*Bu yazı Teoride Doğrultu dergisinin Temmuz-Ağustos 2009 tarihli 36. sayısında yayınlanmıştır.
İran’da, 12 Haziran seçimlerinin ardından egemen sınıfların iki kanadı arasında ortaya çıkan siyasal kriz, ezilen halk kitlelerinin sokağa dökülerek, 1979’dan bu yana halkın politikaya en geniş ve derin müdahalesini gerçekleştirmesine vesile oldu.
Dini lider Ali Hamaney ve Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinecad bir tarafta; Uzmanlar Konseyi Başkanı Haşimi Rafsancani ve eski Başbakanlardan Mir Hüseyin Müsavi diğer tarafta. Bu, İran egemen sınıfı içindeki bir saflaşmayı; bizzat İslam Devrimi tarafından yaratılan ve semiren burjuvazinin iki kanadı arasındaki çatışmayı ifade ediyordu. İran egemen sınıfları arasındaki çatışma o denli gerçek, o denli derindi ki, seçim propagandası dönemi, politik atmosferin alışılmadık bir canlılıkla geçmesine neden oldu. Geniş mitingler, propaganda çalışmalarının yanı sıra, örneğin ilk kez, başkan adayları televizyonda tartışma programına katıldılar. İran tekellerinin iki ayrı kesiminin iki ayrı politikası yarıştı bu seçimlerde. Ayrışmanın niteliğine aşağıda döneceğiz.
Seçimin hemen ardından Ahmedinecad kliği, askeri ve milis aygıtları üzerindeki egemenliğine dayanarak seçim sayımlarına “el koydu”, Müsavi yanlılarının sayım esnasında gözetmenliğine izin vermedi.
Ahmedinecad’ın 2007’deki yerel seçimlerde yaşadığı oy kaybı, başkanlık seçimlerinde de benzer bir eğilimin beklenmesine yol açıyordu. Musavi’nin zaferi kesin değildi kuşkusuz, ancak oyların üçte ikisini Ahmedinecad’ın alması gibi bir sonucu hiç kimse beklemiyordu. Böylece, seçim gecesi “sonuçların açıklanmasının ardından, Müsavi “hile” iddiasını öne sürdü. Hamaney de hile iddialarının araştırılması emrini verdi.
Böylece İran devlet düzeninin bağrında, ezilen halk kitlelerinin politika sahnesine çıkmasına imkân verecek bir çatlak, bir açıklık doğdu. Devlet aygıtı, kısa süreli bir kargaşaya düştü. Kitleler buradan yürüyerek sokakları, meydanları doldurdu. Adeta topraktan fışkıran bu kitle girişkenliği Müsavi’yi bile şaşırttı. Gerçekte o, gösteriler için çağrı yapmamıştı, ama sokağa çıkan kitleler onu gösterilere katılmaya zorladı. Eylem biçimlerindeki çeşitlilik, büyük meydanlarda mitinglerden Besıç karargâhlarının basılmasına, yürüyüşlerden araba-otobüs yakmalara kadar uzanıyordu. 17 Haziran’da, 1 milyon İranlı, Devrim Meydanı’ndan Özgürlük Meydanı’na yürüyerek -1979 devriminden bu yana gerçekleşen en büyük halk gösterisiyle- “Oylarımız nerede?” sloganını yükseltti.
Bu slogan da hızla aşıldı ve halk yığınları Şah’a karşı haykırılmış “Diktatöre ölüm” sloganına yeniden ses verdiler. Bu sloganın yükseltilmesi, 1979 devrimine açık bir göndermeydi. Sokaklar, “Özgürlüğün tek yolu direniş” sloganıyla, temel taleplerini de, bunun yolunu da açıkça ortaya koyuyordu.
Atılan diğer sloganlar şöyleydi: “Bizler savaşan kadın ve erkekleriz. Kavgaya davet ettiniz, davetiniz kabulümüzdür”, “İslami Monarşiye hayır”, “İslami Cumhuriyete Hayır!”, “Şeriat istemiyoruz”, “Tanklar, toplar, Besiçler korkutamaz artık bizleri”, “Yoksulluk, Yolsuzluk, İşsizlik: İşte İslami Cumhuriyet”, “Zorla örtünmeye hayır” sloganlarına geçtiler.[i] Politik bilincin sloganlara yansıyan bu hızlı yükselişi, halkın kendi eyleminden öğrenmesini ifade ettiği gibi, İran’da devlet-halk çelişkisinin yarattığı toplumsal birikimin de bir göstergesiydi.
Dolayısıyla, daha ilk günlerinden başlayarak gösteriler, Musavi’yi aştı. Aslında Musavi’nin çalınan oylarını takip eder görünürken, halk kitleleri başka bir şey yaptılar. Musavi, İran İslam Cumhuriyeti’nin rüşdünü ispatlamış bir yöneticisi olarak, İran halkına, birikmiş taleplerini haykırmak için bir bahane sağladı. Nitekim, Musavi’nin “taraftarlarına” defalarca sokaktan uzak durma çağrıları yapması, halkı sokaktan uzaklaştırmadı. Kuşkusuz, eylemler “kendi liderini” de yaratmadı, on yıllar süren devlet terörünün ardından, halk kitlelerinin politikaya gözlerini açtıkları bu anda, hızla ezilenlerin taleplerini ifade edecek bir önderlik yaratmaları da çok mümkün değildi zaten.
Birinci ağızdan tanıklıklar, gazetecilerin raporları ve fotoğrafları, gösterilere İran halkının hemen her kesiminden katılımın olduğunu ortaya koyuyor. Yani, bazı analizcilerin kurguladıkları gibi, bu yalnızca üst orta sınıfların (“Kuzey Tahranlıların”), Batıyla bütünleşme ve piyasa reformları talepli hareketi değildi. Kuşkusuz, demokratik orta sınıfların İslami yaşam tarzına isyanı, bu hareketin önemli bir bileşeniydi. Ama Haziran Ayaklanması, bunu da içeren çok daha büyük bir hareketti; hareketin odağında ise politik özgürlük talebi duruyordu. Birleştirici maya buydu.
Kadınlar, gösterilerin öncü gücü oldu. Haziran Ayaklanması, bir yönüyle, kadın ayaklanmasıydı. İslami rejimin ezdiği, bedeni üzerinde egemenlik kurduğu, söz hakkını yok ettiği, politikaya katılmasını engellediği orta sınıftan ve yoksul kadınlar vardı gösterilerde, Kadınlar bu kez “günahları örtmek” için saçlarını değil, diktatörleri aşağı indirmek için fularla yüzlerini kapattılar. Politikaya katılma haklarını, polise fırlattıkları taşlarla bizzat koparıp aldılar. Ayaklanma, İran kadınını mollalar rejiminde hiç olmadığı kadar politikanın bir öznesi haline getirdi.
İşçiler, sendika kurma, gösteri yapma ve grev hakkı için oradaydı. Kapitalist rejimin esnek çalışma yöntemleriyle maruz kaldıkları aşırı sömürüye karşı mücadele etmek için, politik özgürlüğe ekmek gibi, su gibi ihtiyacı var İranlı işçilerin.
