Okuyacağınız yazı Ankara Sincan F Tipi Hapisanesi’nde tutsak olan editörümüz Alp Altınörs’ün iki parçadan oluşan Çin Komünist Partisi’nin Yüz Yılı başlıklı incelemesinin ikinci bölümüdür. Yazının bu bölümü Mao Zedong’un ölümünden günümüze kadar olan dönemi kapsamaktadır. Yazıda kullanılan kaynaklar hapisane koşulları nedeniyle yazı içinde geçtiği yerde değil, topluca yazı sonundaki kaynakçada belirtilmiştir. Yazının ilk bölümünü buradan okuyabilirsiniz.
Mao Zedong ve Çu En Lay’ın (Zhou Enlai) ölümlerinin ardından, Çin Komünist Partisi’nin liderliğini Deng Xiaoping üstlendi. Mao’nun eşi ve bir opera sanatçısı olan Jiang Qing de içinde olmak kaydıyla, tümü Kültür Devrimi döneminde öne çıkmış ve Politbüro’ya girmiş olan “Dörtler”, Kültür Devrimi’ndeki bütün aşırılıklardan sorumlu tutuldular ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Jiang Qing, mahkemenin meşruiyetini tanımayı reddetti ve proletarya diktatörlüğünü, Kültür Devrimi’nin haklılığını savundu. Jiang Qing ancak 10 yıl sonra hapisten çıkabildi. Bulduğu Çin, Tiananmen Meydanı olaylarıyla çalkalanan bambaşka bir ülke haline gelmişti. Bu durumun yarattığı mana sarsıntısı içinde Jiang, “Başkan Mao’nun yanına” gitmek üzere, ardında bir mektup bırakarak kendisini astı. “Dörtlü Çete” davası ile Kültür Devrimi tüm yönleriyle mahkûm edildi ve kamu hafızasından silindi. Kültür Devrimi günümüz Çin’inde de yasaklı bir kavram ve unutturulmaya çalışılan bir deneyim olarak kalmaya devam ediyor. Bu dönem resmi sansür altında tutuluyor ve yok sayılıyor.
“Dörtlü Çete”nin tasfiyesini Deng Xiaoping’in “Reform ve Dışa Açılma” politikasını ilanı izledi. Proletarya diktatörlüğüne son verildi. Bundan böyle Çin’de sınıf mücadelesinin değil, üretici güçlerin geliştirilmesinin esas alınacağı ilan edildi. Kültür Devrimi döneminde sağcı ilan edilen ve halen aklanıp partiye kabul edilmemiş herkes yeniden ÇKP’ye kabul edildi. (Aynı geri kabul “aşırı sol” için geçerli değildi). Kültür Devrimi dönemi lanetlenmekle birlikte, bu dönemden Mao Zedong sorumlu tutulmadı. Mao “kimi önemli, teorik hatalar” yapmış sayılmakla birlikte, yine de “Yeni Çin’in kurucusu” olarak el üstünde tutulacaktı. Zira Deng ve ÇKP’nin ülkeyi yönetecek meşruiyeti koruyabilmek için Mao’ya ihtiyacı vardı. Sovyetlerde Hruşçov’un Stalinsizleştirme kampanyasının bir benzerini Mao’ya karşı yürütmeleri, kendi iktidarlarını da sarsardı. O yüzden, tüm politikalarını tersyüz ettikleri halde, Mao’yu şekilsel olarak yüksekte tutmaya devam ettiler.
Artık üretici güçlerin geliştirilmesi her şeydi. Bunların hangi üretim ilişkileri zemininde geliştirildikleri ise önemsizdi. Deng’e göre “kedi fareyi yakaladığı sürece sarı veya siyah olması fark etmezdi.” Zaten Marx da devrimin amacını nihayetinde üretici güçlerin geliştirilmesi olarak koymamış mıydı? Öyleyse “Reform ve Dışa Açılıma” siyaseti devrimin ta kendisi değil miydi?
