DARON ACEMOĞLU, ALİ BABACAN, DEMOKRASİ VE KAPİTALİZM

2013’ten itibaren emareleri görülmeye başlayan, 2018 yazında gerçekleşen kur şokuyla birlikte derinleşen ekonomik kriz gerek nedenleri, gerek de olası çıkış önerileriyle beraber politik gündemi meşgul etmeye devam ediyor. İlginç olansa şu: Sosyal demokratından liberaline – hatta bazen sosyalist solu da kapsayan – geniş bir muhalif yelpazede dillendirilen argümanlar birbirinin kopyası nitelikte.

Bu örtük mutabakat – detaylarda farklılıklar içermekle beraber – krizi iki temel unsura dayandırıyor: i) liyakatsiz, beceriksiz ekonomi yönetimi; ve ii) kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması, demokratik kurum ve süreçlerde yaşanan erozyon, kısacası ‘tek adam rejimi’.

Biri politik, diğeri ekonomik alanı vurgulayan bu iki tespit çoğu durumda aynı kişiler tarafından, farklı ağırlıklar atfedilerek de olsa sahipleniliyor. Sonuç ise hiç şaşmıyor: Bir ayağı neoliberal statükoyu derinleştirecek, uluslararası sermayeyi tatmin edecek (IMF ile anlaşmalı ya da ondan bağımsız) bir IMF programı, diğer ayağı ise 2015’ten beri yaşanan politik süreci kısmen tersine çevirecek, kurumların bağımsızlığını sağlayacak, göreli demokratikleşme öngören bir restorasyon planı.

Bu yazının ilk bölümünde, bahsettiğimiz bu çerçevinin demokrasi ayağının en önemli küresel havarilerinden Daron Acemoğlu’nun yaklaşımını ele alacağız. Son dönemde mevcut ekonomik krize dair açıklamarıyla gündeme gelen Acemoğlu, Türkiye’de de hayli popüler olan ‘demokrasi büyümenin ön koşuludur’ görüşünün akademik dünyadaki önde gelen temsilcilerinden – hatta belki de birincisi. Sol liberal çevrelerde kutsal kitap muamelesi gören Ulusların Düşüşü (Acemoğlu ve Robinson, 2012) kitabı özelinde Acemoğlu’nun temsil ettiği görüşü inceledikten sonra ikinci bölümde mevcut krize ve bu bağlamda geliştirilen yaklaşımlara dair bir bazı tespitler yapacağız.

 

Ulusların Düşüşü ve Liberal Tarihyazımı

Acemoğlu ve Robinson tarafından kaleme alınan Ulusların Düşüşü, alt başlığında da belirtildiği üzere “Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri”ni araştırıyor. Detaylara girmeden kitabın temel tezlerini özetleyelim.

Yazarlara göre ne coğrafi, ne kültürel, ne de başka unsurlar ülkelerin refah düzeyleri arasındaki muazzam farkları açıklayabilir. Acemoğlu ve Robinson, kitabın hemen ilk sayfalarında bazı ülkelerin yoksul, bazı ülkelerin ise zengin olmasının altında yatan nedeni ilan ediyor: Toplumu kendi çıkarları için idare eden küçük bir elit tabakanın hüküm sürdüğü ülkeler kaçınılmaz olarak fakir kalır (a.g.e: 3).

Yeni kurumsalcılığın temsilcilerinden olan iki yazar, toplumların kaydettiği ilerlemenin nihai olarak politik ve ekonomik kurumlar tarafından belirlendiği savını baz alıyor. Dolayısıyla bu kurumları tanımlayarak işe başlıyorlar.

Ekonomik kurumlar, bir ekonominin işleyişini belirleyen kurallar bütünü ve bu çerçevede bireyleri harekete geçiren özendiricileri (ya da, teşvikleri) kapsıyor. Girişimciliğin özendiren, yani bireyleri yetenek ve yaratıcılıklarını kullanarak zenginleşebileceklerine inandıran, özel mülkiyeti güvence altına alan, böylelikle geniş kitlelerin iktisadî etkinliğe katılımının önünü açan kurumlara yazarlar kapsayıcı ekonomik kurumlar adını veriyorlar. Özel mülkiyetin güvence altına alınması aynı zamanda tarafsız bir hukuk sistemini ve böylelikle herkes için eşit bir zeminde mübadele ve sözleşme hakkının korunmasını da varsayıyor. Şunun altını çizmekte fayda var: Bu ekonomik kurumları kapsayıcı yapan, bahsedilen hakları küçük bir elit tabaka için değil, toplumun tamamı için tanımlaması, yani toplumun iktisadî potansiyelini harekete geçirmesi (a.g.e: 74-75).

Bahsedilen bu özelliklerden yoksun ya da bunun tersi nitelikteki kurumlarıysa Acemoğlu ve Robinson, toplumun büyük kısmından küçük bir elit tabakaya gelir ve zenginlik aktarmaya yaradıkları için sömürücü (ya da dışlayıcı) ekonomik kurumlar olarak tanımlıyor (a.g.e: 76).

Fakat mesele ekonomik kurumlarla sınırlı kalmıyor. Kapsayıcı ekonomik kurumlar sürdürülebilir büyüme için gerekli olsa da yeterli değil (bir sonraki bölümde bir ölçüt olarak ekonomik büyümeye dair gözlemlerimi belirteceğim). Yazarlara göre bir ülkedeki ekonomik kurumların niteliğini tesis eden bir üst-belirleyen var: politik kurumlar. Tıpkı ekonomik alanda olduğu gibi, politik alanda da kapsayıcı ve sömürücü (dışlayıcı) kurumlar söz konusu olabilir.

