Çeviren: Onur Yılmaz
Editörün notu:
Çevirisini okuyacağınız bu yazı ilk olarak Climate & Capitalism (İklim & Kapitalizm) sitesinde 22 Nisan 2021 tarihinde yayınlandı. Yazıda, yıllarını çevre ve iklim bilimine adamış üç bilim insanının geriye dönük eleştiri ve öz eleştirilerini bulacak, bilim dünyasının örtük tercihlerine ve yapısal körlüklerine dair ipuçlarıyla karşılaşacaksınız. Yazarlar genelde ekolojik yıkım, özeldeyse burjuva bilime dair kapsamlı politik tespitlerde bulunmasalar da, solu da kısmen kapsayarak son yılların moda kavramı haline gelen ‘net sıfır’ hedefi konusunda önemli bir içgörü sağlıyorlar. Yazıyı bu nedenle çevirmek ve Türkiyeli okuyucunun ilgisine sunmak istedik.
Bazen idrak, kör edici bir parlamanın ardından gelir. Bulanık hatlar yerine oturur ve birden her şey mantıklı hale gelir. Bu tür bir aydınlanmanın altında genelde çok daha yavaş beliren bir süreç yatar. Aklının bir köşesinde şüpheler büyür. Şeylerin birbirine bu kadar iyi uyacak şekilde yapılamayacağına dair şaşkınlık hissi içeride bir şey çıtırdayana kadar artar. Ya da belki de bir şey çatırdayana kadar.
Biz bu makalenin üç yazarı toplamda iklim değişikliği üzerine düşünmeye 80 yıldan fazla harcamış olmalıyız. Net sıfır kavramının bariz tehlikeleri üzerine konuşmamız için neden bu kadar zaman geçmesi gerekti? Kendimizi savunmak adına denebilir ki net sıfırın öncülleri aldatıcı bir şekilde basitti ve kabul ediyoruz ki bu bizi aldattı.
İklim değişikliğinin neden olduğu tehditler atmosferde çok fazla karbon olmasının doğrudan sonucu. Bu yüzden bunu takiben daha fazla salmayı bırakmamız ve hatta bir kısmını ortadan kaldırmamız gerektiği fikri gelir. Bu fikir dünyanın felaketten kaçınmak için mevcut planının merkezinde yer alıyor. Hatta, kitlesel ağaç dikiminden havadaki karbondioksidi emecek yüksek teknolojili hava yakalama cihazlarına bunun gerçekte nasıl yapılacağına dair birçok öneri mevcut.
Güncel konsensüs, bunları ve diğer sözde “karbondioksit giderme” tekniklerini işe koşarken aynı anda fosil yakıt yakma miktarımızı azaltırsak küresel ısınmayı daha hızlı durdurabileceğimiz yönünde. Ümit edilen odur ki bu yüzyılın ortasında “net sıfıra” ulaşacağız. Burası, geriye kalan tüm sera gazı salımının onları atmosferden çeken teknolojilerle dengelendiği nokta.
Bu müthiş bir fikir, ama prensipte. Ne yazık ki pratikte, teknolojik kurtuluşa olan inancı sürdürmeye imkan sunarken salımların şu an frenlenmesi etrafında gelişen aciliyet duygusunu dindiriyor.
Net sıfır fikrinin, karbon salımlarının tırmanmaya devam etmesini sağlayan düşüncesizce kibirli bir “şimdi yak, sonra öde” yaklaşımına yol verdiğini acı verici bir şekilde idrak ettiğimiz yerdeyiz. Dahası bu yaklaşım bugün ormansızlaştırmayı artırarak doğal dünyanın yıkımını hızlandırırken gelecekte daha çok yıkımın olması riskini de büyük ölçüde artırdı.
İnsanlığın medeniyeti bahse konu ederek nasıl geleceğin çözümlerine dair vaatlerden daha fazlası olmayan şeyler lehine kumar oynadığını, bunun nasıl gerçekleştiğini anlamak için iklim değişikliğinin uluslararası sahneye çıktığı 1980’lerin sonuna dönmeliyiz.
Net Sıfıra Doğru Adımlar
22 Haziran 1988’de prestijli bir görevlendirme olarak görülen ancak akademi dışında büyük oranda bilinmeyen James Hansen NASA’nın Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü’nde yöneticiydi.
