Jean-Paul Sartre, Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde şöyle der:
On yedinci ve yirminci yüzyıl arasında, onlara damgasını vuranlarca belirlenen üç dönem vardır: Descartes ve Locke’un ‘moment’i, Kant ve Hegel’inki, ve son olarak Marks’ınki. Bu üç felsefe, her biri kendi döneminde, bütün özgün düşüncelerin bereketli toprağı ve bütün kültürün ufku haline geldiler, bunların ifade ettiği tarihsel moment insanlık tarafından aşılmadıkça, bu düşüncelerin de ilerisine geçilmesi söz konusu olmadı. Pek çok kere, bir ‘anti-Marksist’ fikrin, sadece Marksizm-öncesi bir düşüncenin yeniden canlandırılmasından ibaret olduğunu vurgulamışımdır. Marksizm’in ‘ötesine geçmek’ denilen şey, en kötü ihtimalle Marksizm-öncesine bir geri dönüş olacaktır, en iyi ihtimalle ise, kişinin aştığına inandığı felsefenin zaten içinde olan bir düşüncenin yeniden keşfi. (Sartre, 1960)
Karl Marks’ın üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına dayanan iktisadi kurtuluş programını “aşarak” ekonomik komünler federasyonuna dayalı bir programa “ulaşanlar”, bana Sartre’ın bu sözünü anımsatıyor. Fakat gerçekte, Marks’ın bilimsel sosyalizmi bizzat, ütopik sosyalizmin, anarşizmin ve Eugen Dühring gibi reformistlerin “ekonomik komünler federasyonu” programının aşılmasıydı. Burada sadece Friedrich Engels’in bu konuda Dühring’le giriştiği tartışmayı anımsatmakla yetineceğiz.
Engels’in ansiklopedik eseri Anti-Dühring, Almanya işçi hareketi içinde boy gösteren ve kendisini sosyalizmin yeni peygamberi ilan ederek Marks’ın teorisine saldıran Eugen Dühring’in görüşlerinin eleştirisi üzerine kuruludur. Dühring’in işçi sınıfının ekonomik kurtuluşuna dair programı, “toplumun doğal ekonomik sistemi” olarak adlandırdığı “ekonomi komünleri federasyonu”ndan oluşuyordu (Engels, 2000: 377).
Dühring’in söz oyunlarını, Marks’a üstünlük taslamalarını ve Engels’in bunlara verdiği yanıtları burada bir kenara bırakacağız. Dühring’in programının içeriğine ve Engels’in buna dair eleştirilerine yer vereceğiz.
Üretim Tarzının Dönüşümü
Dühring’in ekonomi komünleri federasyonu, “ortak faaliyet ve ürüne ortak katılım için bir toprak bölgesi ve bir grup üretim kurumuna sahip olma kamusal hakkıyla birleşen bir kişiler topluluğu” anlamına geliyordu (2000: 378). Burada söz konusu olan, Marks’taki gibi bir toplumsal mülkiyet değildi, ekonomi komünleri kendi üretim araçları üzerinde mülkiyete sahip olacaklardı. Üretim araçları böylelikle grup mülkiyeti altında olacaktı. Bu ekonomi komünlerinin, “kendi emek araçları üzerindeki kamusal hakkı, en azından tüm diğer ekonomi komünlerine karşı ve topluma ve devlete karşı da dışlayıcı bir mülkiyet hakkıdır” (2000: 379). Fakat, çeşitli ekonomi komünleri arasında belirli yasalara ve idare normlarına göre serbest dolaşım ve yeni üyelerin alınması zorunluluğu mevcut olduğundan tek başına davranma gücüne de sahip olmamalıdırlar. Zengin ve yoksul komünler olacaktır ve denge, nüfusun zengin komünlere akını ve yoksul komünleri terk etmesiyle kurulacaktır. Dühring, çeşitli komünler arasındaki rekabeti sınırlayacak bir ulusal ticaret örgütünün kurulmasından yanadır, ama bu insanları rekabetten ve onun sonuçlarından kurtarmayacaktır.
Engels’in Dühring’e sorduğu ilk soru, “bu üretim nasıl yapılacak” sorusudur. Üretim tarzı değişecek mi? İş bölümü varlığını koruyacak mı? “İlk büyük toplumsal iş bölümü” olan kentle kır arasındaki ayrım ne olacak?
Dühring’e göre, kent ve kır arasındaki antagonizma, “eşyanın doğası gereği kaçınılmaz”dır.