Yoksullar, İslam Devriminin nimetlerinden faydalanarak semiren, çürümüş yöneticileri protesto için oradaydı. Gençler, geleceklerini çalan bir rejime karşı sokaktaydı. Üniversite gençliği, hareketin etkin bir bileşeniydi. Özgürlük talebini canı pahasına haykırdı. Sosyoloji öğrencisi Nida Sultan gibi, bazıları vurulup şehit düştü. Kazvin’de endüstriyel yönetim okuyan Emir Cevadifer gibi, bazıları ise gözaltında, hapishanelerde katledildi. (İran’da öğrencilerin yüzde 70’ini kadınların oluşturduğunu da ekleyebiliriz.) Katılanların varsıl “Kuzey Tahranlılar’dan ibaret olduğu söylemini çürüten haberler ve anlatımlar basında yer aldı: “Yürüyenler, yalnızca modaya uygun giyinmiş, gözlüklü Kuzey Tahran kadınları değildi. Yoksullarda oradaydı, sokak işçileri, kara çarşafla yürüyen ortayaşlı kadınları.”[ii]
“Muhafazakâr Muhammed Ekber Kalibaf tarafından yönetilen Tahran Belediyesi, Haziran ortasında, göstericilerin sayısını 3 milyon olarak hesapladı. Bunlar, sadece Batılı fotoğrafçıların görüntülemeye bayıldığı sevimli orta sınıflar değildi: peçeli kadınlar, işçi sınıfı gençliği ve eski kuşaktan yaşlılar da vardı.”[iii]
19 Haziran’da, Alı Hamaney’in Cuma hutbesinde savurduğu faşist tehditler, sokak gösterileri . sürerse kan döküleceğini dünyaya ilan ederken, hareket için de bir dönüm noktası oluşturdu. Artık İran devleti ‘ne yapacağını bilmez’ durumdan sıyrılmıştı. Bu açıklamanın öncesinden başlayan Besiç saldırganlığı, Cuma hutbesinin ardından doruğuna vardı.
Halk kitleleri, dini liderin tehditlerine rağmen sokaklara çıkmaya devam ettiler. 20, 21 ve 22 Haziran’da önemli gösteriler yaşandı. Dini liderin sorgulanamaz ilahi otoritesi yeryüzüne indirildi ve sorgulandı. Ahmedinecad’la özdeşleşen Hamaney, ezilenlerin öfke ve reddiyle karşılaştı. Devrim Muhafızlarının ve Besiçlerin terörü adım adım hareketi geriletip ezse de, İran halkının politik özgürlük talebi yok olmadı. Egemen sınıfların arasındaki çatlaklar da aşılamadı. Kriz, tüm derinliğiyle sürüyor, ancak şimdilik zincire vuruldu.
Haziran olayları, işçi, emekçi ve orta sınıf İranlıların, gençlerin ve kadınların katıldığı bir demokratik halk ayaklanmasıydı. Ayaklanma, İran İslam Cumhuriyetinin zayıflayan temellerini açığa vuran bir sinyaldi ve bu rejimi sarstı. Bugün için devlet aygıtının halk hareketini ezmek üzere Hamaney-Ahmedinecad kliği etrafında yeniden konsolide olmasıyla isyan ezildi. Ama etkileri ve hatta hareketin kendisi, değişik biçimler alarak sürecektir.
Soldaki Yarılma ve Yanılsamalar
İran olayları, devrimci ve ilerici solda da değişik biçimlerde yorumlandı. Yorumlar ve tavır alışlar, iki ana kampta toplanabilir.
Birincisi, yukarıda özetlediğimiz çerçevede, İranlı ezilenlerin mücadelesiyle sempati ve dayanışma çerçevesindeydi.
İkinci tavır ise, olaylarda “Amerikan kışkırtması’ bulunduğu gerekçesiyle “anti-Amerikan’ Ahmedinecad’dan yana tulum alış biçiminde ortaya çıktı. Bu ikinci pozisyonda duranların, durdukları nokta itibariyle, halk isyanını görmeleri mümkün değildi, çünkü onlar, meseleyi iran egemenleriyle ABD arasındaki bir ikilem çerçevesinde ele aldılar.
Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez’in takındığı tutum, bu yarılmanın bir ifadesi ve en önemli yansımasıydı. Chavez, birçoklarınca referans alınan tavrında, Ahmedinecad’ı seçim zaferinden dolayı kutladı, bunu “Dünyanın tüm özgür ulusları adına küresel kibire karşı kazanılmış bir zafer” olarak niteledi. Chavez bununla da kalmadı, Ahmedinecad’ı “emperyalizme karşı mücadelede, Üçüncü Dünya’yı savunmada ve İslami Devrim için cesur bir savaşçı” olarak niteledi! İran’la sayısız ikili anlaşma yapmış olan Chavez’ın, özgül devlet çıkarlarını yansıtan bu açıklaması, Chavez ve Venezuela’nın “kendi sınırlarını” ortaya koydu.
Enternasyonal alanda Irak ve Filistin direnişlerine destek örgütlemek için kurulmuş bir örgüt olan “Antiemperyalist Kamp” (AIC), Ahmedinecad’ın zaferini selamlayan bir analiz yayımladı.
“Ahmedinecad, kurulu düzenin adayı değildi, aşağı sınıflarını adayıydı. (Rafsancani ise kapitalist düzenin adamıydı) Antiemperyalist bir bakış açısından, Ahmedinecad’ın seçimlerdeki geniş üstünlüğü olumlu bir şeydir, çünkü seçilen başkan, Yakın Doğuda ABD politikalarıyla çatışma halindedir.”[iv]
ABD’li sosyalist aydın James Petras da süreci “’Çalınmış Seçim’ şakası” başlıklı bir yazıyla yorumladı. Petras’a göre, seçimler “milliyetçi-halkçı” Ahmedinecad’la, “Batı-destekli liberal” Musavi arasında geçti. Petras, seçim hilesi söylemlerini klasik Batı medyası manipülasyonu olarak görüyor ve seçimlerde neden hile olmadığını ispatlamaya çalışıyor. Petras, sokaklardaki halk hareketini destekleyenleri “Siyonistlerle aynı safta” yer almakla itham ediyor. Sokak gösterilerini esasen Tahran’a sıkışmış ve toplumsal derinliği orta sınıflarla sınırlı gösteriler olarak yorumluyor: “Musavi’yi istikrarlı olarak destekleyen tek grup, üniversite öğrencileri, işverenler ve üst orta sınıftı.”
Petras’a göre, seçim sonuçları “sınıfsal bir kutuplaşmaya” işaret ediyordu: Bir tarafta “yüksek gelirli, serbest pazar yönelimli kapitalist bireyler”, onların karşısında ise “işçi sınıfı, düşük gelirli kesimler” vardı ki bunlar “Faiz ve kârın dini hükümlerle sınırlandırıldığı ahlaki ekonomiyi savunuyorlardı.”
