebebiyle, tıpkı kapitalist tekellerin yaptığı gibi, üretimi yurt içinde kapitalist taşeronlara, yurt dışında da ucuz işgücü sunan Mısır, Meksika, Arjantin, Türkiye, Tayland ve Çin gibi ülkelere kaydırmak durumunda kalmıştır. Gelinen noktada İspanya içinde çalışanlar da dahil, kooperatif üyeliği statüsü olmayan ve tam zamanlı, yarı zamanlı veya geçici olarak çalışan söz konusu ücretli işçilerin sayısı, toplam işçilerinin üçte birine ulaşmıştır. Bu durum, “geçici” ya da “istenmeyen” bir süreç değildir zira üye işçiler toplam ücret-kârlarını üye olmayan işçilerin artık-değerlerini (mutlak ya da göreli biçimde) sömürerek korumaktadırlar. Diğer bir deyişle, kapitalist rekabet, Mondragon’u giderek daha yüksek oranda artık-değer sömürüsüne, daha doğrusu “sömürü ihracına” mecbur bırakmaktadır.
Sonuçta görece demokratik niteliklerini korumayı hedefleyen ve iflas etmek istemeyen bir kooperatifin payına en fazla toplumun yeniden üretimi için hayati olmayan alternatif pazarlarda sınırlı bir üretim düşecektir. Diğer bir deyişle, ileri kapitalist toplumlarda rekabet, kooperatifleri daha baştan ve hızlı bir şekilde sistem için zararsız sektörlere sıkıştıracaktır.
Zaten kapitalist üretimin can damarları olan metal sanayisinin, demiryolları yapımının, makina imalatının, vb. kooperatif üretim temelinde gerçekleştirilebilmesi için küçük ölçekli kooperatiflerin yetmeyeceği, kooperatif emeğin ülke çapında örgütlenmesi gerekeceği gerçeğine yukarıda da değinmiştik. Dolayısıyla Öcalan ve KUÖH’ün “devleti işlevsizleştirme” adı altında devletin ve burjuvazinin üretim sahasının dışında kalan bir ekonomiyi demokratik bir biçimde inşa etme iddialarının da geçerliliği olamayacağı anlaşılabilir. Zira devlet ve burjuvazi dışı bir alanı hedeflemek, basit gündelik hayatın idamesi için gerekli olan temel metaların (enerji, dayanaklı tüketim malzemeleri, makine, silah, iletişim aygıtları, tekstil, kimya vb.) üretimini dahi burjuvaziye teslim etmek anlamına geleceğinden, inşa edilen şey de bir “ekonomik model” değil, en fazla alternatif pazarlara sıkışmış bir dayanışma ağı olabilecektir.
Bu noktada siyasal iktidarı sağlama başarısı gösterecek halk meclisleri federasyonunun görevi, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek değil de, değişim değerine belli bir sınırlama koyarak damping ve fahiş fiyat uygulamalarının önüne geçmek ve kapitalist kesime ve avantajlı/gelişmiş komün ve kooperatiflere uygulanacak yüksek vergilerle ya da dezavantajlı gruplara verilecek teşviklerle piyasa “adaletini” sağlamak olacak ise eğer, öncelikle bunun kapitalist ulus-devletlerin yeniden-dağıtıcı adalet(sizliğ)inden -ve dolayısıyla onun yarattığı sonuçlardan- çok da bir farkının olamayacağını belirtmek gerek.
Yeniden-dağıtıcı adalet bundan daha ilerici formlara evrilmeye başladığında ise burjuvazinin de aynı oranda sertleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Örneğin, 1970’lerde sosyal demokrasinin doruklarından biri sayılabilecek İsveç’te geliştirilen ve şirketlerin vergilerini para olarak devlete değil, şirket hissesi olarak Share-Levy Ücretliler Fonu’na aktarmalarını ve işçiler/sendikalar tarafından işletilen bu fonun sayesinde uzun dönemde İsveç’in toplam sermaye yapısının işçi sınıfı lehine bir nitelik kazanması öngören bir uygulama devreye sokulmuş, ancak sermayenin ve onun temsilcisi sağ partilerin devasa fonlarla beslenen kampanyaları ve lobileri sayesinde yasa 1992’de geriye dönülmemek üzere rafa kaldırılmıştı (Wright, 2009: 162-4).