İlk Darbe Halk Komünlerine
Böylece Deng, bir yandan Çin milli burjuvazisini ve özel sermayeyi teşvik ederken diğer yandan ise kapıları yabancı sermaye yatırımlarına açıyordu. Neoliberal iktisadın öncüleri olan Chicago Okulu iktisatçılarını (ve bizzat Milton Friedman’ı!) danışmanlık yapmak üzere Çin’e davet etti. Çin’in iktisat fakültelerinde neoklasik öğreti, müfredatın temeli yapıldı. Deng, önce Tarım Komünlerini dağıttı. Ardından ise kamusal sanayi işletmelerini özelleştirdi. Böylece 1980’li ve 90’lı yıllar boyunca Çin’de muazzam bir kapitalistleşme süreci yaşandı. Bir Çin özdeyişinde denildiği gibi, Çin Mao döneminde “30 yıl Doğuya” gittikten sonra, şimdi de “30 yıl Batı’ya” gidecekti. ÇKP, içerisinde Mao döneminde dahi hep gücünü hissettiren sosyalizm karşıtı koalisyon artık tüm gücüyle iş başındaydı. Ancak bu koalisyonun köylüleri ve işçi sınıfını Mao döneminde elde ettikleri kazanımlardan yoksun bırakması için mücadele etmesi gerekecekti. Bu mücadelenin ilk perdesi 1982’de tarımsal Halk Komünlerinin dağıtılmasıyla yaşandı.
Resmi ÇKP söylemine göre, Halk komünleri köylülerin isteği ve desteğiyle hızla tasfiye edilmiştir. Kolektif tarımı peşinen “verimsiz” sayan batı medyası ve liberal akademisi de bu söylemi itirazsız kabul eder. Halk Komünlerinin dağıtılmasıyla Çin tarımında verimliliğin sağlandığı miti neredeyse standart bir ders kitabı metnine dönüştü. Zhun Xu’nun Komünden Kapitalizme başlıklı kitabı, bu söylemi sorguluyor ve aslında bunun tersinin geçerli olduğunu, tarımsal Halk Komünlerinin ÇKP’nin tepeden müdahalesiyle tasfiye edildiğini, pek çok komünün buna ellerinden geldikçe karşı koyduğunu belirtiyor.
Buna göre, kolektifsizleştirme tabandan gelmedi, ÇKP Merkez Komitesi tarafından talimatla örgütlendi. Kendiliğinden değildi, iradi olarak, emirle yaptırıldı. Toplamda köylülerin bir kısmı rıza gösterdi, bir kısmı karşı çıktı, bir kısmıysa ilgisiz kaldı. Çok da büyük bir direniş yaşanmasa da (komünlerin yalıtıklığı da hesaba katılmalı) yine de zamana yayılan ciddi bir direnç vardı (kolektifsizleştirme ancak 4 yılda tamamlandı). Kolektifsizleştirme Çin tarımında verim artışına yol açmadı, tersine verimsizlik yarattı. Komünler bünyesinde ortaya çıkmış olan, oldukça gelişkin toplumsal iş bölümünü dağıtarak aslında üretici güçlerde gerilemeye yol açtı. Komünlerin yürüttüğü alt yapı inşa faaliyetlerine ve alt yapı yatırımlarına son vererek kırsal kesimde gerileme yarattı. Halk komünlerine ait okulların ve sağlık ocaklarının kapatılması köylülerin eğitime ve sağlığa erişimini geriletti, sosyal güvencelerini zayıflattı.
Nitekim kitabın alt başlığında da belirtildiği üzere, Çin köylüleri komünleri yitirip kentsel yoksulluğu “kazandılar”. Halk Komünlerinin dağıtılması, Çin köylülerinin sosyal güvence ağlarını yitirmelerine yol açarak onları şehirlere doğru itti. Şehirlerde ise onları “ucuz işgücü” olarak çalışacakları kapitalist işletmeler bekliyordu. Ayrıca Halk Komünlerinin tasfiyesi, işçi-köylü ittifakını dağıtmak ve Çin köylülüğünün örgütlü gücünü kırmak bakımından da ÇKP’nin yeni önderliğinin zorunlu gördüğü bir adımdı. Böylece sıra artık şehirlere, kamusal fabrikaların özelleştirilmesine gelecekti.
Üç Dünya Teorisinin Sonuçları
Deng Xiaoping yönetimi, daha önce de belirttiğimiz üzere, Üç Dünya Teorisi’ni ilan ederek Sovyetlerle kutuplaşma siyasetini doruk noktasına vardırdı. Sovyetlerle mücadele Çin’in birinci önceliği halindeydi. Pekin (Beijing), uluslararası bağlaşığı olan partilere de bu teorinin uygulanmasını salık veriyordu. (Türkiye’de Üç Dünya Teorisi 1970’lerde Maocu olan akımlarca resmiyette benimsenmiş olsa dahi, bu teorinin gereklerini pratiğe geçiren sadece Aydınlık grubu oldu. Doğu Perinçek liderliğindeki bu grup tüm devrimci hareketleri “Rus sosyal emperyalizminin Türkiye’deki 5. Kolu” olarak görüyor ve bunları devlete ihbar etmeyi görev sayıyordu!)