Söylemeye bile gerek yok ki, faizi ve kârı sınırlayan bu politikaların savunucusu da Ahmedinecad’dı.[v]
Bu yarılma, ülkemizde de yansımasını buldu. Evrensel/EMEP, ABD kışkırtması olduğu kaygısıyla başkaldırıya mesafeli durdu. Evrensel yazarları Cihan Soylu ve İhsan Çaralan’ın yazılarında yansıdığı gibi, yaşanan olaylarda Musavi’nin iktidar dalaşı ve ABD’nin yararlanma çabası belirleyici olarak görüldü. Ayaklanmanın demokratik niteliği ise görmezden gelindi. Nitekim Cihan Soylu, köşesinde sokaklardaki demokratik başkaldırıdan söz etmezken, Ahmedinecad’ın kazanmasını; “İran’ı teslim alma politikasının İran halkının direnişine çarpması biçiminde yorumladı.”[vi]
Yürüyüş Dergisi ise daha açık bir tutum aldı: “İran’da kullanılan yöntemler, akla hemen Romanya gibi sosyalist ülkelerdeki karşı devrimleri, Ukrayna, Gürcistan gibi eski Sovyet ülkelerindeki emperyalizm destekli darbeleri getirdi. Romanya’dan, Irak’tan hala ders çıkarmamış olanlar, emperyalist medyanın yeşil isyan söylemini kapı verdiler hemen… Sol, ilerici bazı basın yayın organları da hiç tereddüt etmeden emperyalistlerin söylemlerini manşetlerine taşıdılar.”[vii]
Ne ilginçtir ki, EMEP’in ve Yürüyüşün analizi, İşçi Partisi’nin yorumu ile örtüşüyor. İP Genel Başkan Vekili Mehmet Bedri Gültekin’den aktaralım: “İran’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Batı Dünyası karşısında tam bağımsızlığı savunan ve yüzü Asya’ya dönük Ahmedinecad ile Batı Dünyası ile ilişkileri daha da ileri götürmek yanlısı Mir Hüseyin Musavi arasında cereyan etti.”[viii]
Şimdi Gerçekler… Halkın Oyu Çalındı mı?
Kerli ferli devrimci aydınları, mollaların düzeninde yapılan seçimlerin demokratikliğini ispatlamaya çalışırken görmek, insana acı geliyor. Her şeyden önce, İran seçimlerinde hile yapılıp yapılmadığı, ortaya çıkan kitle hareketine karşı takınılacak tavrı hiçbir biçimde belirlemez. Marksistler, gelişen toplumsal hareketin niteliğine, hedeflerine ve amaçlarına bakarlar.
Ancak diğer yandan, J. Petras, Antiemperyalist Kamp (AIC) vb. çevrelerin seçim hilesi üzerine yürüttükleri tartışmalarının oldukça yüzeysel olduğunu da belirtelim. AIC, Ahmedinecad’ın “devlet aygıtına hakim olmadığı” tespitinden yola çıkıyor ve böyle bir hileyi zaten yapamayacağını öne sürüyor. Olayların seyri, devlet aygıtına kimin hakim olduğunu açıkça gösterdiği için bu varsayım, sosyal pratik tarafından geçersiz kılınmış bulunuyor.
James Petras ise, seçim sisteminin detayları üzerine bir tartışma yürütüyor.
İran seçimlerinin halkın iradesini yansıtmadığını görmek için illa çalınan oyların fotoğrafları gerekmiyor ki!
Son halkadan başlarsak, İran, devlet başkanı adaylarının, mollaların Anayasa Konseyince onaydan geçirildiği bir ülkedir ve bu son seçimlerde başvuran 435 adaydan sadece 4ʻü mollalarca kabul edilmiştir. Başvuran adaylar arasında (ilk kez) yer alan 4 kadın adayın tümünün veto edildiğini de ekleyelim. Yani, İran’da bizzat mollalar rejiminin içinden çıkan adayların bile yüzde 99’u mollalarca veto edilmektedir. Sadece bu bile, seçimlerin halk iradesini yansıtmadığı göstermeye yeter.
Ama, kuşkusuz, dahası var.
İran’da, emekçilerin, ezilenlerin iradesini yansıtan bütün partiler yasaklanmıştır, ezilmiştir. Devrimci sosyalist çizgideki Halkın Fedaileri’nden, İslami antiemperyalist çizgideki Halkın Mücahitlerine, ilerici-reformist TUDEH partisine kadar, sol partilerin tümü yok edilmiştir. Bu hareketlerin binlerce üyesi, mollaların zindanlarında işkencelerle katledilmiş, hemen tüm devrimci kadın tutsaklara tecavüz edilmiş, İran-Irak Savaşı sırasında (Musavi’nin başbakanlığı altında) toplam 30 bin siyasi tutsak idam edilmiştir.
İran İslam Cumhuriyeti, antiemperyalist, devrimci ve komünistlerin cesetleri üzerinde yükselen bir devlettir. 1979 antiemperyalist halk devriminin, karşı devrimci tarzda sonlandırılmasının ürünüdür, mollalar iktidarı. İran’ı emperyalist sistemden koparabilecek tüm devrimci, halkçı öğeleri yok ederek, emperyalizme paha biçilmez bir hizmet sunmuştur. Bugün de hala, bırakın bir komünist partisi kurmayı, kamuoyu önünde açıkça işçi sınıfı çıkarlarını savunan bir politik söylev vermek bile mümkün değildir. Onu da geçtik, küçük burjuva ve orta burjuva kesimlerin kadın hakları, söz ve eylem özgürlüğü doğrultusundaki burjuva demokratik çalışmaları bile yasaklanmıştır. Kürtlerin, Belucilerin ve Azerilerin ulusal demokratik taleplerini dile getirmeleri, bu amaçlı partiler kurmaları da baskı altındadır.
İran’da ne demokratik örgütlenmenin imkanını sağlayacak bir özgür basın vardır, ne ifade özgürlüğü, ne de örgütlenme hakkı.
Dolayısıyla, açık ki, İran’da halkın oyunun bir değeri yoktur ve gerçekte halka sunulan, mollalar tabakasının şu ya da bu unsurunu seçme hakkıdır. Bu koşullarda yapılan her seçimde, halkın oyunun çalındığı açıktır ve bunu saptamak için teknik “hile” tartışmalarına girmenin bir gereği yoktur.
2009 seçimlerinde ise, mollalar tabakasının iç parçalanması ve Hamaney-Ahmedinecad kliğinin egemenliklerini sürdürme arayışı, mollalar arasında bir seçim yapma hakkının dahi ortadan kaldırıldığı izlenimini veriyor. Seçim hilesi olmadığını ispatlamaya çalışan dostlarımız, örneğin neden Musavi’nin gözlemcilerinin sayımlara katılmasına izin verilmediğini açıklamak durumundadırlar…
Özelleştirmeci Neoliberal Ahmedinecad
Gelelim Ahmedinecad’a dizilen övgülere. Anlaşılan, dünya ve Türkiye emekçi solunun bazı kesimleri, onun yoksullardan yana, halkçı bir ekonomi politikası izlediğini sanıyor. Chavez’le yaptığı ittifak da bu sanıyı güçlendiriyor. Oysa gerçekte, Ahmedinecad da tıpkı Musavi gibi bir neoliberaldir.