Büyümenin lokomotifi olarak sunulan kapsayıcı ekonomik kurumlar, ancak ve ancak kapsayıcı politik kurumların hüküm sürdüğü koşullarda ortaya çıkabilir. Kapsayıcı politik kurumların ise iki tanımlayıcı özelliği var: (i) özel mülkiyeti, hukukun üstünlüğünü, çeşitli kamu hizmetlerini temin edebilecek, bir düzen tesis edip bunu sürdürebilecek, zorlayıcı gücü olan, yeterince merkezileşmiş, şiddeti tekeline almış bir devlet aygıtı; (ii) devletin bu gücünü kısıtlayan ve tek bir kişinin (ya da küçük bir grubun) elinde birikmesine engel olan, çoğulculuğu sağlayan, denetleyici, bölüştürücü mekanizmalar. Yazarlara göre politik kurumlar işte bu özelliklere sahip olduğu durumda kapsayıcı, aksi takdirdeyse sömürücü (dışlayıcı) kurumlardır (a.g.e: 80).

Acemoğlu ve Robinson, politik ve ekonomik kurumlar arasında güçlü bir geri besleme döngüsü olduğunu öne sürüyor. Sömürücü politik kurumlar, gücü elinde bulunduranların ekonomik olarak zenginleşmesine, böylelikle iktidarın giderek daha mutlaklaşmasına neden olur. Çoğulculuğun ve katılımın hakim olduğu bir durumdaysa refah ve zenginlik toplumun tamamına yayılır, böylelikle politik iktidarın bir azınlığın elinde merkezileşmesi de gitgide zorlaşır (a.g.e: 81-82). Dolayısıyla bir çeşit patika bağımlılığı geçmişten sömürücü kurumlar devralan ülkelerde demokratikleşmeyi ve iktisadî kalkınmayı zorlaştırırken, bir kez kapsayıcı politik ve ekonomik kurumları tesis eden ülkeler artık sürdürülebilir büyüme yörüngesine girer.

 

Müphem Bir Analiz

Yazarların ülkeler arası karşılaştırmalarda sık sık kişi başı gelir ölçütüne başvurdukları, kurumları da sürdürülebilir ekonomik büyüme bağlamında tartıştıkları göz önünde bulundurulursa, kökenlerini aradıkları “Güç, Zenginlik ve Yoksulluğu” esas olarak (kişi başı) gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYİH) indirgedikleri söylenebilir. Daha bu noktada çok temel sorunlarla karşılaşıyoruz.

Birincisi, ekonomik büyüme piyasa dolayımıyla hayatımıza giren mal ve hizmetlerin (yani metaların) toplam piyasa değerindeki artışı ifade ettiği için toplumsal refahın yahut dirliğin yerine ikame edilemez. Üretilen bu mal ve hizmetlerin niteliğinden, yani kullanım değerinden ziyade fiyatlar toplamını önümüze koyan GSYİH, bir refah göstergesi değildir. Nitekim GSYİH ölçüsünün yaratıcıları, bu ölçünün içerdiği askerî harcamalara, gözardı ettiği toplumsal maliyetlere (artan kirlilik – ya da ekolojik yıkım, pazarlama harcamaları), suni olarak imal edilen bireysel ve toplumsal ‘ihtiyaç’lara, doğal kaynakların tükenmesine vs. dikkat çekmiş, uyarılarda bulunmuşlardı (Gilbert vd., 1949). Herkesçe bilinen ama dile getirilmeyen, burjuva iktisadın karşılaştığında göğe bakıp ıslık çalmayı yeğlediği bu gerçek tersinden şöyle de okunabilir: Ekonomik büyüme toplumsal refahın değil, piyasada dolaşıma girmek üzere üretilen metalar topluluğunun toplam fiyatındaki artışı, yani niteliğinden tamamen bağımsız olarak sermayedeki büyüme için daha uygun bir ölçüdür.

İkinci olarak, kişi başına milli geliri refah ve dirliğin önemli bir göstergesi olarak kabul etsek dahi, bu bağlamda yaşanan istikrarlı bir büyüme bunun sınıfsal içeriğini tümüyle gizleyebilir. Kişi başına milli gelir, GSYİH’nin toplam nüfusa bölünmesinden elde edilen farazî bir ölçüdür. Dolayısıyla büyüyen pastanın nasıl bölüşüldüğüne, hatta daha da önemlisi, hangi koşullarda üretildiğine dair hiçbir ipucu vermez.