Sonuç olarak; siyasi üst yapınızı ne denli demokratik hale getirmeye çalışırsanız çalışın, tarihin ve bilimin defalarca kanıtladığı üzere, kapitalist mantığın ve kapitalist şirketlerin saldırılarına açık haldeki ekonomik sisteminiz eşitsizlikleri yeniden üretecektir. Üretim içi demokrasiniz üretim alanından bağımsızlaşarak kapitalist modernitenin demokrasisine, yani bir hiçliğe dönüşecektir.
Akademiler ve Bastırılan Materyalizmin Dönüşü
Her ne kadar doğrudan demokratik nitelikte olsalar da, şüphesiz, Öcalan halk meclisleri ağını hiçbir zaman burjuva temsiliyet esasları üzerine kurmadı. Bunu, yeni insanı yaratacak olan ve anti-kapitalizm üzerine bina edilecek akademilere, eğitim ve kültüre verdiği önemden görebiliriz. Yani halk meclisleri sadece oy kullanılan yapılar değil, kitleleri eğiten bir okul olacaktır aynı zamanda.
Bir sistem yaratmak, bir kültür ve bir ahlak yaratmak, yani “yeni insan” yaratmaktır aynı zamanda, bu doğru. Bu açıdan kültür, eğitim vb. yapıların üretim tarzının değişimi üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını söylemek ahmaklık olurdu. Ancak eğitimi, mevcut üretim tarzının yarattığı çelişkilere işaret etmek veya siyasi bir hedefi zihinlerde somutlamak için kullanmak bir şeydir, onu tek başına yeni bir üretim tarzına geçişin ana unsuru olarak görmek ise başka bir şey.
Komünal ekonomi tezinde akademilerin rolüne baktığımızda, (halk meclislerinden oluşan siyasi alanın rolüne benzer bir şekilde) hayatın yeniden üretiminin maddi koşulları ile son kertede bu koşullar “üzerine” yükselen entelektüel alanın belirleyicilik güçlerinin neredeyse idealizme varan bir ontoloji ile birbirine eşlenebildiğine şahit oluyoruz. Devrimci üst-yapı kurumları, üretim tarzında açığa çıkan çelişkilerden neredeyse bağımsız, hatta onu belirleyen bir etki alanına sahiplermiş gibi görülebiliyor.
Eğer kapitalist ya da daha geri bir üretim tarzının hakim olduğu bir yerde akademilere rekabet ve kâr mantığının yerleşmesini engelleme görevini veriyor ancak grup mülkiyeti ve pazar üzerinden kapitalist üretim tarzının kendini nesnel olarak yeniden üretmesine fırsat tanıyorsanız, sükutu hayale uğramanız kaçınılmaz olacaktır. Kitaplar, seminerler ve etik-ideolojik eğitimler, üretici güçlerin gelişmesiyle daha fazla artık-ürün üretip, fiyatı düşürme noktasında önünde mülkiyet ve üretim ilişkileri açısından bir engel olmayan grupların rekabet sonucu birikimlerini asimetrik olarak geliştirmesine de engel olamayacaktır.
İlkel komünal toplulukların değişime uğramasının “nesnel koşulu” nasıl ki salt iktidar hırsı değil, artık-ürünün ortaya çıkışı ise, kapitalist eşitsizliği yaratan şeyin temeli de ahlaksızlık ve eğitim eksikliği değil, kapitalizmin üretici güçleri devrimcileştirmesi ve kitlelerin mülksüzleştirilip proleterleştirilmesi neticesinde sağlanan ucuz, çeşitli ve çok sayıda metanın üretimiydi. Dolayısıyla, kapitalizmi aşmanın yolu da öncelikle ahlak ve eğitim değil, toplum için üretim yapmadığından dolayı üretici güçleri artık geliştiremeyen kapitalist üretim tarzının aşılması ve üretim araçlarının kullanım hakkının istisnaya yer bırakmayacak şekilde tüm topluma devredilmesi olacaktır.