23’ü öğleden sonrasına gelindiğinde ise dünyanın en ünlü iklim bilimcisi olma yolunda epey yol almıştı. Bu, Dünya’nın ikliminin ısındığının ve başlıca nedenin insanlar olduğunun kanıtlarını adli bir vaka olarak sunduğu ABD Kongresindeki ifadesinin doğrudan bir sonucuydu: “Sera etkisi tespit edildi ve şu an iklimimizi değiştiriyor.”
Hansen’in o günkü ifadesine göre hareket etmiş olsaydık ısınmayı yaklaşık üçte iki şansımız olacak şekilde 1,5 °C’nin altında sınırlama hedefi için toplumlarımızı yıllık % 2’lik bir azaltım hızıyla karbonsuzlaştırabilecektik. Çok büyük bir meydan okuma olacaktı ancak o zamanki ana görev sadece gelecek salımlarımızı adil bir şekilde paylaşırken fosil yakıt kullanımının ivmelenmesini durdurmak olacaktı.
Dört yıl sonra, bunun mümkün olacağına dair bir umut ışığı vardı. Rio’daki 1992 Yeryüzü Zirvesi sırasında tüm uluslar iklime tehlikeli bir müdahaleye yol açmadıklarından emin olmak için sera gazı konsantrasyonlarını sabitlemede hemfikirdiler. 1997 Kyoto Zirvesi bu hedefi fiiliyata geçirmeye başlama girişimi oldu. Ancak yıllar geçtikçe baştaki bizi güvende tutma görevi, fosil yakıt kullanımının süreğen artışına bakıldığında giderek daha da zor hale gelmişti.
Sera gazı salımlarını ekonominin farklı sektörleri üzerindeki etkilere bağlayan ilk bilgisayar modelleri yaklaşık o zamanlarda geliştirilmişti. Bu hibrit iklim-ekonomi modelleri Entegre Değerlendirme Modelleri (IAM) olarak bilinir. Bunlar, örneğin yatırımlardaki ve teknolojideki değişimin sera gazı salımlarında nasıl bir değişime yol açabileceğini inceleyerek modellemecilere ekonomik faaliyet ile iklim arasında bağ kurma imkanı verir.
Bir mucize gibi görünüyorlardı: politikaları uygulamadan önce bilgisayar ekranında deneyebiliyor ve insanlığı maliyetli denemelerden koruyabiliyordunuz. Hızla iklim politikaları için anahtar bir kılavuz haline geldiler. Bugüne kadar sürdürdükleri bir üstünlük.
Ne yazık ki bunlar aynı zamanda derin eleştirel düşünme gereğini de ortadan kaldırdılar. Bu tür modeller toplumu idealize, duygusuz alıcılar ve satıcılar ağı olarak görüyordu ve böylece karmaşık toplumsal ve politik gerçeklikleri ya da hatta iklim değişikliğinin etkilerinin kendisini bile görmezden geliyordu. Bunların üstü kapalı vaadi piyasa temelli yaklaşımların daima çalışacağı idi. Bu, politikacılar için politikalar üzerine tartışmaların en uygun olanlarla sınırlı olacağı anlamına geliyordu: yasamada ve vergilerde giderek artan değişiklikler şeklinde.
Modeller ilk geliştirildikleri zamanlarda, ABD’nin ormanlarının karbon yutakları sayılmasına izin verilerek ABD’nin eyleme geçmesini sağlama yönünde çabalar sarf edildi. ABD, ormanlarını iyi yönetirse kömür, petrol ve gaz yakmasını sınırlama zorunluluğundan düşülmesi gereken yüksek miktarda karbonu ağaçlarda ve toprakta depolayabileceğini savunuyordu. Sonunda ABD büyük ölçüde istediğini elde etti. İronik bir şekilde ABD senatosu anlaşmayı hiçbir zaman onaylamadığı için verilen tavizlerin hepsi boşunaydı.
Daha çok ağacın olduğu bir gelecek varsayımı şimdi artık yakılan kömür, petrol ve gazı gerçekten dengeleyebilirdi. Modeller atmosferik karbondioksidin istenildiği kadar aşağı indiğini gösteren sayıları kolaylıkla bolca üretebildiğinden fosil yakıt kullanımını azaltmak için aciliyet algısını düşürecek, giderek daha sofistike senaryolar araştırılabilirdi. İklim-ekonomi modellerine karbon yutakları dahil edilerek Pandora’nın kutusu açılmış oldu.