Kişi başına milli gelir hızla artarken, toplumun büyük kısmını oluşturan işçi ve emekçilerin gelirinde gerçekte buna denk bir büyüme olmaması pekalâ mümkündür. Örneğin ABD’de 1973-2017 döneminde ABD’de emek üretkenliği yüzde 77 artış gösterirken, saatlik ücretler yalnızca yüzde 12 artmış, dolayısıyla emekçilerin ürettikleri üründen aldıkları pay önemli ölçüde azalmıştır (Economic Policy Institute, 2018). Aynı şekilde, son çeyrek asırda birçok ülkede tecrübe edildiği gibi, kişi başı milli gelir artarken hanehalkı borçları katlanıyor, çalışma saatleri uzuyor, işsizlik artıyor olabilir. Doğal kaynakların adeta yağmalandığı, ekosistemin hızla bozulduğu, piyasa işleyişine halel gelmesin diye (siz bunu ‘ücretler kontrol altında tutulabilsin diye’ olarak okuyun) geniş kitlelerin işsizliğe mahkum edildiği, örneğin Türkiye’de olduğu gibi milyonların açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşadığı, yıllık ortalama iki bin emekçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği bir tablonun karşısına geçip kişi başına milli gelir tartışmak, insan ve topluma dair her şeye yabancılaşmış burjuva iktisadının alametifarikasıdır. 

 

Demokrasi ve Büyüme: İngiltere’de Görkemli Devrim (1688) ve Sonrası

Acemoğlu ve Robinson’un önümüze koyduğu büyüme ölçüsünün ve hedefinin kendisi kadar, büyüme ve demokrasi arasında kurdukları nedensellik ilişkisi de sorunlu. Yazarlar, modernleşme kuramının aksine, nedenselliğin ekonomik kalkınmadan demokratikleşmeye doğru değil, ters yönde işlediğini öne sürüyorlar. Bu bağlamda kitapta derinlemesine ele alınan, İngiltere’de gerçekleşen ve yazarlar tarafından insanlık tarihi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilen Görkemli Devrim’i ve sonrasını incelemekte fayda var. Zira demokrasi ve büyüme arasında kurulan çarpıtılmış ilişki burada apaçık bir şekilde karşımıza çıkıyor.

Devrimin ardından 1689’da imzalanan Haklar Bildirgesi’yle birlikte anayasal ilkelerin belirlendiğini, parlamentonun üstünlüğünün kabul gördüğünü belirten yazarlar, İngiliz halkının artık parlamenter siyasetten faydalanabildiğini, kapsayıcı politik kurumların çoğulcu niteliğinin ilk kez ortaya çıktığını öne sürüyorlar. Bu iddiayı ticaret ve sanayide iş tutan üyelerinin inisiyatifiyle parlamentonun tekeller aleyhinde adım atmasına, sanayi üretimini destekleyecek vergi reformlarına, devlet gelir ve giderlerini gözetecek, denetleyecek merkezi bir mali yapının doğmasına, özel mülkiyetin güvenceye alınmasına dayandıran Acemoğlu ve Robinson, Sanayi Devrimi’nin de bu kapsayıcı politik ve ekonomik kurumların bir sonucu olarak meydana geldiğini iddia ediyor (Acemoğlu ve Robinson, 2012: 184-200).

Hikayenin bir de kitapta anlatılmayan, ya da kenar süsü olarak bir iki cümleyle geçiştirileren boyutlarına bakmak gerekiyor. Yazarlar, Görkemli Devrim’i izleyen yıllarda İngiliz toplumunun (sadece erkeklerden oluşan) yalnızca yüzde 2’lik bir kısmının oy verdiğini belirtseler de (a.g.e: 192), genel oy hakkının erkekler için 1918, tüm toplum için ise 1928’de tanındığını, bunun da uzun mücadeleler sonucunda gerçekleştiğini yazmıyorlar.

Mülkiyet haklarının 1688 sonrası devlet güvencesine alındığı, böylelikle ekonomik gelişmenin önünün açıldığı argümanı yeni kurumsalcı iktisadın temel savlarından biri (North ve Weingast, 1989). Acemoğlu ve Robinson da 1688’den sonra mülkiyet haklarının emniyet altına alındığını, politik sistemin kayda değer ölçüde çoğulcu ve eşitlikçi olduğunu vurguluyor (Acemoğlu ve Robinson, 2012: 191-194). Fakat diğer birçok durumda olduğu gibi, “mülkiyet hakları” kategorisi de toplumsal katmanlarından, somut içeriğinden bağımsız olarak ele alınıyor ve hangi/kimin mülkiyet haklarının korunduğu sorusundan sakınılıyor.

1688’i izleyen yıllarda 14. yüzyıldan beri süregelen çitleme süreci parlamento gözetiminde devam etmiş, çiftçiler ve köylüler tarafından kullanılan ortak toprakların yasama yoluyla büyük toprak sahiplerinin mülkiyetine geçirilmesi hız kazanmıştır. Böylelikle büyük toprak sahipleri yatırım ölçeğini ve verimliliği artıracak, toprağından edilen köylülerse kentlere göç ederek emek gücünden gayrı satacak hiçbir şeyi olmayan işçi sınıfı saflarına katılacaktı. Acemoğlu ve Robinson’a göre kapsayıcı kurumların serpilip geliştiği bir dönem olan 1760-1840 arasında parlamento, İngiltere topraklarının yüzde 21’ini kapsayan yaklaşık 4000 çitleme tasarısını onaylamış, toprak mülkiyetinin merkezileşmesinde ve köylülerin mülksüzleştirilerek kentlere sürülmesinde etkin bir rol oyamıştır (Hoppit, 2011: 100). Böylelikle devlet, sermaye birikimi için elzem bir koşulun oluşmasında kritik bir rol oynamıştır.