Deng’in Sovyet karşıtı siyaseti, Ocak 1979’da Çin-Vietnam Savaşına yol açtı. Vietnamın Pol Pot rejimi altındaki Kamboçya ile çatışması ve Çin’in müttefiki olan Kamboçya’yı işgali karşısında Çin de Vietnam’a bir ders vermek istemişti. Ancak savaş pek de Çin’in beklediği gibi gitmedi ve Vietnam ordusu Çini durdurmayı başardı. Böylece Kamboçya’da Çin ve ABD’nin desteklediği Pol Pot rejimi devrildi. Kamboçya uzun yıllar Vietnam işgali altında kaldı. Çin’in Vietnam’a savaş ilanının resmi gerekçelerinden birisi de Güney Çin Denizi’ndeki Spratli Adaları’nda Vietnam’ın hak iddia etmesiydi (ki bu ihtilaf, aradan geçen 42 yıla rağmen hala çözülememiştir. Günümüzde de Çin-Vietnam geriliminin merkezinde bu ihtilaf durmaktadır.)
Deng Xiaoping yönetiminin Sovyet Birliği ile rekabette giriştiği bir diğer karanlık faaliyet ise Angola İç Savaşı’na Amerikancı UNITA milisleri lehinde müdahil olmaktı. Aynı zamanda Güney Afrika Apartheid rejimince de desteklenen UNITA milisleri, Sovyet ve Küba destekli Angola Halk Kurtuluş Hareketi’ne (MPLA) karşı savaşıyordu. Sosyalist Küba’nın doğrudan askeri güçleriyle katıldığı bu savaşta Güney Afrika ordusu önemli yenilgiler aldı. Angola Savaşı’nın Apartheid rejiminin yıkılmasına katkıları büyük oldu.
Çin-Arnavutluk kopuşmasını da bu dönemin verileri arasına eklemeliyiz. Arnavutluk Emek Partisi, Mao Zedong ve ÇKP’nin “Sovyet revizyonizmine” karşı açtığı uluslararası savaşındaki en önemli müttefikiydi. ÇKP ve AEP arasındaki anti-revizyonist blok 1976’ya kadar devam etti. Ancak Mao’nun ölümünün ardından, ÇKP’nin Üç Dünya Teorisi’ni resmi olarak kabul etmesiyle birlikte bu ilişki de bozuldu. AEP lideri Enver Hoca Üç Dünya Teorisi’ne karşı uluslararası bir kampanya başlattı. Bunu Mao Zedong düşüncesine karşı bir kampanya izleyecekti. Enver Hoca, “Emperyalizm ve Devrim” kitabında, Deng Xiaoping yönetimi altındaki Çin’i “sosyal emperyalist bir ülke” olarak niteledi. Neticede, benzer durumlarda hep olduğu gibi, iktidardaki partiler arasındaki ideolojik tartışmalar, devletler arasındaki ilişkilerin kesilmesini getirdi. 1960’ta Sovyetler’in Çin’e uyguladığı ekonomik ambargo ve ilişkileri kesme siyasetini, Çin de 1978’de Arnavutluk’a uyguladı. Böylece Arnavutluk, 1978’den itibaren bir uluslararası tecritlik durumuna hapis oldu.
Tiananmen Meydanı Olayları ve Sonrası
SSCB’nin 1979’da Afganistan’ı işgali, Çin-Sovyet geriliminde yeni bir perde açtı. Keza Sovyet Kızıl Ordusu’nun Vietnam’da üs kurması, Hindistan’la kurduğu ikili ilişkilerde Çin liderliğinde bir “kuşatma” algısı yarattı. Böylece 1950’lerde dünya devrimi ile ilgili bir tartışmadan başlayan Çin-Sovyet gerilimi, her iki ülke de dünya devrimiyle ilgisini kesmiş olmasına rağmen 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında zirve noktasına vardı.