Bugünkü net sıfır politikalarının doğuşunu burada buluyoruz.
Bununla beraber 1990’ların ortasında dikkatlerin çoğu enerji verimliliği, (Birleşik Krallık’ın kömürden gaza geçişi gibi) enerji değiştirme ve büyük miktarlarda karbonsuz elektrik sağlamak için nükleer enerji potansiyelini artırma üzerineydi. Bu tür inovasyonların hızlıca fosil yakıt salımlarındaki artışı tersine çevireceği umudu vardı.
Ancak yeni milenyumun başına gelindiğinde bu tür umutların temelsiz olduğu açıktı. Merkezi varsayımlarının artımlı değişim beklentisi olduğuna bakıldığında ekonomik iklim modellerinin tehlikeli iklim değişikliğini önlemek için uygun yollar bulması giderek daha zor hale geliyordu. Buna karşılık olarak modeller, kömürle çalışan santrallerden kaynaklanan karbondioksidi çekip sonra yakalanan karbonu sonsuza kadar yerin altında derinlere depolayabilecek bir teknoloji olan karbon yakalama ve depolama örneklerini giderek daha fazla içermeye başladı.
Bunun prensipte mümkün olduğu gösterilmişti: 1970’lerden bu yana bir dizi projede sıkıştırılmış karbondioksit, fosil gazdan ayrıştırılmış ve sonra yeraltına enjekte edilmişti. Bu Gelişmiş Petrol Geri Kazanımı tasarımları, petrolü sondaj kulelerine doğru iteklemek için gazları petrol kuyularına basmak ve böylece daha fazla petrolü kazanmak için tasarlanmıştı, daha sonra yakılacak ve atmosfere daha da fazla karbondioksit salacak petrolü.
Karbon yakalama ve depolama, karbondioksidi daha fazla petrol çıkarmak için kullanmak yerine atmosferden çekecek ve yeraltında bırakacak bir ters yüz etmeyi ortaya atmış oldu. Vadedilen bu çığır açıcı teknoloji iklim dostu kömüre ve böylece bu fosil yakıtın süregelen kullanımına imkan sunacaktı. Ancak dünya bu tür tasarımlara tanıklık etmeden çok daha önce varsayımsal süreç, iklim-ekonomi modellerine dahil edilmişti. Sonunda, salt karbon yakalama ve depolama beklentisi bile politika yapıcılara sera gazı salımlarını kesmede çok ihtiyaç duyulan çıkış yolunu vermiş oldu.
Net Sıfırın Yükselişi
Uluslararası iklim değişikliği topluluğu 2009’da Kopenhag’da toplandığında karbon yakalama ve depolamanın iki nedenden dolayı yeterli olmayacağı açıktı.
İlki, halen mevcut olmayışıydı. Hiçbir kömürlü güç santralinde faaliyette olan hiçbir karbon yakalama ve depolama tesisi ve öngörülebilir gelecekte artan kömür kullanımı kaynaklı yükselen salımlar üzerinde bu teknolojinin herhangi bir etki yapacağına dair hiçbir beklenti yoktu.
Uygulamaya koyulmasının önündeki en büyük engel esasen maliyetti. Devasa miktarlarda kömür yakma motivasyonu görece ucuz elektrik üretmekten geliyordu. Mevcut güç santrallerindeki karbon temizleme kulelerini güçlendirmek, yakalanan karbonu iletmek için altyapı inşa etmek ve uygun jeolojik depolama sahaları oluşturmak çok büyük meblağlar gerektiriyordu. Sonuçta o zaman – ve hâlâ – gerçekten faal olan tek karbon yakalama uygulaması gelişmiş petrol geri kazanım tasarımlarındaki hapsedilmiş gazı kullanma uygulamasıdır. Gösterim için olan tekil örneklerin ötesinde bir kömürlü güç santrali bacasından herhangi bir karbondioksit yakalanması ve yakalanan karbonun sonra yeraltında depolanması hiç olmadı.
Bunun kadar önemli olan ise 2009’a gelindiğinde politika yapıcıların talep ettiği kademeli azaltımı sağlamanın bile mümkün olmadığının giderek daha açık hale gelmesiydi. Karbon yakalama ve depolama yükselişte ve işliyor olsa bile durum bu noktaya gelmişti. Her yıl havaya salınan karbondioksit miktarı insanlığın hızla zamanının dolduğu anlamına geliyordu.