Nitekim, sıraladığımız sorular, işaret ettiğimiz açmazlar ve önerilen çözümler, komünal ekonomi perspektifinin tartışıldığı konferans ve çalıştaylarda da belli ölçüde dile getirilen çekincelerdir. Düzenlenen son üç etkinliğin sonuç bildirgelerinde kapitalist saldırının temelinin ücretlilik ilişkisi olduğuna ve bunun “kamusal denetim üniteleri” tarafından önlenmesi gerektiğine; KOBİ’lerin emek sömürüsünün en fazla yaşandığı yerler olduğuna; toprak, su, enerji, ulaşım, barınma, eğitim ve sağlığın komünlere ve şirketlere bırakılacak alanlar olmadığından dolayı kamulaştırılmasının zorunluluğuna; dayanışmacı kooperatif deneyimlerinin zaman içinde başlangıç amaçlarından saptığına, halk desteğinin azaldığına, sürdürülebilirlik sağladığında ise grup ayrıcalığı yaratma riskini açığa çıkardığına değinilmektedir (Bildirgeler).
Grup Mülkiyetinden Toplumsal Mülkiyete, Pazardan Planlı Ekonomiye
Özetlemek gerekirse;
1. Artık-ürünün ve grup mülkiyetinin olduğu ancak planlamanın olmadığı yerde pazar; pazarın olduğu yerde ise kullanım değil, değişim değeri esas olmak zorundadır.
2. Üretici güçlerin mutlak bir biçimde eşit dağıtılması/gelişmesi ve mümkün olmadığından ve öz-sömürü oranı sabitlenemeyeceğinden dolayı, grupların ekonomik gelişimleri asimetrik olacaktır.
3. Yeniden-dağıtıcı adalet, dağıtımın adaletsiz olduğunu varsaymak durumundadır.
4. Ekonomik özyönetim ilkesi gereği her grup kendi gelişimini garantiye alma/önceleme hakkına sahip olacağından, zenginleşen gruplar üst-yapıdaki siyasi mekanizmaların serveti radikal bir biçimde yeniden-dağıtmasına engel olacaklardır. Burjuvazinin varlığı ise bu durumu daha da hızlandıracaktır.
5. Burjuvazinin üretim potansiyelinin tamamına yakınına sahip olduğu günümüzde kooperatifler ölçekleri itibariyle genelleşmiş üretim gerektiren sektörlere giremeyecek, diğer alanlarda ise kapitalist şirketlerle rekabet edemeyecek ve gündelik hayatın yeniden üretimi noktasında önemsiz alanlara hapsolacaklardır.
6. Eğitim bir üstyapı kurumu olduğu için maddi hayatın yeniden-üretim koşulları karşısında son kertede belirleyen değil, belirlenen olacaktır. Eğitim ile toplumun ekonomik yapısının kökten dönüşebileceğini iddia etmek idealizmdir.
Komünal ekonomi ilkelerinin mantıksal çıkarımları ve yereldeki tartışmalardan elde edilen sonuçlar, kullanım değerine dayalı bir ekonomiyi inşa edebilmek için tüm üretim araçlarının kamulaştırılması ve pazarın değil, merkezi planlamanın esas alınması gerekliliğini göstermektedir. Yani komünal ekonomi inşa yolunda sosyalistleşmek zorundadır. Aksi halde kapitalizme geri dönecektir. Diğer bir ifadeyle, üretim araçlarının birey ya da grup mülkiyetinin yarattığı her sorun, ancak mülkiyeti daha fazla toplumsallaştıracak önlemlerle çözülmek durumunda kalacak ve bu pratikler de bizi zorunlu olarak merkezi planlı sosyalist ekonomiye götürecektir. Zira ancak sosyalizmde kârın güdülediği aşırı üretim israfı son bulabilecek ve planlı ekonomi sayesinde tüm artık-ürün toplumun tamamı tarafından adil bir şekilde üretilip, bölüşülebilecektir. Böyle bir ekonomide bir işletmenin olası aşırı üretimi diğer tarafın eksik tüketimi, yani pazar payı kaybı anlamına gelemeyeceği için, üretkenlikteki olası farklılıklar yıkıcı değil, geliştirici bir etkiye sahip olacaktır.
Peki, komünal ekonomi düşüncesini bunu görmekten alıkoyan şey nedir? Eğer dağıtım koşullarının, yani üretim ilişkilerinin, adaletsizliği devamlı yeniden üretebileceğini öngörüyorsanız, kendinizi yeniden-dağıtım siyaseti ya da ideolojik eğitim alanı ile sınırlandırmanızın gerekçesi ne olabilir?