Yine, Dühring’in ekonomik komünlerinde tek yanlı iş bölümü sürecek ve kişi, “kendini yalnızca bir etkinlik türüne verecektir.” (2000: 380) Yeni bir üretim kolunun yerleştirilmesi söz konusu olduğunda, sorun basitçe, kendini belli bir maddenin üretimine verecek belli sayıda varlığın yaratılıp yaratılmayacağından ibarettir. Dühring’in sosyal programında da “yaşam tarzı bakımından birbirinden ayrılan iktisadi tipte” insanlar var olacaktır.
Yani, Engels’in ifadesiyle, Dühring’in komünlerinde, “üretim alanı içinde her şey, aşağı yukarı eskisi gibi kalıyor. … üretim tamamen eski usülde (yapılacak), ne var ki, kapitalistin yerini komün alacak.” (2000: 379-80) Gerçekte günümüz üretici güçlerinin en iyi halde ancak küçük bir kısmını kapsayabilecek (bankaları, büyük fabrikaları ve büyük çiftlikleri bu tarzda yönetemezsiniz) tersine, onları küçük parçalara bölerek verimsizleştirecek böyle bir komünler sisteminin, üretici güçleri ileriye götürmeyeceği için üretim tarzını da devrimci yönde dönüştürmesi zaten mümkün değildir.
Engels’e göre, toplum kendisini tüm üretim araçlarının efendisi kılıp, onları toplumsal olarak planlı bir şekilde kullandığında, insanların kendi üretim araçlarına şimdiye kadarki köleliğine son verir. Toplumun, her bireyi kurtarılmadan kendi kendini kurtaramayacağı açıktır. Dolayısıyla, eski üretim tarzı temelden alt üst olmak ve özellikle eski iş bölümü kaybolmak zorundadır. Onun yerine, bir yandan hiçbir bireyin, insan varoluşunun bu doğal koşulu olan üretken emek payını başkalarının üstüne yükleyemeyeceği, öte yandan, üretken emeğin köleleştirme aracı olacak yerde, her bireye tüm bedensel ve entelektüel yeteneklerini her yönde geliştirerek ve kullanarak, insanların kurtuluşunun aracı haline geleceği ve böylece bir yük olmaktan çıkıp, bir zevk haline geleceği bir üretim örgütlenmesinin geçmesi gerekir.
Dahası, eski iş bölümünün kaldırılması, emek üretkenliğine zarar vermek bir yana, büyük sanayiyle birlikte, bizzat üretimin koşulu haline gelmiştir (2000: 384). Yine, kent ve kır ayrımının ortadan kaldırılması da, bir ütopya değil, modern sanayinin gelişiminin zorunlu kıldığı, fakat ancak planlı bir ekonomi altında gerçekleştirilebilecek bir değişimdir (2000: 387).
(…) ve şimdi de Bay Dühring’in çocukça fikrine bakın: Toplum, eski üretim tarzını tepeden tırnağa altüst etmeksizin ve özellikle eski iş bölümünü ortadan kaldırmaksızın, tüm üretim araçlarına el koyabilecekmiş; ve yalnızca ‘doğal olaylar ve kişisel yetenekler hesaba katıldığı’ andan itibaren her şey yoluna girecekmiş – ki burada büyük insan yığınları, önceden olduğu gibi, şimdi de, bir tek maddenin üretiminin kölesi olmaya, büyük ‘nüfuslar’ bir tek üretim kolu tarafından istihdam olunmaya ve insanlık, önceden olduğu gibi şimdi de, tıpkı şimdi ‘çekçekçiler’in ve ‘mimarlar’ın olması gibi, belli bir sayıda çeşitli kötürümleştirilmiş ‘ekonomik tipler’e bölünmüş olmaya devam edecektir (2000: 387-88).