İklim krizine bir çözüm bulma umudu bir kez daha solup gitmekteyken başka bir sihirli değnek gerekiyordu. Sadece atmosferdeki artan karbondioksit konsantrasyonunu yavaşlatmak için değil, onu gerçekten geri çevirmek için de ihtiyaç duyulan bir teknoloji. Buna yanıt olarak – halihazırda bitki temelli karbon yutakları ve jeolojik karbon depolarını modellerine dahil edebilen – iklim-ekonomi modelleme topluluğu bu ikisini birleştiren “çözümü” giderek daha fazla benimsedi.
Ki hızla öne çıkan bu yeni kurtarıcı teknoloji Biyoenerjili Karbon Yakalama ve Depolama, ya da kısaca BECCS idi. Güç santrallerinde kömür yerine odun, hasat ve tarımsal atıklar gibi “yerine konulabilir” biyokütleyi yakarak ve sonra güç santrallerinin bacasından karbondioksidi yakalayıp yeraltına depolayarak BECCS atmosferden karbondioksidi çekerken aynı anda elektrik de üretebilirdi. Bu, ağaçlar gibi biyokütleler büyürken atmosferden karbondioksidi çektikleri için böyledir. Ağaç ve diğer biyoenerji bitkileri yetiştirerek ve onlar yakıldığında çıkan karbondioksidi depolayarak atmosferden daha fazla karbon çekilebilirdi.
Eldeki bu yeni çözümle uluslararası toplum iklime tehlikeli müdahalemizi dizginlemek için başka bir girişimde bulunmak üzere tekrarlanan başarısızlıkların ardından yeniden toplandı. Kritik 2015 Paris iklim konferansı için sahne hazırdı.
Sahte Bir Paris Şafağı
Genel sekreteri 21. BM iklim değişikliği konferansını sona erdirirken kalabalıktan büyük bir gürültü koptu. İnsanlar ayağa fırladı, yabancılar birbirine sarıldı, uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerden gözyaşları boşandı.
13 Aralık 2015’teki duygu seli yalnızca kameralar orada olduğu için değildi. Paris’teki haftalar süren yorucu üst düzey müzakerelerin ardından nihayet bir atılım elde edilmişti. Tüm beklentilerin aksine yanlış başlangıçlar ve başarısızlıklarla geçen on yılların ardından uluslararası toplum nihayet küresel ısınmayı endüstri öncesi seviyelere göre 2 °C’nin oldukça altında, mümkünse 1,5 °C’de sınırlamak için yapılması gerekenler konusunda anlaşmaya varmıştı.
Paris Anlaşması, iklim değişikliğinden dolayı en büyük risk altında olanlar için müthiş bir zaferdi. Zengin endüstriyelleşmiş uluslar küresel sıcaklıklar yükseldikçe giderek daha fazla etkilenecekler. Ancak çok yakın bir varoluşsal risk altında olanlar, Maldivler ve Marshall Adaları gibi alçak rakımlı ada devletleriydi. Daha sonraki bir BM özel raporunun ortaya koyduğu gibi eğer Paris Anlaşması küresel ısınmayı 1,5 °C’de sınırlamayı başaramazsa daha şiddetli fırtına, yangın, sıcaklık dalgası, kıtlık ve sellerde kaybedilecek yaşamların sayısı çok ciddi oranda artacaktı.
Ancak biraz daha derine kazdığınızda 13 Aralık’ta delegelerin içinde gizlenmiş bir başka duyguyu daha bulabilirdiniz. Şüphe. O dönem Paris Anlaşması’nın uygulanabilir olduğunu düşünen herhangi bir iklim bilimci ismi bulmakta oldukça zorlandık. O zamandan bu yana bazı bilim insanlarının Paris Anlaşması için “iklim adaleti için elbette çok önemli ancak işletilemez” ve “tamamen bir şok, kimse 1,5 °C’de sınırlamanın mümkün olduğunu düşünmüyor” dediklerine tanık olduk. Isınmayı 1,5 °C’de sınırlamanın mümkün olabilirliğinden ziyade IPCC’ye müdahil kıdemli bir akademisyen, bu yüzyılın sonunda 3 °C’nin ötesine doğru gidiyoruz sonucuna da ulaşmıştı.