Sanayi kapitalizminin doğum sancılarının yaşandığı 18. yüzyılda İngiliz devleti tam anlamıyla bir savaş makinesine dönüşmüştü. Zira İngiltere (ki 1707’de İskoçya’yı da kapsayarak Büyük Britanya’ya dönüştü) Görkemli Devrim’i izleyen, 1689’dan 1815’e kadar geçen 126 yıllık sürecin 64 yılında Fransa’ya karşı savaş halindeydi. Bu dönemde askeri harcamalar kamu harcamalarının barış yıllarında yaklaşık yüzde 30-40’ını, savaş dönemlerindeyse yüzde 60-70’ini teşkil etmekteydi. Kamu hizmetleri için yapılan harcamalar ise yüzde 20’nin üstünü görmemişti (O’Brien, 1988: 2).

Kesintisiz savaş politikası, bir yandan işsizlerin, fakirlerin, ‘işe yaramazların’ kitlesel olarak zorla askere alınmasını gerektirirken (Brewer, 1990: 49-52), öte yandan da vergi gelirlerinde (1670 ile 1810 yılları arasında) yüzde 1540’lık bir reel artışı da beraberinde getirmişti. Ekonomideki büyümeyi kat kat aşan bu vergi artışı, toplam vergi yükünün daha önce görülmeyen bir hızla arttığına işaret eder (O’Brien, 1988:3). Bu yük elbette parlamentoda temsil edilen, yani ‘kapsayıcı kurumlar’ın kapsama alanına giren mülkiyet sahibi sınıfların değil, dolaylı vergiler yoluyla orantısız bir biçimde toplumun geri kalanının omuzlarına binmişti (a.g.e: 9). Kısacası, Britanya’yı bu bağlamda diğer ülkelerden ayıran, sermaye birikimi ve emperyal güç olmanın gereklerini yerine getirme konusundaki becerisi, ya da John Brewer’in deyimiyle muazzam bir mali-askerî devlet inşa edebilmiş olmasıydı. Bu da Acemoğlu ve Robinson’un iddiasının aksine demokratik ve kapsayıcı kurumların bir getirisi değil, hakim ve yerleşik bir hal alan kapitalist ilişkilerin bir gereksinimi, birikim sürecinin içerde ve dışarda işletilmesinin ön koşuluydu.

Birikimin sekteye uğramaması için katı merkantilist politikalar Britanya’da 1850’lere kadar devam ettirildi. Bir taraftan yerli sanayi üretimi vergilerle korunup, teşviklerle desteklenirken, diğer yandan sömürgelere hammade ve gıda üretimi (kimi zaman askeri yollarla, kimi zaman anlaşmalarla) dayatılarak hem rekabetin önü kesildi, hem de Britanya’nın teknoloji-yoğun üretim alanlarında uzmanlaşması sağlandı (Chang, 2005: 19-24 ve 51-54). Kapsayıcı olduğu öne sürülen bu politikalar, Britanya’nın uluslararası deniz ticaretini tekelleştirmesini sağlayan Denizcilik Kanunu’yla desteklenmekteydi. 1849’a kadar yürürlükte kalan bu kanuna göre, Britanya ve kolonilerine deniz ticareti yalnızca Britanya bandıralı gemilerle yapılabiliyordu, bunun garantörüyse Britanya donanmasıydı.

Acemoğlu ve Robinson’dan kapsayıcı ve çoğulcu kurumları sayesinde sürdürülebilir büyüme rotasına girdiğini öğrendiğimiz Britanya, Fransa ve Portekiz’i sollayarak 18. yüzyıl boyunca Atlantik köle ticaretini domine etmiş, ‘pazar payını’ yüzde 35 ile 45 arasında tutmayı başarmıştı (Eltis, 2001: 43). Zannediyorum ki sömürgeleştirdiği topraklarda Britanya’nın ne kadar kapsayıcı olduğunu anlatmamıza gerek yok. Yine de, çoğulculuk, demokrasi, insan hakları, eşitlik üzerine hikayeler dinlerken, örneğin Hindistan’ın 1947, Güney Afrika’nın ise 1961’e kadar Britanya sömürgesi olarak kaldığını hatırlamakta fayda var.

Başka topraklarda yağma, talan, katliam, köle ticareti olarak vücut bulan Britanya sermayesi elbette kendi evinde süt dökmüş kediye dönmüyordu. İşçi sınıfı bahsi geçen kapsayıcı ve çoğulcu kurumların kapsama alanına bir türlü giremiyordu. Çocuk emeğinin yasaklanması bir yana, çocukların çalışma saatlerinin düşürülmesi bile 19. yüzyılı kapsayan kıyasıya bir mücadelenin konusu olmuş, sendikalar 1824 yılına kadar yasal olarak tanınmamış, mesai saatlerinden çalışma koşullarına kadar en ufak bir kazanım dahi işçi sınıfının mücadelesi sonucunda elde edilmiştir. İlgilisi Marx’ın (1990: 10. bölüm) parlamento tutanaklarına ve diğer raporlara dayandırarak eşsiz bir biçimde serimlediği iş gününün uzunluğu ve yoğunluğu etrafında sermaye ve işçiler arasında şekillenen mücadeleye göz atabilir.