Ancak Mihail Gorbaçov’un 1985’te Sovyet partisinin Genel Sekreteri olmasının ardından 1989’da Sovyet birliklerinin Afganistan ve Vietnam’dan çekilmesi, Doğu Avrupa “halk demokrasilerinin” çöküşüne Moskova’nın sessiz kalması, Brejnev Doktrini’nin fiiliyatta ortadan kalkması, Çin-Sovyet geriliminin de tarihe karışmasına yol açtı. Çin-Sovyet ilişkileri 1989’da normalleşti. Bunun bir sembolü olarak da SSCB lideri M. Gorbaçov, ÇKP tarafından Çin’e davet edildi. Bu Hruşçov’un 1959’daki ziyaretinden 30 yıl sonra bir ilk olacaktı. Ancak Gorbaçov’un ziyareti hiç beklenmedik bir sonu da beraberinde getirecekti.
Mayıs 1989’da Gorbaçov Shanghai’a ayak bastığında, onun Sovyetlerde gerçekleştirdiği dönüşümün bir benzerini de Çin’de görmek isteyen genç ağırlıklı bir kalabalık tarafından karşılandı. Üniversitelerde “kapitalizmin nimetlerini” öğrenen, burjuva eğitimden geçen gençlik kitleleri, siyasi liberalizm talep ediyorlardı. Ancak Çin’i ekonomik bakımdan kapitalistleştiren Deng’in, siyasi liberalizme hiç meyli yoktu. Tersine, her alanda ÇKP otoritesini güçlendirmekten yanaydı. Bu iki yön arasındaki bariz çelişki, tarihe Tiananmen olayları olarak geçen hareketi doğurdu.
Siyasal liberalizm talep eden gençlerin eylemleri, Deng döneminde sosyal hak kayıpları yaşayan işçilerin de katılımıyla beklenmedik ölçüde büyüdü ve Mayıs 1989 boyunca tüm Çin’e yayılarak meydanlara hâkim oldu. Gösterilerin merkezi ise Pekin’in (Beijing’in) Tiananmen Meydanı’ydı. Ancak ÇKP’nin tek parti otoritesinden taviz vermeye hiç niyeti yoktu. O otoritenin meşruiyet kaynağı olan sosyalizm iddiasını pratikte terk etmiş olsa dahi! Neticede 4 Haziran 1989’da ordu birlikleri Tiananmen Meydanı’na girerek televizyonlardan canlı yayımlanan bir katliam yaptılar. Ülke genelinde can kayıplarının binleri bulduğu tahmin ediliyordu.
Tiananmen Olayı, Deng yönetiminin kapitalist ekonomik politikalarında bir değişikliğe yol açmadı. Tam tersine, her türlü muhalefetin bastırılmış olduğu şartlar Deng yönetimine daha ileri kapitalist dönüşümler için fırsat sundu. Tiananmen’in ardından kamusal sanayinin özelleştirilmesi büyük hız kazandı. 1989’a değin kentsel işçi sınıfının muhalefetinden ve direncinden ötürü tasfiye edilemeyen sosyal haklar 1989 sonrasında hızla geriletildi ve Çin dev adımlarla ucuz işgücü ülkesine dönüştürüldü. Yeni gelişen kentli küçük burjuvazi ise, Tiananmen’de siyasal hayallerine ket vurması gerektiğini öğrenerek içe döndü. Ama bu sınıfın ekonomik ve sosyal koşullarında, izleyen dönemde hiçbir kayıp yaşanmadı. Aksine bu sınıfın durumu hızla iyileşti.
1992’de toplanan ÇKP 14. Ulusal Kongresi, Deng Xiaoping’in “Çin’e özgü özellikleriyle sosyalizm teorisini” kabul etti. Partinin önüne “sosyalist piyasa ekonomisini” inşa etme görevi konuldu.
Deng Xiaoping Sonrası Dönem
Deng Xiaoping 1997’de öldüğünde, 20 yıllık bir liderlik dönemini geride bırakmıştı. Liu Bocheng ile birlikte 1957-58’de başaramadığı (ertelenen) kapitalist dönüşümü Mao sonrası dönemde tamamlamıştı. Bu girişimin bir benzerini Sovyetlerde deneyen Gorbaçov yenilgi ve iflasla karşılaşırken, Deng nasıl “başarılı” olabilmişti?