Şüphelerimizle yüzleşmek yerine biz bilim insanları, içinde daha güvenli olacağımız daha detaylı fantezi dünyaları inşa etmeye karar verdik. Korkaklığımızın bedeli: gezegensel çapta çekilmesi gereken karbondioksidin miktarının sürekli büyüyen saçmalığı hakkında ağızlarımızı kapalı tutma zorunluluğu idi.
Sahnenin ortasında artık BECCS vardı çünkü bu kez iklim-ekonomi modellerinin Paris Anlaşması’yla uyumlu olacak senaryolar bulabilmesinin tek yolu buydu. Stabil hale getirmek bir yana küresel karbondioksit salımları 1992’den beri yaklaşık % 60 artmıştı.
Ne yazık ki BECCS, tıpkı tüm önceki çözümler gibi gerçek olamayacak kadar iyiydi.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından oluşturulan sıcaklık artışını 1,5 °C’de sınırlama şansının % 66 ya da daha yüksek olduğu senaryoların hepsinde BECCS’in her yıl 12 milyar ton karbondioksidi ortadan kaldırması gerekiyor. Bu çapta bir BECCS uygulaması devasa büyüklükte ağaç ve biyoenerji bitkileri dikme planları gerektiriyor.
Yeryüzünün kesinlikle daha fazla ağaca ihtiyacı var. İnsanlık, yaklaşık 13 bin yıl önce başladığımız tarımdan bu yana neredeyse 3 trilyon ağaç kesti. Fakat ekosistemlerin insan etkisinden iyileşmesine ve ormanların yeniden büyümesine izin vermektense BECCS genel olarak, orman gövdesi, kökleri ve toprağında karbon saklama işlevi görmesi yerine biyoenerji için düzenli olarak hasadı yapılan, bu iş için ayrılmış, endüstriyel ölçekli plantasyonlara yönelir.
Mevcut durumda en verimli iki biyoyakıt, her ikisi de tropiklerde yetişen, biyoetanol için şeker kamışı ve biyodizel için palmiye yağıdır. Bu kadar hızlı büyüyen monokültür ağaçlar ya da sık aralıklarla hasadı yapılan diğer biyoenerji bitkilerinden oluşan sonsuz plantasyon dizileri biyoçeşitliliği yerle bir eder.
BECCS’in 0,4 ilâ 1,2 milyar hektarlık alana ihtiyaç duyacağı hesaplanıyor. Bu, mevcut ekim dikim yapılan tüm alanların %25 ilâ % 80’ine denk gelebilecek bir büyüklük. Bir yandan yüzyılın ortasına gelindiğinde nüfusu 8-10 milyarı bulacak insanları beslerken ya da yerli bitki örtüsünü ve biyoçeşitliliği yok etmeden aynı anda bu nasıl başarılacak?
Milyarlarca ağaç yetiştirmek, insanların halihazırda susuzluk çektiği bazı bölgeler dahil, muazzam miktarda su tüketecek. Yüksek enlemlerdeki orman örtüsünü artırmak toplamda daha da ısıtıcı bir etkide bulunabilir çünkü otlakları ve arazileri ormanlarla değiştirmek toprak yüzeyinin daha koyu renkte olması demek. Bu daha koyu renkli alanlar Güneş’ten daha fazla enerji emerek sıcaklıkları artırabilir. Daha yoksul tropikal ülkelerde geniş plantasyonlar geliştirmeye odaklanmak insanların yaşam alanlarından sürülmesi gerçek tehdidini de beraberinde getiriyor.
Ve ağaçların ve arazilerin genel olarak devasa miktarda karbonu doğal karasal karbon yutağı denilen özelliği aracılığıyla zaten sünger gibi çektiği ve depoladığı sıklıkla unutulur. Buna müdahale etmek hem bu yutağı bozup kesintiye uğratabilir hem de hesaplamada çifte sayıma neden olabilir.
Bu etkiler giderek daha iyi anlaşıldıkça BECCS etrafında gelişen iyimserlik hissi gözden kayboldu.