Ahmedinecad, başkanlığa geldiği 2005 yılından bu yana, İran’da görülmüş en kapsamlı özelleştirme programının uygulayıcısıdır. 2007-’08 döneminde 167, 2008-’09 döneminde ise 230 özelleştirme yaptı. Bunların hemen tümü ekonominin temel sektörlerinde yer alan işletmelerdi.
2004 yılında, Hatemi başkanlığı altında İran parlamentosu, Anayasanın 44. maddesini değiştirdi. Böylece, ekonominin stratejik sektörlerinde sadece kamu işletmesi olabileceği yönündeki anayasa hükmü değiştirildi, özelleştirmelerin önü açıldı.
2005’te kurulan Ahmedinecad hükümeti, Merkez Bankası başkanı Şems Al-din Hüseyni’nin ilan ettiği üzere; 2010’a kadar devlet sektöründeki işletmelerin yüzde 80’ini satma hedefini ilan etti. Dini lider Ali Hamaney de 2006 tarihli bir kararnamesiyle, bankaların, madenlerin, sanayinin ve ulaşım sektörünün satışını emretti. Bu amaçla, İran Özelleştirme Örgütü adıyla bir devlet kuruluşu oluşturuldu.
Ahmedinecad’ın özelleştirmeleri arasında başlıcaları şunlar:
-İsfahan Mübarek Çelik İşletmesi
-Kürdistan Çimento Fabrikası
-İran Ulusal Bakır İşletmesi
-İsfahan Rafinerisi
-İsfahan Petrokimya
-Khark Petrokimya
-Razi Petrokimya
-Gol-e-Gohar Demir Cevheri İşletmesi
-Kuzistan Çelik İşletmesi
-Saipa Otomotiv
-İran Telekomünikasyon şirketi
-2 önemli devlet bankası (Tejerat ve Mellat)
-İran Denizcilik İşletmesi
-Posta hizmetleri
-Sigorta şirketi.
En büyük devlet bankası olan Saderat ve en büyük petrokimya işletmesi olan Bandar Imam için de özelleştirme süreci başlatıldı.[ix]
Ahmedinecad hükümeti, yabancı sermaye yatırımlarına açık olduklarını belirtiyor. Yabancı sermayeye, özelleştirilen işletmelerin yüzde 35’ine kadar satın alma izni veriliyor. İran’da yatırım yapacak sermayenin korunacağı ve teşvik edileceği belirtiliyor.
Ekonomi ve Finans Bakanı Davut Daniş-Caferi, İran’da doğrudan yabancı sermaye yatırımının 2007’den 2008’e yüzde 138 arttığını söylüyordu.[x]
Sermaye yatırımı ve özelleştirme meselelerini tartışmak için, Ahmedinecad, her salı, Özelleştirme Örgütü, Tahran Borsası ve Sermaye Piyasası Kurulu ile haftalık toplantı yapıyor.[xi]
Ahmedinecad, son seçimler öncesinde yaptığı TV konuşmalarında, haleflerinden çok daha fazla özelleştirme yapmakla övünüyordu.[xii]
Maliye Bakanlığı uluslararası işler başkanı Behruz Alişiri; “Hem Başkanımız Ahmedinecad hem de yüksek liderimiz Ali Hamaney, özel girişimciliği artırmaya kendilerini adadılar” diyor.[xiii]
“Yüce lider” Ayetullah Ali Hamaney’e göre; özelleştirme programı bir “ekonomik devrim” anlamına geliyor.[xiv]
Özelleştirme Teşkilatı Başkanı Haydari Kord-Zanganeh, özelleştirmeleri, İran ulusalcılığının çerçevesine uydurarak şöyle söylüyor: “ABD yaptırımlarına karşı, kendi özel sektörümüzü ve kendi özel bankalarınızı harekete geçireceğiz.”[xv]
Ahmedinecad’ın “halkçı” (!) ekonomisi altında, bizzat İran Merkez Bankası verilerine göre, İranlıların yüzde 10’u (76 milyonun 7 milyonu) aşırı yoksulluk sınırının altında yaşıyor.[xvi]
İşletmeler Tekellere, Patates Yoksullara
Bütün bunlardan sonra, Ahmedinecad’ın Hatemi’den farklı olarak izlediği “halkçı” politikası nedir diye sorabilirsiniz. Yanıtı, Ahmedinecad’ın, özelleştirdiği işletmelerin hisselerinin bir kısmını en yoksul kesimlere “hak payı” olarak dağıtması!
Özelleştirilen işletmelerin her birinde değişik oranda hisse, “hak payı” olarak dağıtıldı. Bu pay, kimi işletmelerde %40’a kadar çıktı. Ahmedinecad’ın hükümetteki ilk iki yılında yaklaşık 6 milyon İranlı, 2.5 milyar dolarlık hisse senedini “hak payı’ olarak aldı. Bunlar arasında devlet görevlileri, emekliler ve kenar mahallelerin yoksulları vardı. Hak payı hisselerinin dağıtım mekanizması, esas olarak devletin paramiliter aygıtı Besiçler üzerinden gerçekleşiyor ve böylece devlet, yoksulları kendine yedekliyor, satın alıyor.[xvii]
Bu dağıtımın amacı, Ahmedinecad’ın iddiasına göre, “yoksullukla mücadele”. Ancak kişi başına yaklaşık 220 dolarlık bir payın düştüğü hesap ediliyor ki; bu, yoksulluğu etkileyecek bir rakam değil. Gerçek amacın, Besiçlerin tabanını diri tutmak ve hükümetle arasını iyi tutan şirketlere ekstra avantajlar sağlamak olduğu anlaşılıyor.
Ahmedinecad’ın sosyal politikasının bir diğer unsuru, Tayyip Erdoğan’ın kömür dağıtması gibi, yoksullara sosyal yardım paketleri dağıtmak. Bunun, İran’daki popüler ismi ise “patates dağıtımı”. Son seçimlerden önce Ahmedinecad’ın seçim çalışmaları kapsamında Tahran’da onlarca kamyonun yoksul mahallelerde bedava patates dağıtması küçük çaplı bir politik skandala yol açtı.
Diğer yandan, her türlü örgütlü işçi mücadelesi bastırılmakta, işçilerin devletten bağımsız sendikalar kurma, grev yapma hakkı yasaklanmaktadır. Bu sene, Tahran’da 1 Mayısı kutlamak isteyen işçiler polis tarafından coplanarak dağıtıldı. Tahran’ın belediye şoförleri 2005’te ve 2006’da iki kez yasa dışı grev yaptılar ve liderleri Mansur Osanloo, hala Evin Hapishanesinde yatıyor. Buraya aktaramayacağımız kadar kabarık bir bilançosu var, İran işçi grev ve direnişlerinin.