Engels, eski iş bölümünü kent ve kır ayrılığıyla birlikte ortadan kaldıracak ve tüm üretimi alt üst edecek devrimci öğelerin daha şimdiden modern büyük sanayinin üretim koşulları içinde embriyon halinde var olduğunu ve gelişmelerinin bugünkü kapitalist üretim tarzı tarafından engellendiğini ilan eder (2000: 388). Hiç kuşkusuz, sanayi devriminin henüz başlangıç evrelerinde bunu görebilmiş olmak Marks ve Engels’in tarihsel büyüklüğüdür – ki bugünkü robotlu sanayi bu gerçeği çok daha çarpıcı ve açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Engels, sömürünün ve eşitsizliğin bütün kaynağını “zor”da ve baskıda gören, ekonomi kendi doğal seyrine bırakıldığında, “toplumun doğal ekonomik sistemi” hakim olduğunda bu sorunların çözüleceğini öne süren Dühring’e şu eleştiriyi de yöneltir:
Üretimin doğalca geliştiği her toplumda –ve bugünkü toplum da buna dahildir– üreticiler üretim araçlarına değil, bilakis üretim araçları üreticilere egemendir. Böyle bir toplumda, her yeni üretim kaldıracı, zorunlu olarak, üreticileri üretim araçlarına köle etmenin yeni bir aracına dönüşür. Toplum, kendini üretim araçlarının efendisi kılıp, onları toplumsal olarak planlı bir şekilde kullandığında, insanların kendi üretim araçlarına şimdiye kadarki köleliğine son verir (2000: 381, 383-4).
Yani sorun, üretimin doğal akışını kesen keyfi, siyasi biçimleri kaldırmakla çözülemez, gerçek mesele üretim tarzını dönüştürmektir. Ne var ki, Dühring’den bu yana toplumsal radikalizmden yoksun bütün sol akımlar, üretim ilişkilerinin belirleyiciliğini reddetmiş, sömürüyü devlet baskısı vb. üstyapı unsurlarıyla açıklamış ve çareyi de “doğal toplum” düzenine dönüşte görmüşlerdir. 1991’den bu yana sosyalist harekette hüküm süren kriz koşullarında da bu tür geri düşüşlere de sıkça rastlanıyor.
Emeğin Karşılığı Para mı?
Peki, ekonomi komünlerinde emek nasıl karşılığını bulacak? Artık ürün nasıl elde edilecek ve toplumsal birikim nasıl sağlanacaktır?
Dühring’e göre, ekonomi komünlerinde işçiler “emeğinin karşılığını” alacaktır; kaç saat çalışmışsa, buna denk düşen bir ücreti para cinsinden alacaktır. Üretilen malların fiyatları da sabitlenecek ve böylece “tüketim eşitliği” sağlanacaktır (2000: 390-392).
Peki, böyle bir sistem içinde, üretimi genişletecek sosyal birikim fonu nasıl oluşturulabilir? Zira eğer üretimi sürekli büyütecek yeni yatırımlar yapılamazsa, sosyalizmde toplumun sürekli artan ihtiyaçları da karşılanamaz. Toplum sürekli uygarlık düzeyini ileriye taşıyamaz. Oysa Dühring’in modelinde, işçiler ürettikleri tüm değeri “para cinsinden” alacakları için komüne hiçbir şey kalmaz. Ama işçiler bireysel olarak birikim yapabilirler ya da komün, işçilerin emeğinin bir kısmına el koyarak ancak o şekilde birikim sağlayabilir (2000: 393).
Ayrıca, işçilere emeklerinin karşılığının “para cinsinden” ödenecek olması ayrı bir sorundur. Keza Dühring’in komününde kişilerin para biriktirmesi, kişilerin ve komünlerin birbirine para cinsinden borç vermesi de öngörülmektedir.
Engels, komünist bir toplumda, paranın eskinin bir kalıntısı olarak halen dolaşımda kalmasının da onun meta üreticisi toplumdaki parayla aynı işlevi gördüğü anlamına gelmeyeceğini söyler:
Komün ve onun üyeleri arasındaki ticarette, para asla para değildir, asla para olarak işlev görmez. Salt emek sertifikası olarak hizmet görür. Sadece üreticinin ortak emekteki ve ortak ürünün tüketim için ayrılan bölümündeki bireysel payını saptar ve bu işlevi içinde, örneğin tiyatro bileti ne kadar “para” ise o kadar “para”dır (2000: 393-94).
Sosyalist bir toplumda, emeğin karşılığını gösteren bir emek bonosu, işçinin tüketim hakkını da belgeler. Tabii, emek bonosu ile nakit para arasında bu amaç bakımından bir fark yoksa da, başka açılardan önemli farklar vardır. Yani paranın dolaşımda kalıp kalmaması önemsiz bir fark değildir.