 

Özetle

1688 Devrimi ve sonrasındaki Britanya, Ulusların Düşüşü’ndeki en etraflı konu incelemesini ve aynı zamanda gerek yüzeyselliğiyle, gerek de konunun ele alınan – ve daha önemlisi – ele alınmayan yönleriyle liberal tarihyazımının eşsiz bir örneğini teşkil ediyor. Fakat kitabı daha da ilginç kılan ise şu: Yukarıda kabaca özetlediğimiz kapsayıcı ve sömürücü politik ve ekonomik kurumlar üzerine bina edilen bu teoriyi yazarlar bütün insanlık tarihini açıklamak için kullanıyorlar. Neolitik Devrim’den (şaka değil!) Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne, Maya Uygarlığı’ndan Çin’deki Song, Ming ve Qing Hanedanlıkları’na, Osmanlı’dan Sovyetler Birliği’ne kadar yeryüzünde bir iz bırakmış bütün medeniyetlere giydirilen bu tek tornadan çıkma analiz, ortalama her 8-10 sayfaya yeni bir imparatorluğun, hanedanlığın ya da devletin çöküşünü sığdırırken okuyucuda da ister istemez bir gülme hissi uyandırıyor.

İnsanın şaşkınlıkla okuduğu bir diğer bölümde de, günümüzde en ileri kapsayıcı ekonomik ve politik kurumlara sahip olduğunu öne sürdükleri Amerika Birleşik Devletleri’yle ilgili. Örneğin, kitabın bir bölümünde 1821’de bağımsızlığını kazanan Guatemala’nın neden bir türlü kapsayıcı kurumları tesis edemediği tartışılıyor. Yazarlar, çıkarlarına hizmet ettiği Amerikan United Fruit Company desteğiyle ülkeyi 1898-1920 yılları arasında yöneten diktatör Manuel Estrada Cabrera’ya dair tek kelime bile etmemeyi seçiyorlar (konunun ilgilisi Opie, 2009: 2. ve 3. bölümlere bakabilir). Yine aynı ülkede demokratik yollardan iktidara gelmiş hükümetin ABD çıkarlarıyla çelişmesi nedeniyle CIA tarafından kurgulandığı belgelenmiş (konunun ilgilisi CIA’nın Guatemala sayfasına bakabilir) bir faşist darbeyle devrilmesini şöyle anlatmayı seçiyorlar: “Ubico 1 Temmuz’da istifa etti. Onun ardından 1945’te demokratik bir rejim kurulmuşsa da bu, 1954’te askeri bir darbeyle devrildi ve Guatemala kanlı bir iç savaşa sürüklendi.” (Acemoğlu ve Robinson, 2012: 350).

Uzun lafın kısası, Acemoğlu ve Robinson’a göre ‘sürdürülebilir büyüme’ kulvarına en önde giren Britanya, bunu kapsayıcı ve çoğulcu kurumlardan ziyade ilksel birikim sürecinin hızlanmasına doğrudan katkı sunan merkezileşmiş malî-askerî bir devlet; bu devletin dışarıda yürüttüğü kesintisiz savaş, yağma, sömürgeleştirme politikaları; yine bu devletin bariz bir sınıf karakteriyle içeride desteklediği sanayileşme, sömürü ve birikim süreçleri sayesinde gerçekleştirmiştir. Öte yandan küresel kapitalizm, gerek geliştirdiği uluslararası iş bölümü, gerek bunun içerdiği hiyerarşiyi yeniden üretmeye yarayan malî, askerî ve kurumsal müdahale araçlarıyla, yani küresel emperyalizmin olağan işleyişi aracılığıyla ülkeleri (mutlak olmayan) bir patika bağımlılığına hapsetmiş, düzen içinde kalarak bu küresel güç dengesini değiştirmeyi çok güç kılmıştır.

Gerek Ulusların Düşüşü’nde, gerek de Acemoğlu’nun diğer popüler ve akademik yazılarında tarihin yalnızca belli yönleriyle ele alındığını, kritik öneme sahip birçok unsurun hasıraltı edildiğini görüyoruz. Sömürgecilikten, emperyalizmden, güç dengelerinden bağımsız bir uluslararası ilişkiler yumağı; somut içeriğinden arındırılmış, tarihsel oluşum süreçlerini ve çatışkıları yok sayan bir mülkiyet hakları kategorisi; emek-sermaye çelişkisinin tamamen yitip gittiği bir çoğulculuk ve kapsayıcı kurumlar vurgusu; kısacası, söyledikleri kadar gizledikleriyle de gerçekliği tahrif eden, liberal iktisat öğretisini geçmişe doğru projekte eden bir tezle karşı karşıyayız. Üstelik bu tezin tarihteki uygulaması kadar günümüzdeki geçerliliği de sorunlu. Sermayenin dünya haritasında düzenli bir şekilde güneye ve doğuya, yani kurumların kapsayıcılıktan uzak, emeğin görece zayıf ve korunaksız, sömürü ve talanın daha az pürüzlü olduğu ülkelere doğru kayması da bunun açık bir göstergesi.

 

Mevcut Kriz Demokrasiyle Aşılabilir mı?