Komünal ekonomi tezinin kararlı bir model sergileyemeyecek olması, sosyalizm yaşanmadan komünizme geçme arzusunun yıkıcılığından kaynaklanmaktadır. Diğer bir deyişle, “ideal olan” ile stratejik olan yanlış bir şekilde birbiriyle karşılaştırılmakta ve ikincisi ilkinin içinde önemsizleştirilmektedir. Sonuçta tıpkı kapitalizme kızıp artık-ürün fikrine bir bütün olarak cephe alınması gibi, “tekelci devlet kapitalizmine” dönüşen SSCB deneyimine olan eleştirisi de Öcalan’ı merkezi planlama ve toplumsal mülkiyet hedefine karşı bir tavra ve nihayetinde grup mülkiyetine ve pazara dayalı bir toplumsal düzeni savunmaya sürüklemektedir. Oysa mülksüzleştirilenleri mülksüzleştirmeden ve toplumsal birikimin sahibi olan sömürücüleri örgütlü bir güç ve kesin bir kararlılıkla ezmeden komünizmin inşasına kalkışmanın yenilgiye mahkum, idealist bir ütopyacılık olacağı ortadadır.
Kaldı ki, katılımcılığın arttırılması ve bürokrasi-toplum çelişkisinin bertaraf edilmesi için hayatın komünler şeklinde örgütlenmesi ile sosyalist merkezi planlama ideası birbirleriyle çelişen şeyler olmak zorunda değildir. Ekonomide merkeziyetçilik fikrini pejoratif olarak kullanan anlayış, özyönetim fikrini komünlerin karar alma noktasında eşit katılımı olarak değil, birbirlerinden bağımsızlığı olarak okuma hatasından kaynaklanır. Bilakis, her ortaklaşma çabası bir merkez yaratma pratiğidir. Bu noktada komün fikri ile çelişen şey merkeziyetçilik değil, bürokrasidir.
Proletarya ve yoksul köylüler, eğer devlet gücünü eline alır, komünler içinde tamamen özgür bir biçimde örgütlenir ve sermayeyi vurmak, kapitalistlerin direncini kırmak, demiryollarının, fabrikaların, toprağın vb. özel mülkiyetini ulusun tümüne, toplumun tümüne devretmek için eylemini birleştirirlerse, bu, merkeziyetçilik, üstelik de proleter bir merkeziyetçilik olmayacak mıdır? (…) Hamkafalar merkeziyetçiliği ancak tepeden, bürokrasi ve militarizm tarafından dayatılarak ayakta tutulabilen bir şey olarak düşünür. (Lenin, 2014: 66)
Yani, toplumsal yapı elbette komünler şeklinde örgütlenebilir ve tüm ekonomik kararlar ve planlamalar bürokrasi sınıfı tarafından değil, bu komünlerin delegasyon yoluyla oluşturdukları üst meclisler ve nihayetinde bir sovyetler konseyi tarafından merkezi, demokratik ve dinamik olarak belirlenebilir ve revize edilebilir. Günümüzde bunun nasıl yapılacağı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak açık olan şudur ki, üretimi demokratikleştirme adına yapılacak hiçbir tartışma merkezi plan ve toplumsal mülkiyete alternatif üretemez.
Komünizm, yani mutlak olarak kullanım-değerine göre bölüşümün yapıldığı bir düzlem ise ancak ve ancak böyle bir sosyalist devrimin üretici güçleri uzun mesai saatlerine gerek kalmayacak derecede geliştirdiği; hiyerarşiyi ve iş bölümünü yaratıp besleyen toplumsal farkların ortadan kaldırdığı; insanları kapitalizmden tam olarak kopardığı bolluk ve gerçek demokrasi koşullarında mümkün olabilecektir. Bu sürecin ilk adımı da bellidir: “Elbette kapitalizmden komünizme geçiş de siyasal biçimler bakımından büyük bir bolluk ve geniş bir çeşitlilik göstermekten geri kalamaz; ama hepsinin özü, zorunlu olarak birdir: proletarya diktatörlüğü.” (Lenin, 2014: 45)
PKK ve Yol Ayrımı
Peki, tüm bu gerçekler ışığında komünal ekonomi perspektifinin “boş bir hayal” olduğunu mu söyleyeceğiz? Kapitalizme ve sosyalizme alternatif olamayacağı ortadaysa, komünal tezin yeri tarihin çöp sepeti mi olacaktır? Günümüzde ezen ulus sosyalistlerinin belli bölüklerinin KUÖH’ün mücadelesini değersizleştirmek ve şovenizmlerini meşrulaştırmak için bu yolu tuttuklarını görmekteyiz. Ancak böylesi bir çıkarım, nesnel koşullardan, verili iktidar ilişkilerinden ve tarihten kopuk bir tespit olurdu.