“…Komün, ödemede parayı koşulsuz kabul ederek, bu paranın kişisel çalışma dışında bir yoldan da kazanılabilmesi olasılığını açık bırakır. Non olet (yani ‘para kokmaz’)”(2000: 395). Emek bonosu ile nakit parayı birbirinden ayıran en temel unsur budur. Emek bonosu sadece belli bir kişinin belli saat çalışmasıyla elde edilebilecek, satılamaz, kişiye özgü bir belge iken, ikincisi herhangi bir kaynaktan gelebilir. Böylece, sadece bir emek markası rolünü oynayabilecek olan paranın, gerçek para işlevi kazanmasının tüm koşulları verili olur.
Bir yandan hazine oluşturmanın ve öte yandan da borçlanmanın fırsatları ve motifleri ortadadır. Sıkıntı çeken, hazine oluşturandan borç alır, (…) tefecilik de yeniden yaşama dönmüş olur (…) Komünlerin iç ilişkisinde ortaya çıkan bu durum, komünlerle, kapitalist piyasanın halen hüküm sürdüğü dış dünya arasındaki ilişkide çok daha baskın ve belirgin biçimde belirir. Komün içindeki hazine biriktiricileri, bu servetlerini dış dünyayla daha da etkin bir ilişkiye sokarak giderek büyüyen birer tefeciye dönüşürler: Tefeciler, dolaşım aracı (yani para) tüccarlarına, bankerlere, dolaşım aracına ve dünya parasına hükmedenlere böylelikle üretime hükmedenlere ve böylelikle, bunlar yıllar boyunca ismen ekonomi ve ticaret komününün mülkiyeti olarak boy gösterseler de, üretim araçlarına hükmedenlere dönüşürler. Böylelikle ise, bankacılara dönüşmüş bulunan hazine biriktiriciler ve tefeciler, artık ekonomi ve ticaret komününün de efendisidirler (2000: 395-6).
Paranın gelecekteki komünist toplumda yeri olmayacağını ve yerini “emek markasına” bırakacağını ilk öne süren İngiliz ütopik sosyalist Owen’dır. Weitling’de de bir sayfasında iş saatlerinin, diğerinde ise bunun karşılığında yararlanılan ürünlerin yer aldığı bir “ticaret defteri” fikri vardır.
Marks, Gotha Programının Eleştirisi’nde “komünizmin alt evresini” tarif ederken, “emek belgesi” kavramını kullanır: O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarf etmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve, bu belge ile, toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır (Marx, 1875).
Her halükarda, çağının ilerisinde giden büyük ütopyacı sosyalistlerde de, bilimsel sosyalist Marks ve Engels’te de sosyalizm parasız bir toplum, paranın önemini yitirdiği, meta dolaşımının yerini ürünlerin planlı dağıtımının aldığı bir toplum olarak öngörülür; bu toplumda herkes emeğinin karşılığını alacaktır, ama “para cinsinden” değil, emek bonosu olarak, ve bütün emeğini değil, sağlık, eğitim, ulaşım, sigorta, yeniden üretim vb. kolektif fonlara ayrılacak belli bir toplumsal birikim fonu ayrıldıktan sonra kalan kısmını.
Eğer para, böyle bir toplumda emek ödemesi için hala kullanılıyorsa, bu o toplumun henüz sosyalist inşada ilerlememiş, komünizmin alt evresine henüz varamamış olduğunu gösterir, ne var ki yine de, Engels’in açıkça belirttiği gibi, “komün ve onun üyesi arasındaki ticarette para asla para değildir, asla para olarak işlev görmez, salt emek sertifikası hizmeti görür” (2000: 394).
Eğer para dolaşımı zemininde işleyecek bir komünler federasyonu öngörülüyor ise, bu para dolaşımının, komün üyelerini zenginler ve yoksullar, borç verenler ve borçlular şeklinde ikiye bölmesi ve birincileri giderek ikinciler üzerinde hakim olan bir sınıf haline getirmesi kaçınılmazdır. Sosyalist toplum, bütün üretim araçlarının toplumsallaştırılması yönünde ilerlerken, meta üretiminin ve dolaşımının alanını da sürekli daraltır. Bugün meta olanı yarın metasızlaştırır. Sosyalist inşanın derecesi, metasızlaşma ile ölçülür. İnsan ihtiyaçlarının parasız biçimde, bir sosyal hak olarak sağlanması ne denli yaygınlaşır ve derinleşirse, sosyalizm o denli olgun demektir. Böylece, meta üretimi ve dolaşımının alanı daraldıkça, para da iktisadi önemini yitirir. Meta dolaşımının ortadan kalktığı bir toplumda (metaların aracısı olan) para da tümüyle gereksiz hale gelecektir –halen varsa dış kapitalist dünyayla ilişkiler zemini hariç.