Gelelim Türkiye’deki mevcut ekonomik krize. Başlıktaki soruya Acemoğlu’nun cevabı olumlu. Hatta geçtiğimiz aylarda Agos’a verdiği bir mülakatta krizin yalnızca kapsayıcı kurumlar yoluyla aşılabileceğini belirtiyor:

Ancak sağlam ekonomi kurumları, hukukun üstünlüğünü ayakta tutan yasal kurumları ve bu kurumları destekleyen güvenilir demokratik bir yönetimi olan ülkeler uzun vadeli olarak sürdürülebilir bir büyüme yakalayabilirler. Türkiye hiçbir zaman geniş, kapsayıcı ekonomi kurumlarına sahip bir ülke olmadı ve hiçbir zaman tamamıyla demokratik bir siyasi sistem inşa edemedi. Fakat on yıldır işler daha da kötüye gidiyor. Bu da her şeyden önce Türkiye şirketlerinin sağlığı ve potansiyeli ile Türkiye vatandaşlarının refahı açısından önem taşıyor. (Danzikyan, 2019)

Acemoğlu 2018 yılında Bloomberg için kaleme aldığı bir makaledeyse Türkiye’nin ileri gitmek için geçmişe bakmak durumunda olduğunu, yani AKP iktidarının ilk yıllarındaki politikalara dönmesi gerektiğini vurguluyor. Buna göre, Erdoğan ve partisi geniş kitleleri kapsayan politik kurumların temelini atmış, askerî vesayeti geriletmiş, açık ve şeffaf bir sistem oluşturmuştu (!). Türkiye bu demokratikleşmeyi ise 2001 krizinin ardından uygulamaya koyulan IMF programının hükümetin hareket alanına getirdiği kısıtlamalara ve kurumsal reformlara borçluydu (Acemoğlu, 2018). Yazının girişinde değindiğimiz gibi, demokratik restorasyon ve IMF mühürlü yeni bir neoliberal program çoğu zaman tamamlayıcı iki unsur olarak karşımıza çıkıyor.

Halbuki Türkiye ekonomisine üzerindeki deli gömleğini tam da bahsi geçen 2001 IMF programı giydirmişti. Bir yandan uluslararası sermayenin talep ettiği makroekonomik çerçeve tesis edilirken (kamu harcamalarının kısılması ve kamu istihdamının azaltılması; ‘bütçe disiplini’nin tesis edilmesi; büyük bir özelleştirme dalgasının başlatılması; merkez bankasının ‘bağımsızlığı’nın sağlanması; tarımda teşviklerin kaldırılması; finans ve bankacılık sektörünü gözeten bilimum reformlar), diğer yandan da hanehalkı için borç muslukları açılmış, düşük faizler sayesinde tüketim canlı tutulmuş; büyüme yıllarında giderek artan kronik cari açık sıcak para girişiyle finanse edilmiş; böylelikle döviz akışının seyrine ve borç düzeylerine fazlasıyla hassas, kırılgan bir ekonomik yapı ortaya çıkmıştı.

İlginçtir ki Acemoğlu gerek Ulusların Düşüşü’nde, gerek de son dönem mülakat ve yazılarında somut ekonomi politikalarına dair pek bir şey söylemiyor. 500 sayfadan fazla hacmi olan Ulusların Düşüşü’nde ücret, kâr ve faiz, fiyatlar, dış ticaret politikası ve diğer alanlara dair bir tartışma yok. Aralıksız şekilde mülkiyet haklarına, çoğulculuğa, bağımsız yargıya, fırsat eşitliğine yapılan vurgudan yazarların piyasanın kerametine olan inancını sezebiliyoruz. Mülakat ve yazılarındaysa – açıkça dillendirmese de – piyasa köktenciliğinin çağdaş yorumu olan neoliberal politikalara duyduğu yakınlığın ipuçlarını bulmak mümkün.

Çareyi AKP’nin ilk yıllarındaki politikalara dönmekte gören tek kişi kuşkusuz Acemoğlu değil. O, 2002-2006 dönemindeki politik reformların, yani kendi deyişiyle kapsayıcı politik kurumların önemine vurgu yaparken, CHP’nin yakın dönem iktisadî programının mimarlarından Selin Sayek Böke ise 2001-2008 döneminde uygulanan IMF programının başarılarını hatırlatıyor. Gezi’yi izleyen aylarda iktisatçı Refet Gürkaynak ile Birikim için kaleme aldıkları makalede Böke şöyle yazıyor:

Birikim sayfalarında bir IMF programının övüldüğü ilk satırlar olabilecek bu noktada, 2001 programının içsel tutarlılık, uygulanabilirlik ve kredibilite yaratma bakımından çok kuvvetli bir program olduğunu, bu programın o zamana kadarki yerleşik IMF reçetelerinin dışında öğeler içerdiğini ve genel çerçevenin uygulanmasında atılacak somut adımların büyük ölçüde Türkiye bürokrasisi tarafından belirlendiği, yerli bir program olduğunu vurgulamak gerekir. (Gürkaynak ve Böke, 2013: 64)

AKP, 2008’de IMF programının sona ermesiyle beraber pusulasını kaybetmiş, ekonomideki sorunlar ise bundan sonra ortaya çıkmıştır: “2001 sonrası ortaya çıkan hem iyi iktisat politikası uygulamaları hem de önemli kurumsal kalite ilerlemeleriyle tanımlanan dönem 2007 itibariyle fiilen sona ermiş, 2008’de de IMF programının resmen bitmesiyle, aslında iki yıl önce başlamış olan iktisat politikası boşluğu yeni dönemi tanımlar hale gelmiştir.” (a.g.e: 66) Bugünlerde gelir dağılımı ve sosyal politika özelinde mahcup bir sınıfsal söylem geliştirdiğini gördüğümüz Böke, ilginçtir ki, toplumsal hareketlenmenin zirve yaptığı bir dönemde tecilli emek düşmanı IMF’ye övgüler düzmekteymiş.