Özcesi; Ahmedinecad’ın Hatemi ve Musavi’den farklı tarzda bir neoliberal olduğu ileri sürülebilir, ama onun “halkçı’, “yoksullardan yana” vb. olduğu söylenemez. Ahmedinecad, popülist demagojik bir söylem ve yoksullara sadaka dağıtma paternalist pratiğiyle, kapitalist politikalara toplumsal itirazı önlemeye, yoksulları satın almaya çalışan türde bir neoliberaldir.
İran, bir devlet politikası olarak, 1979 devriminin ardından ulusallaştırılan petrol, doğalgaz sektörlerini ve ağır sanayi işletmelerini özelleştirmeyi, İran işçi sınıfını ucuz işgücü olarak emperyalistlere sunmayı, ülkede Çin’vari bir emek cehennemi kurmayı belirlemiştir. Ahmedinecad da, bu neoliberal politikanın vahşi bir uygulayıcısından ibarettir (Musavi de hiç kuşkusuz, başa geçse böyle olacaktı.)
Emperyalist küreselleşmeye entegrasyon süreci, İran İslam devletiyle yoksul halk kitleleri arasındaki geleneksel iktisadi ilişkileri de çözüyor. Ulusallaştırılmış sanayi ve petrol-gaz sektörlerinden elde edilen gelirlerin, kitlelerin düzene bağlanması için kullanılması şeklindeki eski patronaj sistemi dağılıyor. Bugünkü halk ayaklanmasının, kuşkusuz, bu iktisadi gerçekle bağı var.
Ahmedinecad, bu koşullar altında, yoksulların düzene sadakatini sadakacı dağıtım politikalarıyla sağlamaya ağırlık verirken, Hatemi-Musavi ‘refomcu’ çizgisi ise orta sınıflara ağırlık vermeyi, İslami yaşam tarzını esneterek, eğitim olanaklarını genişleterek onların desteğini almayı öngörüyor. Aradaki fark budur. Kuşkusuz ne Ahmedinecad yoksulluğu ortadan kaldırmaya çalışıyor, ne de Musavi İslami yaşam tarzını. Musavi’nin “politik reformculuğu” da Ahmedinecad’ın patates dağıtımcılığı gibidir. Demokratik haklarda gerçek bir genişlemeye yol açmadan, orta sınıfların biriken tepkilerinin boşaltılmasını, hafifletilmesini hedeflemektedir. Dolayısıyla Musavi başkan olsaydı da bir demokratik dönüşüm değil, en fazla İslami baskının hafifletilmesine tanık olacaktık. Ne var ki, Hamaney-Ahmedinecad kanadı, böyle bir gevşemenin dahi, halk kitlelerinin basıncıyla rejimin istikrarını bozabileceğinden korktu ve ipleri ellerinde tutmak için türlü manevralara girişti.
İran’ın Venezuela’yla kıyaslanması ise bir analiz hilesinden ibarettir.
Chavez’in İran’la ittifakı, tıpkı Çin ve Rusya’yla ittifakı gibi, “iki kutuplu bir dünya” yaratma politikasının ürünüdür. Uygulanan ekonomi politikaları bakımından, Chavez ne derse desin, gerçekte İran ve Venezuela akla kara kadar birbirinden ayrıdır. Venezuela ekonominin kilit sektörlerini ulusallaştırırken, İran bunları özelleştiriyor. Venezuela’da emekçilerin politik özgürlüğü varken, İran’da özgürlüğün zerresi dahi yok. Venezuela IMF’den kopmaya çalışırken, İran IMF normlarını benimsiyor, Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmaya çalışıyor. Venezuela petrolü-gazı ulusallaştırırken, İran özel sektöre ve yabancı sermayeye açıyor. Venezuela, bölge halklarını-emekçilerini birleşmeye ve ortak bir antiemperyalist mücadeleye teşvik ederken, İran her bölge ülkesinde kendi “Şii kolu”nu yaratarak politik nüfuz peşinde koşuyor, bölgemiz halklarını mezhepsel temelde bölüyor.
İçte neoliberal ekonomi programını uygulayan bir devletin/hükümetin “antiemperyalist” olduğu iddiası tutarsızdır. Ama dahası var. Gerçekte emperyalist küreselleşmeye uyum/entegrasyon süreci, İran’ın “ulusalcılığıyla” zıt değil, onunla bütünlüklü bir yönelimdir. Ahmedinecad’ın izlediği bölgesel güç siyaseti, İran tekellerinin emperyalist sermayeyle bütünleşmesini zorunlu kılıyor. İran, ancak Çin gibi, emperyalist sermayeyle etkin bütünleşme yolundan bir bölgesel güç haline gelebileceğini görüyor. Ahmedinecad’ın anti-Amerikancılığının bağlandığı gerçek hedef olan bölgesel güç siyaseti, neoliberalizmi gerektiriyor.
ABD İşgallerinin İşbirlikçisi olarak Ahmedinecad ve İran
Ahmedinecad’ı antiemperyalist, rakibi Musavi’yi Batı yanlısı olarak çizen analizler, gerçekte İran’la Batı emperyalizmi arasındaki ilişkilerin gerçek bir bilançosuna dayanmıyor. Yüzeyseldir.
İran’ın Filistin, Lübnan, nükleer enerji gibi konularda ABD ve AB emperyalistleriyle çatıştığı doğrudur. Bu başlıklarda Ahmedinecad, sert bir diplomasi izliyor, İsrail’e, ABD’ye karşı çıkışlar yapıyor. Filistin’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı destekliyor. İran’ın nükleer silah yönünde yaptığı hamle, ABD’nin ona saldırmasını engellemiş gibi görünüyor.
Ama daha geniş kadrajdan bakıldığında, meselenin farklı boyutları olduğu görülüyor.
İran’ın ABD’yle çatıştığı örneklerin yanı sıra, onunla açık işbirliği yaptığı örnekler de vardır.
Örneğin, 2001’deki Afganistan işgaline lojistik-askeri destek sunmuştur İran. ABD işgalcilerinin kurduğu kukla Karzai hükümetiyle güçlü ilişkiler geliştirmiş, Afganistan’da himayeci sömürge düzeninin kurulmasına aktif olarak yardım etmiştir. Yollar yapmış, demiryolları döşemiş, enerji santralleri kurmuş, giderek kabaran bir ticaret ilişkisi geliştirmiştir. Karzai’nin dayandığı en önemli güç kaynaklarından birisi İran’dır. Bu ilişkiler Ahmedinecad döneminde de sürmüş, kapsamlılaşmıştır.