Komünist toplum emeğin niceliğini meta üretiminin temel yasası olan değer üzerinden dolambaçlı bir biçimde belirlemez: “emeğin doğal, yeterli, mutlak ölçeği olan zaman” ile belirler (2000: 393). Dühring, “emeğin değerini” bulmaya, ve komünlerini “emeğe tam değerini” vermeye sevk ederken, aslında, meta üretiminin ve dolayısıyla kapitalizmin temel yasası olan değer yasasını, kendi sosyalitesinin de temel yasası haline getirir. Oysa komünist toplum meta toplumu değildir ve değer yasasının etkinliğini tanımaz.[1]
Sonuç olarak;
‘Eşit değerlendirme ilkesine göre emeğin emekle değişimi’, eşit toplumsal emek ürünlerinin birbiriyle değişilebilirliği, yani değer yasası, tam da meta üretiminin temel yasasıdır, dolayısıyla onun en yüksek biçiminin, kapitalist üretimin de. Bay Dühring bu yasayı kendi ekonomi komününün temel yasasına yükselterek ve ondan bunu tam bir bilinçle uygulamasını isteyerek, mevcut toplumun temel yasasını, kendi fantezi toplumunun temel yasası kılar. O, mevcut toplumu istiyor, ama kötülükleri olmadan (2000: 405).
Bugün de, “piyasaya değil, tekelleşmeye karşıyız”, “Paraya değil, onun belli ellerde toplanmasına karşıyız” diyenler ve “demokratik piyasa” vb. tezleri öne sürenler, bundan daha başkasını istemiş olmuyorlar aslında. Meta üretiminin ve onun temel yasasının en mükemmel biçimde sürdüğü bir komünler federasyonu, nihayetinde kaçınılmaz olarak, kendi bağrından, meta üretiminin gelişkin biçimi olan kapitalist üretimi doğuracaktır. Kapitalizm, modern üretici güçlerin gelişiminin ürünü olarak, tam da meta üretiminin bağrından doğdu, onu genelleştirdi ve tam hâkimiyetini sağladı. Sosyalizm, toplumsallaştırılmış üretim araçlarıyla meta değil, kullanım değeri üretecek, toplumun sürekli artan ihtiyaçlarının azami tatminini sağlayacak, bugün meta olanı yarın ücretsiz bir hak haline getirecek ve bu yoldan metasız ve parasız bir toplumu yaratacaktır.
Küçük meta üretiminin (köylülük başta gelmek üzere) çok yaygın ve güçlü olduğu 20. Yüzyılda bütün üretim araçlarını toplumsallaştırmak da, meta üretimini ortadan kaldırmak da olağanüstü zor ve çetindi. Kapitalizmin küçük meta üretimini büyük ölçüde tasfiye ettiği günümüzde ise bu nesnel bakımdan çok daha kolay bir görevdir.
Notlar
[1] Marx ve Engels, sosyalizmde emeğin değerinin parayla ölçüleceğini veya kapitalizme oranla daha yüksek bir ücretle ödüllendirileceğini öne sürmediler. Tam tersini söylediler. Örneğin; “Üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayanan elbirliği halindeki bir toplumda üreticiler ürünlerini birbirlerine satmazlar; aynı biçimde, ürünlerde yer alan emek de bu ürünlerin değeri olarak, bunların sahip olduğu maddi bir nitelik olarak görünmez, çünkü şimdi, kapitalist toplumun tersine, bireysel emek artık toplam emeğin dolaylı bir bileşeni olarak görünmez, dolaysız bir bileşeni haline gelir” (Marx, 1875). Dolayısıyla, Marksizmin, sosyalizmde emeğin değerinin parayla (ya da değerle) ölçüleceğini söylediğini öne süren, buna dayanarak eleştiriler geliştirenler, Marksizmle değil, gölgelerle dövüşüyorlar.
Kaynaklar
Engels, F. (2000) Anti-Dühring, Bay Eugen Dühring’in Bilimi Alt Üst Edişi, Çev. İsmail H. Yarkın, İnter Yayınları, İstanbul.
Sartre, J.P. (1960) The Critique of Dialectical Reason, https://www.marxists.org/reference/archive/sartre/works/critic/sartre1.htm
Marks, K. (1979), Gotha Programının Eleştirisi, http://www.kurtuluscephesi.com/marks/gotha.html