Bu anlayışa göre çare “iyi yönetişim”, “bağımsız kurum ve kurullar”, “bütçe disiplini”, “mali kural” gibi alengirli başlıklarla sınıfsal içeriği örtbas eden, ekonomi politikasını demokratik alanın tümüyle dışına çıkararak koordinatları önceden sınıf çıkarları doğrultusunda çizilmiş teknokratik bir anlayışa teslim etmekten geçiyor. Ancak altını tekrar kalınca çizmekte fayda var – mevcut kriz 2001-2008 çerçevesinden sapılmasının değil, Türkiye’nin uluslararası kapitalist/emperyalist sisteme tarihsel eklemleniş biçiminin, tam da söz konusu program aracılığıyla pekiştirilen işlevinin ve bunun yapısal çelişkilerinin bir sonucu. Bu bağlamda, Ali Babacan liderliğinde gelişen, tam da AKP’nin ilk yıllarına, yani IMF statükosuna ve muğlak bir demokrasi söylemine geri dönüşü vaat eden hareketten medet ummak için hiçbir gerekçe yok.

 

Sonuç Yerine

Krizin sebebine dair yapılan gözlemler aynı zamanda bundan sonrası için önerilen rotayı da belirliyor. Bu bağlamda belli başlı gözlemlerle bitirelim:

1) Bugün kriz dediğimizde ani bir çöküş, birkaç çeyrek süren bir daralma ve takiben gelen bir toparlanma sürecini değil; ağır çekim gerçekleşen, emekçi sınıflar açısından yaşam standardının sürekli aşındığı, güvencesizliğin, örgütsüzleş(tiril)menin, geleceksizliğin, ardı arkası kesilmeyen ‘şok’ların, ve tüm bunların yarattığı bireysel ve toplumsal bunalımların anlaşılması daha uygun.

2) Bahsettiğimiz bu yeni ‘normal durum’ Türkiye’ye özgü değil. Geçtiğimiz 30-40 yılda küresel bir iktisadî paradigma haline gelen ve neoliberalizm olarak adlandırılan politikalar bütünü, uygulandığı her yerde işçi ve emekçileri yoksullaştırdı; yalnızlaşan, borçlanan, güvencesizleşen kitlelerde ırkçı, faşizan siyaset tarafından rahatlıkla harekete geçirilebilecek bir hoşnutsuzluk, daimi bir tedirginlik ve endişe, hırçınlık imal oldu.

3) Bu bağlamda IMF güdümünde ya da ondan bağımsız yeni bir neoliberal program, krizin faturasını tümüyle işçi/emekçilere boca etmek ve bir sonraki ağır şoka giden taşları döşemekten başka bir işe yaramaz. Fakat daha da önemlisi, buradan çıkış 50’li ve 60’lı yıllardaki Keynesyen politikalarla mümkün değil. ‘Kapitalizmin altın dönemi’nin sonunu tam da bu Keynesyen politikaların yarattığı kârlılık krizi getirmiş; sermaye (ve siyaset) kârlılığı yeniden tesis etmek için dört bir koldan başlattığı saldırıyla içinde bulunduğumuz dönemin kapısını aralamıştı. Neoliberalizm, kapitalizmden farklı bir üretim tarzı ya da ondan bağımsız bir politikalar bütünü değil, sermaye birikiminde yaşanan tıkanıklığa cevaben 1980’lerden başlayarak kapitalizm içersinde açılan bir yoldu. İşte şimdi, sermaye 2008-2009 krizinden beri küresel ölçekte bir patinaj çekme halindeyken, kârlılığı daha da aşındıracak politikalar sistem için bir çıkış yolu olarak düşünülemez. Nitekim sosyal demokrasinin sağ popülist ve faşist güçler karşısında her yerde gerilemesi bunun bir tezahürü olarak okunabilir. Göçmenler, mülteciler ve azınlık/ezilen halklar üzerinden oluşturulan teyakkuzun panzehiri mahcup ve şoven bir tutumla kendi işçini korumak değil, sermaye karşısında bir bütün olarak işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarlarını savunmak olabilir. Faşizm, kapitalizmin yarattığı krizi kapitalizm içinde çözmenin son çaresiyse, faşizme karşı mücadele aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele olmak zorunda.

4) Kapitalizm küresel ölçekte (birinci maddede ifade ettiğim anlamıyla) krizde debelenmeye devam ediyor. Krizi geride bıraktığı sık sık tekrarlanan Amerika Birleşik Devletleri’nde (ve diğer G7 ülkelerinde) kârlılık ve yatırımlar toparlanabilmiş değil (Roberts, 2017: 7). Amerikan Merkez Bankası FED’in faiz artırımı sürecini 2019’un ilk yarısında askıya alması, ikinci yarısı içinse yeniden faiz indirimini gündeme getirmesi bunun bir işareti olarak görülebilir. ‘Kapsayıcı politik ve ekonomik kurumlar’ın hüküm sürdüğü Avrupa Birliği ise, 2009-10 yıllarında girdiği krizin etkisinden hala çıkabilmiş değil. İtalya’yla yaşanan bütçe krizi, Brexit süreci, giderek belirginleşen durgunluk emareleri derken Avrupa Merkez Bankası da yeni faiz indirimi ve tahvil alımları planlamakta.