Her şeyden önce komünal ekonomi perspektifi ilerici ve halkçı bir programdır. Bu perspektifin, mali, ekonomik ve askeri anlamda ağır sömürge koşulları dayatılan bir coğrafyada mücadele eden ve ezilen ulus saflarında Kürt orta burjuvazisini de ilerici bir unsur olarak içeren KUÖH için belli oranda taktiksel-stratejik değeri olan bir perspektif olduğunu teslim etmek gerekiyor.
Kaldı ki bu programın Kürdistan’da ezilen sınıflar açısından da bir değeri var. Böyle bir program, üretici güçlerin gelişimin ve sermaye birikiminin sınırlı olduğu, yarı-feodal yapının kısmen sürdüğü Kuzey Kürdistan kırsalı ve Rojava’daki halkların demokrasi ve örgütlenme anlayışlarını hayatın her alanına hakim kılmalarına yardım etmekte; onları toplum için üretime sevk etmekte ve daha ileri bir üretim tarzı olan işçi ve köylü sovyetleri sistemine hazırlayacak bir pratik sunmaktadır.
Komünal ekonominin üretici ve tüketici kooperatifleri, bu kooperatiflerin birbirleri ile girdikleri ticaret ilişkileri, halk meclisleri gibi kimi uygulamaları, kapitalist üretim tarzının örgütleyip bir araya getirdiği ve devrimin öncü gücü olacak olan Türkiye ve Kuzey Kürdistan metropollerindeki proleterler ve yedeklenmesi gereken küçük burjuva kesimi için ise bir bir araya geliş ve dayanışma okulu görevi görebilecektir.
Bunun yanında, sosyalist program çerçevesinde dahi üretim araçlarında tam toplumsallaştırma bir anda mümkün olamayacağı için, görece küçük üretimi kolektifleştirmek adına kooperatifler Türkiye ve Kuzey Kürdistan metropollerinde ekonomik örgütlenme adına şüphesiz çok önemli bir rol oynayacaklardır. Ayrıca kooperatiflerle inşa edilecek bir toplumsal sektör, burjuvazi üretimin önünde engel olduğu için işsiz kalan kitlelerin bizzat üretimi ellerine alıp inisiyatif üstlenmesini sağlayabilir. Bu açıdan bakıldığında komünal ekonomi modeli hem politik ve ekonomik örgütlenme imkanı tanıyan, hem de sömürgeciliğin sınırlandırılmasını hedefleyen bir programıdır. Ancak bunu taktiksel-stratejik bir hamleden daha fazlası olarak benimsemek, sınıflar savaşımı gerçeğini göz ardı etmek anlamına gelecek; sosyalist iktidar hedefi ile donanmamış bir kooperatifçilik projesi, Türkiye’de çok sınırlı bir alana hapsolacak ve kısa süre içerisinde kapitalist sistem tarafından içerilecektir.
Öte yandan, sermayeye ve giderek zenginleşen gruplara verilmek durumunda kalınan tavizler de Kuzey Kürdistan’ın toplumsal tabanında basınç yaratarak KUÖH’ün sınıfı anlamasında ve onun taleplerini okuma noktasında geriye düşmesine sebep olacaktır. Son tahlilde Türk burjuvazisinin sömürgesi olan Kuzey Kürdistan’ın iktisadi kurtuluşunun iki yolu vardır: Ya Kürt burjuvazisi önderliğinde bağımsız bir ulus devlet altında kendi kapitalist ekonomisini kurmak –ki kaderini tayin hakkı uyarınca bu da ulusal demokratik bir haktır– ya da Türkiye proletaryasıyla birlikte –ayrı devlet kurma hakkının saklı kaldığı– sovyet cumhuriyetler birliği temelinde birleşerek sosyalist bir ekonomi kurmak. Bundan başkaca da bir ara yol yoktur. Yeni gelişen Kürt burjuvazisinin birinci yolu dayattığı aşikârdır. Kürt emekçilerinin siyasal temsilcisi olarak PKK’nin ise bunu reddettiği söylenebilir. Ne var ki, PKK’nin ortaya koyduğu önerme, günümüz toplumunun iktisadi gerçekleriyle bağdaşmadığı için nihayetinde bu durum Kürt burjuvazisinin elini güçlendirmektedir.