Oysa aynı İran, Afganistan’daki ilerici Necibullah hükümetinin devrilmesi için elinden geleni yapmış, Sovyet işgalinin ardından buraya “cihad” için pek çok savaşçı göndermişti. Sovyet işgalinin bitmesinin ardından düzelen Afganistan-İran ilişkileri, Taliban iktidarıyla birlikte yeniden bozuldu. İran, Sünni-Vahabi ideolojinin iktidarını ifade eden Taliban hükümetiyle ilk günden itibaren gerilim yaşadı. Gerilim, 1998’de Mezar-ı Şerif’teki İran konsolosluğunun Taliban güçlerince basılarak 8 İran diplomatının infaz edilmesiyle doruğa çıktı.
Dolayısıyla, Afganistan’ı işgal harekatı İran tarafından memnuniyetle karşılandı.
11 Eylül saldırısında İran, ABD’ye açık destek sundu. Dini lider Ayetullah Ali Hamaney, 11 Eylül saldırılarını Cuma hutbesinde resmen kınayarak, “El Kaide terörünü” lanetledi.
İran ve ABD arasında, Afganistan’daki Taliban rejimine ve “El Kaide terörüne” karşı işbirliği görüşmeleri, daha 11 Eylül yaşanmadan önce başlamıştı. Bu ilişkileri ABD adına; Milli Güvenlik Konseyi İran-Afganistan İşleri Sorumlusu Hillary Mann yürütüyordu.
Hillary Mann’ın 2007’de ABD Kongresine sunduğu bir raporda aktardığına göre; İran, Afganistan’a yönelik emperyalist işgal saldırısına lojistik askeri destek sunmuş. Stratejik Taliban hedeflerinin yerlerini iletmiş. “Tıpkı Birinci Körfez Savaşında olduğu gibi, Sürekli Özgürlük Operasyonunda da İran toıpraklarının ABD askeri güçleri tarafından araştırma ve kurtarma operasyonları için kullanılmasına izin verdi.”
Keza İran, Afganistan’a insani yardım akışı için bir kara koridoru oluşturarak da işgale yardımcı olmuş. Mann, bu desteğin önemini şöyle ifade ediyor: “Bu önemliydi, çünkü ABD ve koalisyon güçlerinin, Afganistan’a insani yardım girebilmesi için hava operasyonlarının ‘durdurulması’ yönündeki uluslararası taleplere yanıt verebilmesini sağladı”.
İran yetkilileri, “Afganistan’da Taliban-sonrası politik düzenin oluşturulmasında ABD’yle işbirliği yaptılar.”
İran, gözaltına aldığı 200 kadar El Kaide ve Taliban şüphelisinin pasaport fotokopilerini ABD Dışişleri’ne iletti. Ayrıca İran, ABD işgalinin ardından Afganistan’dan kaçan ve İran’a sığınan yüzlerce siyasi mülteciyi sınır dışı ederek Afganistan’a gönderdi.
İran, Afganistan’dan gelen Şiilerden seçerek eğittiği ve silahlandırdığı Sef-e Muhammed adlı milis grubunu Karzai ordusunun emrine verdi.[xviii]
İran yetkilileri, Afganistan’da ABD’ye sundukları desteğin ikili ilişkilerin iyileşmesine hizmet edeceğini düşünüyorlardı. İlişkilerin kesilmesi İran’ın değil, ABD’nin tercihiydi. Ocak 2002’de Bush’un Ulusa Sesleniş konuşmasında, İran’ı “şer ekseni” içinde sayan ifadesi geldi. Mayıs 2003’te ise ABD, İran ile diyalogu kesti.
Ahmedinecad’ın başkanlığı tam da ABD’nin bu yeni siyasetine bir yanıt olarak gelişti. İran egemen sınıfların çıkarlarının yeni koşullara uyarlanmasıydı. Ahmedinecad da başkanlığı süresince Karzai hükümetiyle iyi ilişkiler geliştirdi, Afganistan’daki manda rejiminin inşasına katkılarını sürdürdü.
Şimdi Obama hükümeti “İran’la yeni bir başlangıç” yapmak için yine İran’ı Afganistan’da işbirliğine çağırıyor.
ABD Başkanı B. Obama, göreve geldikten sonra yaptığı ünlü Afganistan ve Pakistan’da (Af-Pak) yeni strateji konuşmasında, İran’ın da dahil olduğu bölge ülkeleriyle Afganistan için Temas Grubu’nun kurulması çağrısı yaptı. Keza NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, İran ve Afganistan’ın tüm komşularına “teröre karşı işbirliği” çağrısını yaptı[xix]
Yakın tarihte, ABD Genelkurmay Başkanı Petraeus’un İran’la Afganistan için işbirliği çağrısını da ekleyelim.
Dolayısıyla, Ahmedinecad’ın önümüzdeki dönemde ABD’yle 2001-2002 dönemindeki ‘sıcak’ Afganistan ilişkilerini yeniden kurması beklenmelidir.
İran’ın Bölgesel Güç Siyasetine Uyan Her Şey Mübah!
İran, ABD emperyalizminin Irak işgalinin de baş destekçilerindendir. İran bu işgali, tarihsel düşmanı Saddam Hüseyin’den kurtulmak ve Irak’ta Şii egemenliğini kurmak için bir fırsat olarak gördü. Emperyalistlerin Irak dışından buldukları sabıkalı banka dolandırıcısı ve CIA ajanı Ahmed Çelebi’nin yeni Irak Başkanı olmasını uzun süre İran da destekledi. Çelebi, Batı’nın adamı ve laik de olsa, nihayetinde Şii idi!
Diğer yandan İran, kendi siyasetini Iraklı Şii egemenlerinin iki partisi üzerinden yürüttü: Dava Partisi ve Irak İslami Devrim Yüksek Konseyi (bir süre önce adından ‘Devrim’ ifadesini çıkardı). İran, bir yandan ABD işgaline karşı gelişen Arap direnişini bastırmak için ABD’ye yardım ederken, diğer yandan da bu iki partinin devlet aygıtını ele geçirmesi için elinden geleni yaptı.
Mevcut Maliki hükümetinin kuruluşu İran’ın da desteği ile oldu. İslam Yüksek Konseyi’ne bağlı paramiliter örgüt Bedir Tugayları, İran Devrim Muhafızlarının askeri eğitiminden geçirildi. Bedir Tugayları, Irak direnişinin bastırılmasında, Felluce ve Iraklı Sünnilere yönelik mezhepsel kırımda etkince kullanıldı. Iraklılar arasında “Ölüm Tugayları” olarak adlandırılmaya başlandı.
Ölüm Tugayları, işgalcilerin Güney Irak’taki en sağlam dayanaklarından birisi olarak işlev gördü. İran, ABD karşıtı direnişe yakıt olan Arap milliyetçiliğini özel bir düşman olarak gördü; Sünni-Arap direnişine karşı savaştı. ABD’yi bu savaşta destekledi.