5) Türkiye’nin içinden geçtiği süreç de bu küresel kriz konjonktürü ile eşgüdümlü. Elbette kriz her bir somut durumda kendini farklı kanallarla ve değişken ölçeklerde ifade ediyor. Ancak Türkiye’de 2013’te ağırlığını hissettirmeye başlayan, hükümetin çeşitli araçlarla ötelediği, 2017’den itibaren de gizlenemez duruma gelen kriz, bir yanıyla Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemleniş biçiminin ve bunun çocuğu olan 2001 IMF programının mirası, diğer yanıyla da küresel kriz konjonktürünün çevre ülkelere doğru kaymasının bir sonucu. Ancak her iki yönüyle de kapitalizmin bir krizi.

6) Demokratikleşme elbette Türkiye’nin en acil gereksinimlerinden biri, buna itiraz etmek mümkün değil. Ancak ekonomik krizin demokratikleşme yoluyla bertaraf edileceğine inanmak en hafif deyişle saflıktır. Bu noktada yazı boyunca tartışmanın burjuva demokrasisini referans alarak geliştiğini belirtelim. Burjuva demokrasisi, kapitalist birikim sürecine müdahalede bulunmak bir yana, dozu ve niteliği ekonomik alandaki çalkantılara (ve elbette toplumsal mücadelelere) bağlı olarak evrilir. Nitekim kapitalizmin topyekûn tehlike altında bulunduğu koşullarda tamamen rafa kaldırılıp yerini faşizme bırakabilir. Oysa sosyalist perspektife sahip bir demokratik devrim, politik alan ile ekonomik alan arasındaki yarılmayı ortadan kaldırmayı hedeflediği ölçüde konumuz bağlamında bir ilk adım olarak düşünülebilir.

7) Dolayısıyla krize verilecek cevap ne onun sebeplerinden biri olan IMF cenderesine tekrar girmek, ne de kapitalizmin hızla demokrasiden boşandığı bir dönemde muğlak ve tümüyle burjuva karaktere sahip bir demokratikleşme çağrısıyla işin içinden çıkmak olabilir. Politik ve ekonomik krizin çakıştığı mevcut koşullarda, demokrasinin ekonomik alanı da kapsayacak şekilde genişletilmesi, ekonomik karar alma ve uygulama mekanizmalarının sermaye aleyhine, işçi ve emekçiler tarafından ve kendi çıkarları doğrultusunda işletilmesi üzerine düşünmek faydalı olabilir. Bunun çok soyut bir söylem olduğu aşikâr, ancak bir tartışma başlatmak için doğru bir çıkış noktası olduğunu düşünüyorum.

 

Kaynaklar

Acemoğlu, D. ve Robinson, J. (2012) Why Nations Fail. The Origins of Power, Propserity and Poverty, New York: Crown Business.

Acemoğlu, Daron (2018) “To Go Forward, Turkey Must Look Back”, https://www.bloomberg.com/opinion/articles/2018-08-30/to-go-forward-turkey-must-look-back Erişim tarihi: 19 Temmuz 2019.

Brewer, John (1990) The Sinews of Power. War, Money and the English State, 1688-1783, Cambridge: Harvard University Press.

Chang, Ha-Joon (2005) Kicking Away the Ladder. Development Strategy in Historical Perspective, Londra: Anthem Press.

Danzikyan, Yetvart (2019) “Acemoğlu’ndan Uyarılar: ‘Büyük İhtimalle Henüz En Kötü Kısmı Başlamadı’”, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/22505/acemoglu-ndan-uyarilar-buyuk-ihtimalle-henuz-en-kotu-kismi-baslamadi Erişim tarihi: 19 Temmuz 2019.

Economic Policy Institute (2018) “The Productivity Gap”, https://www.epi.org/productivity-pay-gap/ Erişim tarihi: 18 Temmuz 2019.

Eltis, David (2001) “The Volume and Structure of the Transatlantic Slave Trade: A Reassessment”, The William and Mary Quarterly 58 (1): 17-46.

Gilbert, M.; Clark, C.; Stone, J.R.N.; Perroux, F.; Lieu, D.K.; Evelpides; Divisia, F.; Tinbergen; Kuznets; Smithies; Shirras; ve MacGregor (1949) “The Measurement of National Wealth: Discussion”, Econometrica 17, Supplement: Report of the Washington Meeting: 255-272.

Gürkaynak, Refet ve Böke, Selin Sayek (2013) “AKP Döneminde Türkiye Ekonomisi”, Birikim 296: 64-69.

Hoppit, Julian (2011) “Compulsion, Compensation and Property Rights in Britain, 1688-1833”, Past and Present 110 (1): 93-128.

Marx, Karl (1990) Capital. A Critique of Political Economy. Volume One. Londra: Penguin Books.

North, Douglass C. ve Weingast, Barry R. (1989) “Constitutions and Commitment: The Evolution of Institutions Governing Public Choice in Seventeenth-Century England”, The Journal of Economic History 49 (4): 803-832.

O’Brien, Patrick Karl (1988) “The Political Economy of British Taxation, 1660-1815”, The Economic History Review 41 (1): 1-32.

Opie, Frederick Douglass (2009) Black Labor Migration in Caribbean Guatemala, 1882-1923, Gainesville: UP of Florida.

Roberts, Michael (2017) “The Profit-Investment Nexus: Keynes or Marx?”, https://thenextrecession.files.wordpress.com/2017/06/the-profit-investment-nexus-michael-roberts-hmny-april-2017.pdf Erişim tarihi: 19 Temmuz 2019.