NOTLAR
1 Marks, bu nesnel soyutlamanın nasıl geliştiğini Kapital Cilt 1.1’de detaylı bir şekilde göstermiştir. Bu değişim değeri, ilgili metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli emek-zaman miktarı kadar olacaktır. Bu noktada Öcalan’ın değerin emekle ölçülemeyeceğini söylemesinin bir ağırlığı yoktur, zira değişim değerinin hüküm sürdüğü pazar ekonomisinde ürünlerin aynı değerde olmasını sağlayan başkaca bir ortak nokta da yoktur (Marks 2003;48). Pazarda üreticiler ürünleri değil, emeklerini değişirler. “Değer emek ile ölçülmesin” demek başka bir şey, halihazırda gerçekleşen bir değerin kaynağını göstermek başka bir şeydir. Yani pazar varsa, değişim değeri olacak, bu değeri belirleyen şey de içerilen emek, daha doğrusu sosyal olarak gerekli emek-zaman olacaktır. Bu anlamda emek-değer kuramı Marks’ın belirlediği ideal bir düzleme değil, kapitalizmin işleyişine dair bir kuramdır.
2 Basit üretim tarzının tüccar sermayesine ve kapitalist sermayeye dönüşüm süreci için bkz. Engels, 2010: 359 – 379
3 Elbette komünler arası rekabet sonucu meydana gelecek eşitsiz gelişim dışında bazen toplumsal fayda planlı bir eşitsizliği de gerektirebilir. Yani toplam faydanın maksimize edilmesi her bir üreticinin eşit “değerde” üretim yapması anlamına gelmek zorunda değildir. Toplumsal ihtiyaçların karşılanması için bazı üreticilerin üretim girdisi ve çıktısı bağlamında asimetrik kapasiteye sahip olması, hatta devamlı zarar etmesi gerekebilir. Örneğin tarım, sanayi ve teknoloji üretimine göre verimliliği daha fazla, dolayısıyla ürünlerinin değeri daha düşük bir sektördür. Bunun karşılığında sanayi ve teknoloji üretimi yoğun yatırım ister ve uzun seneler zararı gerektirebilir. Bu durumda toplumsal fayda için bir sektör olarak tarımdaki artık-ürünün devamlı teknoloji kooperatiflerine aktarılması gerekir. Ancak planlı eşitsizlik başka bir şeydir, pazar ve değişim değeri üzerinden gelişen eşitsizlik başka. İlkinde toplumsal fayda planlanmış ve bölüşüm eşitleştirilmişken, ikincisi grupların zenginleşmesi ve yoksullaşması demektir.
KAYNAKLAR
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi. (2014) Demokratik Komünal Ekonomi, Aram Yayınları
Demokratik Özerklik Çalıştayı (12/08/15), DTK Ekonomi Çalıştayı (06/02/16), Demokratik Ekonomi Konferansı (14/10/2014) Sonuç bildirgeleri
Engels, F. (2010) Anti-Dühring, Sf. 359 – 379, Sol Yayınları
Lenin, V.I. (1990) “Kooperatifleşme Üzerine”, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları
_______ (2014) Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları
Marks, K. (2003) Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları
Öcalan, A. (2013A) Demokratik Uygarlık Manifestosu, I. Cilt, Aram Yayınları
_______ (2013B) Demokratik Uygarlık Manifestosu, II. Cilt, Aram Yayınları
_______ (2013C) Demokratik Uygarlık Manifestosu, III. Cilt, Aram Yayınları
Sancaktar, C. (2009) Yugoslavya’da Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş: Özyönetim Uygulaması (Doktora Tezi), Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi, İstanbul
Wright, E.O. (2009) Envisioning Real Utopias, Verso