İran, ağırlığını Sünni-Arap bölgelerin oluşturduğu direniş dalgasında (2003-2004) işgalcileri destekledi. Ardından gelişen Sünni-Şii iç savaşında da Şii milisleri eğitip örgütledi. Yeni işbirlikçi Irak ordusunun oluşumunda İran, hem askeri gücüyle, hem de Bakanlıklara çok sayıda danışman vererek katıldı. Irak’ın bir ABD himayeci sömürgesi olarak şekillenmesinde İran da kendi payına önemli bir işbirlikçi güç oldu. Irak’ın işbirlikçi devlet aygıtının önemli parsellerine kendi yandaşlarını yerleştirdi. Sünni Arapların yüksek kademelerden uzaklaştırılması ve yeni Irak devletinin Arap milliyetçiliğinden kopması için özel bir dış politika izledi. Yolladığı yüzlerce din adamıyla, Iraklı Şiileri kendine bağlamaya çalıştı.
Bu genel çizginin bir istisnası, 2004’te Şii Mukteda Sadr’ın ayaklanmasıydı. İran, Sadr’ı her zaman güvenilmez buldu. Bunun nedeni, Sadr’ın Arap milliyetçiliğini Şiilikten ve İran’a bağlılıktan üstün tutmasıydı.[xx] Ancak Sadr ayaklanması, tam da ABD’nin İran’a saldırı tehdidini yükselttiği günlere denk geldi ve İran’ın da işine yaradı. Ayaklanma bastırılınca, Sadr’ın İran’a sığınmasına izin verdi. Böylece onu kontrolü altına da aldı. Öbür yandan, işlerini Dava Partisi ve İslam Yüksek Konseyiyle sürdürmeye devam etti.
ABD’nin Irak’taki sömürgeci varlığının desteklenmesi, Mahmud Ahmedinecad yönetimi altında da etkince sürdürüldü. Öyle ki, bir yandan ABD’ye karşı sert açıklamalar yapan Ahmedinecad, diğer yandan Irak’ta ABD’nin Sünni-Arap direnişine karşı tutunmasını sağlayan en önemli dayanaklardan birisi oldu. O kadar ki, bu temelde kurulan ilişkiler, 2007 Mayısında ABD-İran arasında 1979 devriminden sonraki ilk diplomatik görüşmeye vesile oldu. Bağdat’ta, Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin makamında, ABD ve İran büyükelçilerinin yaptığı toplantı tarihi önemdeydi ve gündemi de Irak’taki güvenlik sorunuydu. İran’ın nükleer enerji meselesinde yürüttüğü pazarlık, Irak ve Afganistan’daki güvenliğin sağlanması karşılığında, İran’ın nükleer enerji programına izin verilmesi şeklinde gelişti.
Toparlarsak; İran’ın ABD’ye ‘direnişi’, anti-emperyalist olmasından kaynaklanmıyor. Bizzat kendisinin bölge çapında etkin bir sömürgeci güç olmak istemesinden kaynaklanıyor. Çatışan; İran bölgesel yayılmacılığıyla, ABD emperyalist sömürgeciliğidir. Nükleer silah geliştirirken de, Lübnan direnişini desteklerken de, Suriye’yle iyi ilişkiler kurarken de; hakeza Irak ve Afganistan’da ABD himayeci sömürgeciliğini desteklerken de, İran’ın politikası bütünlüklü ve tutarlıdır. Her bir somut durumda İran tekelci burjuvazisinin yayılmacı, hegemonyacı projesini geliştirebilecek, buna hizmet edebilecek adımları atmaktadır, mollalar cumhuriyeti. Ahmedinecad, bu devlet politikasının bir tarzını ifade ederken, Müsavi diğer tarzını ifade etmektedir. Ahmedinecad döneminde Afganistan ve Irak işgallerinin işbirlikçiliği sürerken, nükleer enerji programı, Lübnan Hizbullahı’nın desteklenmesi, Yahudi Soykırımını inkar etmek amaçlı uluslararası konferans vb. başlıklar öne çıkar. Musavi seçilseydi, nükleer enerji programı vb. sürdürülürken, Irak ve Afganistan’daki ABD’yle işbirliği politikaları öne çıkacaktı. Dolayısıyla, ne Ahmedinecad antiemperyalisttir, ne de Musavi ABD’nin adamıdır. İran’ın izlediği politikanın (özellikle İsrail’e karşı duruş noktasında) nesnel olarak ABD’nin, İsrail’in işini zorlaştırıcı yönleri olduğu açıktır. Devrimci politika, bu çelişkilerden yararlanmayı içerir. Ancak bunu, İran’ın antiemperyalist, Ahmedinecad’ın halkçı olduğu vb. noktasına götürmek, gerçeklerle alay etmektir.
Sonsöz: Nida’nın Nidası ve Devrimin Çağrısı
Bütün bu olguların ardından, muhataplarımızın İran ve Ahmedinecad üzerine dizdikleri tekinsiz övgüleri gözden geçirmelerini temenni ediyoruz.
Biz, İran halkının isyanı ve antiemperyalizm üzerine birkaç tamamlayıcı noktayı belirterek yazımızı sonlandıralım.
Dünya olaylarını dar bir anti-Amerikan kadrajdan görmeye çalışan analiz ölçeğinin yetersizliği ve sığlığı, İran demokratik halk ayaklanmasına yaklaşımda açıkça ortaya çıktı. Benzer sorunların, hemen hemen aynı muhatapların Çin’in Uygurlara yönelik katliamına yaklaşımında da ortaya çıktığını görüyoruz. Sorunun temelleri, daha derindedir.
1989-91 olaylarıyla revizyonist Sovyet blokunun dağılmasının ardından, Amerikan emperyalizmi, tek kutuplu bir dünyada hüküm sürmeye başladı. Bu “Yeni Dünya Düzeni” koşullarında, ABD = emperyalizm olarak kodlandı. Emperyalizmin rakipsiz hegemon gücü olarak ABD, dünya ölçeğinde emperyalizmin cisimleşmesi olarak boy gösterdi.
Ancak bugün, bu koşullar, değişmeye başlamıştır. Rusya, emperyalist bir güç olarak, askeri alanda toparlanmış, ekonomik güç biriktirme sürecindedir. Gürcistan Savaşı’nda ABD’ye karşı ilk önemli güç gösterisini yapmayı başardı. Çin, ekonomik ve askeri bir güç olarak, emperyalist gelişimini sürdürüyor. Hindistan, bölgesel yayılmacı bir güç olarak, ABD-AB bloku ile Rus-Çin bloku arasında bir yerde duruyor, son dönemde giderek ABD-AB’ye doğru yanaşıyor.
İran, ABD’nin yeni sömürgesi olmayan bir devlet olarak, bölgesel güç siyaseti izlemektedir. Bu amaçla, bir yandan emperyalist küresel ekonomiyle entegrasyon adımlarını atmakta, bir yandan Rusya ve Çin’le ilişkilerini geliştirmekte, diğer yandan kimi ABD işgallerine destek vererek güç devşirmeye çalışmaktadır.