Boş Hayaller
Sürekli artan salımları ve BECCS’in sınırlı potansiyeli ışığında Paris’in ne kadar zor olacağına dair gün yüzüne çıkan farkındalık göz önünde bulundurulduğunda politik çevrelerde yeni bir moda sözcük ortaya çıktı: “aşma senaryosu”. Sıcaklıkların kısa vadede 1,5 °C’nin ötesine geçmesine izin verilecek, ancak sonra yüzyılın sonuna kadar çeşitli karbondioksit giderme yöntemleriyle bunun altına çekilecek. Bu net sıfırın aslında negatif karbon anlamına gelmesi demek. Birkaç on yıl içinde, uygarlığımızı güncel haliye her yıl atmosfere 40 milyar ton karbondioksit pompalayan halinden on milyarlarca tonluk bir net eksiltme sağlayan bir haline dönüştürmemiz gerekecek.
Biyoenerji ya da bir denkleştirme girişimi olarak kitlesel ağaç dikimi fosil yakıt kullanımındaki kesintileri geciktirmek için öne sürülen en son girişim oldu. Ancak sürekli artan karbon giderme ihtiyacı daha fazlasının yapılmasını istiyor. Şimdilerde bazılarının gündemdeki en vaatkâr teknoloji olarak lanse ettiği havanın doğrudan yakalanması fikri bu nedenle kendine zemin buldu. Kendisine güç verecek rüzgar ve güneş panelleri için gereken alan da dahil olmak üzere faaliyette olması için BECCS’ten ciddi oranda daha az alana ihtiyaç duyduğundan genel olarak ekosistemlere karşı daha zararsızdır.
Maalesef havanın doğrudan yakalanmasının bir gün geniş ölçeklerde kullanımı uygulanabilir hale gelirse fahiş maliyeti ve enerji gereksinimi nedeniyle, birinci sınıf tarım arazisi için açgözlü iştahıyla bilinen BECCS’e karşı rekâbet edemeyeceğine yaygın bir şekilde inanılıyor.
Yolculuğun nereye doğru ilerlediği şimdi daha açık hale gelmiş olmalı. Her sihirli teknolojik çözüm serabı yok olduğunda aynı derecede, çalışamayacak başka bir alternatif onun yerine almak üzere çıkageliyor. Sıradaki şimdiden ufukta belirdi, ve bu daha da berbat. Net sıfırın zamanında gerçekleşmeyeceğini ya da hiç gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediğimizi fark ettiğimizde jeomühendislik – Yeryüzü’nün iklim sistemine kasıtlı ve geniş çaplı müdahale – muhtemelen sıcaklık artışlarını sınırlamak için çözüm olarak çağrılacak.
Üzerine en fazla araştırma yapılmış jeomühendislik fikirlerinden biri, Güneş’ten gelen enerjinin bir kısmını Dünya’dan yansıtacak milyonlarca ton sülfürik asidin stratosfere enjekte edilmesi olan güneş radyasyonu yönetimi (SRM). Bu çılgın bir fikir, ancak bazı akademisyenler ve politikacılar çok önemli risklere rağmen ölümüne ciddiler. ABD Ulusal Bilimler Akademisi örneğin jeomühendisliğin nasıl işe koşulabileceği ve düzenlenebileceğini araştırmak üzere önümüzdeki 5 yıl boyunca 200 milyon doların ayrılmasını tavsiye etti. Bu alandaki finansman ve araştırma kesinlikle ciddi ölçüde artacak.
Acı Gerçekler
Prensipte karbondioksit giderme önerilerinde yanlış veya tehlikeli hiçbir şey yok. Aslında karbondioksit konsantrasyonlarını azaltmanın yollarını geliştirmek kulağa son derece heyecan verici geliyor olabilir. İnsanlığı felaketten kurtarmak için bilimi ve mühendisliği kullanıyorsunuz. Yaptığınız şey önemli. Havacılık ve çimento üretimi gibi sektörlerden kaynaklanan salımların bir kısmını temizlemek için karbon gidermenin gerekli olacağı da fark ediliyor. Dolayısıyla, bir dizi farklı karbondioksit giderme yaklaşımının küçük bir rolü olacaktır.
Sorunlar, bunların geniş ölçekte işe koşulabileceği varsayıldığında ortaya çıkıyor. Bu, fosil yakıtların sürekli yanması ve habitat tahribatının hızlanması için gerçekte bir açık çek işlevi görüyor.