Emperyalist dünya hala esasen tek kutupludur. ABD hegemonyasını sarsabilecek çapta bir emperyalist devlet görünmemektedir. Ancak ABD’nin yaşadığı ağır ekonomik kriz, Afganistan ve Irak’ta yaşadığı askeri yenilgiler, Rusya ve Çin’in ekonomik-askeri gelişimleri, bu gerçeğin değişmesi olasılığını doğurmaktadır. ABD emperyalizmi, potansiyel rakiplerinin işini zorlaştıracak, onları istikrarsızlaştıracak ulusal hareketleri, egemen sınıf bölünmelerini vb. destekleme siyaseti izliyor. ABD, Burma’daki halk isyanını da desteklemişti, Uygurları da destekledi, İran’daki isyanı da destekledi. Kosova’nın bağımsızlığını destekledi, Osetya’nıın bağımsızlığına karşı durdu vb.
Emekçi solunun kapsam alanındaki bazı parti, örgüt ve aydınlar, emperyalizmden sadece ABD emperyalizmini anlıyorlar ve dünyadaki tüm olaylara ABD’nin aldığı tutumların ışığında bakıyorlar. Tek kıstası/pusulası bu olanın, analizi de yüzeysel oluyor. Çin, Rusya, İran vb. ülkelerdeki gelişmeleri analiz ederken, içsel sınıf ilişkilerini görmeyen yüzeysel yaklaşımları buradan kaynaklanıyor. Bir halk hareketinin değerlendirmesinin tek kıstası ABD’nin tutumuna bakmak olamaz.
Bu türden analistlerle İran’daki bütün ilerici, devrimci ve sosyalist örgütlerin (Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri, İKP/MLM, Tudeh, İran Emek Partisi vb.) Haziran Ayaklanmasına yaklaşımlarının taban tabana zıt olması da bu yaklaşımların yüzeyselliğinin bir göstergesidir.[xxi]
Bu değişmekte olan koşullar altında, “antiemperyalizm” ile “anti-Amerikanizm”in ayrışması da daha gözle görülür, daha belirgin hale gelmektedir. Antiemperyalizmi halklara ait bir politik tutum olarak, halkların/ezilenlerin kurtuluşuna, özgürleşmesine hizmet eden bir tutum, bir hareket olarak görmek, ele almak doğrudur. Ulusal, sınıfsal ve cinsel baskının şampiyonlarının, emperyalist ekonomiyle bütünleşen ama siyaseten ona henüz entegre olmamış bazı devletlerin, kendi özgül gerici çıkarları için şu ya da bu emperyalist güçle çıkar çatışmasına düşmeleri mümkündür. Bu tavırlar, politikalar, nesnel olarak antiemperyalist rol de oynayabilir. Antiemperyalizmin kaynağı ise halklardır, ezilenlerdir. Onun bir devlet politikası haline gelebilmesi, o ülkede halkçı bir iktidarın varlığını gerektirir. (Örn; Küba, Venezuela)
Emperyalist ABD’nin İran’ı işgal girişimlerine karşı durmak; ama İran halklarının özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda İran mollalarının devletine karşı durmak… Bu ikili duruşun diyalektik bağı, ezilenlerin yanında saf tutmak olarak özetlenebilir.
İran halklarının isyanı, bölgemiz halklarının özgürleşmesine yapılmış gerçek bir katkıdır. Mollalar rejimini -yıkamasa da sarsan- bu halk girişkenliği, bölgemiz halklarının mücadele bilançosuna kaydolmuştur. Bölgemiz devriminin gelişimine hizmet etmektedir. Bu yeni halk dinamiği, onu kendi özgül emperyalist çıkarları nedeniyle destekleyen ABD’nin de, onu kendi ikbali için değerlendirmek isteyen Musavi’nin de çerçevesine sığmayacaktır.
Son bir sözü de Yürüyüş dergisinin şu satırlarıyla ilgili söyleyelim: “Emperyalist medya İran’da öldürülen Nida’dan bir devrim kahramanı yaratmaya çalışıyor”. Hayır, Nida ve onun şahsında sembolleşen İran kadını zaten devrim kahramanıdır. 1979 devriminde de onlar sokaktaydı, bugün de sokaktadır.
Yukarıda alıntıladığımız ve eleştiri konusu yaptığımız muhataplarımızın, İranlı kadınların isyanını tam bir duyarsızlıkla es geçmeleri herhalde ancak bu kadar soğuk ifade edilebilirdi. Nida’lar, halkı politik köle haline getiren, kadınları iki kere köle kılan bir rejime başkaldırdılar. Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.
Emperyalizme karşı mücadele, böylesi halk başkaldırılarının, egemenleri aşarak, kendi örgütlenmelerini yaratarak halk devrimlerine dönüşmesi yolundan ilerleyecek.
NOTLAR
[i] Sloganları İran KP (MLM)’den aktaran, bianet.org
[ii] Roberl Fisk, İran’ın Kader Günü, atilimhaber.org
[iii] Kaveh Ehsani, Arang Keshavarzılan ve Norma Clai-re Moruzzi, “Tehran, June 2009,” Mıddle Easl Repon Online, 28 Haziran, 2009
[iv] animperialista.org
[v] globalresearch.ca
[vi] 18/06/09, Evrensel
[vii] yuruyus.com
[viii] haberajans.com
[ix] Bu verileri, dissidentvoice.org’da yer alan Billy Wharton’un “Selling Iran: Ahmadinejad, Privatizacion…” başlıklı yazısından ve Euromoney dergisinin Eylül 2008 sayısında yer alan Dominic O’Neill’ in “Iran: Privatization Ahmadinejad style” başlıklı yazıdan aldık.
[x] Iran Daily, 02/17/08, akt: Billy Wharton
[xi] Dominic O’Neill, Euromoney, agy.
[xii] Kaveh Ehsani, Arang Keshavarzian ve Norma Claire Moruzzi, “Tehran, June 2009,”
Middle Easl Repon Online, 28 Haziran, 2009
[xiii] Dominic O’Neill, Euromoney, agy.
[xiv] İtimad Gazetesi, 29 Şubat, 2007’den aktaran: Kaveh, Ehsani’nin “Survival Through Dispossession: Privatization of Public Goods in the Islamic Republic yazısı, Middle East Report Online
[xv] Iran Daily, 02/12/08, akt: Billy Wharton
[xvi] Kaveh Ehsani vd. “Tehran, June 2009″
[xvii] Kaveh Ehsani “Survival Through Dispossession: Pnvatization of Public Goods in the Islamic Republic”, Middle East Report Online
[xviii] Hillary Mann, US Diplomacy wilh Iran: Limils of Tactical Engagement, 7 Ekim 2007.Oldukça ilginç olan bu raporun tam metni, şu adresten indirilerek okunabilir: nationalsecurity.oversight.house.gov/documents/2007 1107175322.pdf
[xix] Fars Haber Ajansı, 2009-01-27
[xx] İslami Azad Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler doçenti olan Kayhan Barzegar’ın yazdığı “İşgal-sonrası Irak’la İran’ın dış politikası” başlıklı yazıya bkz. Middle East Policy dergisi, Kış 2008
[xxi] Bu örgütlerin açıklamalarının Türkçe çevirilerini alilimhaber.org sitesinde okuyabilirsiniz.