Karbon azaltma teknolojileri ve jeomühendislik, insanlığı hızlı ve yıkıcı çevresel değişimden uzaklaştırabilecek bir tür fırlatma koltuğu olarak görülmelidir. Tıpkı bir jet uçağındaki fırlatma koltuğu gibi sadece en son çare olarak kullanılmalıdır. Bununla birlikte, politika yapıcılar ve işletmeler, medeniyetimizi sürdürülebilir bir varış noktasına indirmenin bir yolu olarak oldukça spekülatif teknolojilerin uygulanması konusunda tamamen ciddi görünüyorlar. Oysa, bunlar peri masallarından başka bir şey değil.
İnsanlığı güvende tutmanın tek yolu, sera gazı salımlarında toplumsal olarak adil bir yoldan acil ve süreğen radikal kesintilerdir.
Akademisyenler tipik olarak kendilerini toplumun hizmetkârı olarak görürler. Gerçekten de birçoğu kamu hizmetlisi olarak istihdam edilmektedir. İklim bilimi ve politikası arayüzünde çalışanlar ise giderek zorlaşan bir sorunla umutsuzca boğuşuyorlar. Benzer şekilde, iklimle ilgili etkili eylemleri geriye düşüren engelleri aşmanın bir yolu olarak net sıfırı savunanlar da kendilerince en iyi niyetle çalışıyorlar.
Trajedi, kolektif çabalarının hiçbir zaman, yalnızca dar, bir dizi senaryonun araştırılmasına izin veren iklim politikası sürecine etkili bir meydan okuma oluşturamamasıdır.
Çoğu akademisyen, günlük işlerini daha geniş toplumsal ve politik kaygılardan ayıran görünmez çizgiyi aşmaktan belirgin bir şekilde rahatsızlık duyar. Belirli konuların savunucusu ya da karşıtı olarak görülmenin kendi algılarındaki bağımsızlıklarını tehdit edebileceğine dair gerçek korkular var. Bilim insanları en güvenilir mesleklerden birini icra ediyorlar. Güven inşa etmek çok zor ama yıkmak kolaydır.
Ancak akademik dürüstlüğü korumak ile otosansürü birbirinden ayıran görünmez bir çizgi daha var. Bilim insanları olarak bize şüpheci olmamız, hipotezleri zorlu testlere ve sorgulamalara tabi tutmamız öğretildi. Fakat, insanlığın karşılaştığı belki de en büyük zorluk söz konusu olduğunda, çoğu zaman eleştirel analizde tehlikeli bir eksiklik gösteririz.
Bilim insanları Paris Anlaşması, BECCS, denkleştirme, jeomühendislik ve net sıfır hakkında önemli şüphelerini özelde dile getiriyorlar. Bazı önemli istisnalar dışında, toplum içinde ise sessizce işimize devam eder, fon başvurusunda bulunur, makaleler yayınlar ve derslere gireriz. Yıkıcı iklim değişikliğine giden yol, fizibilite çalışmaları ve etki değerlendirmeleriyle açılmaktadır.
Durumumuzun ciddiyetini kabul etmek yerine, net sıfır fantezisine katılmaya devam ediyoruz. Gerçeklik dişlerini gösterdiğinde ne yapacağız? Arkadaşlarımıza ve sevdiklerimize sesimizi şimdi çıkarma konusundaki başarısızlığımız hakkında ne diyeceğiz?
Korkularımızı dile getirmenin ve toplumun daha geniş kesimlerine karşı dürüst olmanın zamanı geldi. Mevcut net sıfır politikaları, asla öyle olması amaçlanmadığı için ısınmayı 1,5 °C’de tutmayacak. Onlar, iklimi değil, işleri her zamanki gibi koruma ihtiyacıyla yönlendirildi ve hâlâ da öyle yönetiliyorlar. İnsanları güvende tutmak istiyorsak, karbon salımlarında büyük ve sürekli kesintilerin şimdi gerçekleşmesi gerekiyor. Bu, tüm iklim politikalarına uygulanması gereken çok basit bir turnusol kâğıdıdır. Hüsnü kuruntunun zamanı doldu.
James Dyke, Exeter Üniversitesi’nde Küresel Sistemler’de kıdemli öğretim görevlisi. Robert Watson, Doğu Anglia Üniversitesi’nde Çevre Bilimleri’nde emekli profesör. Wolfgang Knorr Lund Üniversitesi’nde Fiziksel Coğrafya ve Ekosistem Bilimi’nde kıdemli araştırmacı.