İlkin, SSCB’den farklı olarak Çin’de kapitalist üretim ve burjuva sınıfı hiçbir zaman tasfiye edilmemiş, aksine “milli burjuvazi” etiketi altında korunmuş ve kollanmıştı. Dolayısıyla Deng’e düşen, kapitalist üretimi teşvik etmek ve alanını genişletmek olmuştu. Oysa Hruşçov, Brejnev ve Gorbaçov öncelikle özel mülkiyetin yasak olduğu, miras hakkının bulunmadığı vb. bir ekonomide sermaye için kanallar açmakla uğraşmak durumundaydılar (örneğin 1972 Liberman Reformları, 1980’lerin Kooperatif Yasası, vb.). Deng ise kapitalist üretimi, özel sermayeyi, miras hakkını elinin altında hazır bulmuştu. İhtiyacı olan tek şey, bu denli açık kapitalist politikaları sosyalizm lafzıyla uyumlulaştıracak bir teoriydi.
Çin’in tarihsel geriliğine yaslanan “üretici güçler teorisi” bunu sağladı. Aradan 30 yılı aşkın bir zaman geçtiği ve Çin dünyanın 2. büyük ekonomisi haline geldiği halde, Deng Xiaoping’in politikalarının halen yürürlükte olması, esas meselenin Çin’in geriliği olmadığını sergilemektedir. Ayrıca Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka kampanyaları, bizzat kendi partisinin otoritesini kitlelerin tartışmasına açarken, Deng’in ekonomik liberalizmi hiçbir siyasi liberalizm iması içermiyordu. Deng, ekonomik kapitalistleşmede çok daha atakken, siyasi otoriterizmden hiçbir taviz vermiyordu. Yine, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, ayrılma hakkına sahip 16 ulusal Sovyet cumhuriyetinden oluşurken, Çin Halk Cumhuriyeti ise özerk bölgelere sahip bir ulusal devletti. Dağılma veya toplu durma ikileminde bu siyasal formasyon farklılığı da Çin’e yardımcı oldu.
Deng Xiaoping, izlediği ekonomi politikalarıyla kendinden sonraki dönemi de belirledi. Onun yerini alarak ÇKP Genel Başkanı olan Jiang Zemin, Üç Temsiliyet Teorisi ile kapitalistlerin ÇKP’ye ve ÇHC siyasi kurumlarına dahil edilmesi ve kapsanması yönünde adımlar atacaktı. Jiang’ı ise adeta ekonomik teokrasinin temsilcisi olan Hu Jintao izleyecekti.
Bu dönemde Çin ekonomisinin dünya kapitalizmiyle tam bütünleşmesi sağlandı. 1997’de Hong Kong, Britanya tarafından ÇHC’ye iade edildi. Yapılan anlaşmaya göre Hong Kong’daki kurulu düzene dokunulmayacak, Hong Kong Özel İdari bölgesi, “Bir Ülke İki Sistem” ilkesi temelinde Çin bayrağı altında yer alacaktı. Hong Kong o tarihten bu yana, emperyalist mali sermaye akımlarının Çin’e giriş kapısı oldu.
Yine eski Portekiz sömürgesi, kumarhaneler şehri Macau de Çin’e iade edildi. Çin’in Aralık 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği ile uluslararası kapitalizme entegrasyonu tamamlandı. Artık, Çin’in entegre edilmiş olmasının uluslararası kapitalizm bakımından yaratacağı sorunlar tartışılacaktı. Çünkü Çin’in ABD’nin beklediği gibi ilelebet bir ucuz işgücü ülkesi olarak kalmaya hiç niyeti yoktu. Çin’de her şey gibi kapitalizm de “Çin karakteri ile” nevi şahsına münhasır biçimde gelişiyordu. ÇKP yabancı sermayeyi davet edip ona yüksek kârlar vaat ederken bir yandan da bu işletmelerin bir biçimde yönetiminde yer almayı ve onlardan teknoloji ve nasıl-yap (know-how) bilgisi transfer etmeyi başarıyordu. Böylece Çin büyümesi özellikle 2000’li yıllardan itibaren yeni yoğun bir aşamaya ulaşmaya başladı. Çin giderek dikkate değer bir teknoloji gücü de geliştirmeye, böylelikle ABD başta gelmek üzere mali sermaye ülkelerinin teknolojik belirleyiciliğini kırmaya başladı.
Jiang Zemin ve Hu Jintao dönemlerinde Çin, yılda ortalama %10 dolayında büyüdü. Tipik bir kapitalist büyüme olarak, Çin büyümesi de emek ve doğa üzerine ağır yıkıcı etkiler gösterdi. Yoksulluk yayıldı, sosyal haklar geriledi. Çin kentleri dünyanın en kirli havasını soludu. Çin nehirlerine tonlarca atık salındı. Kırsal kesimde sağlık ve eğitim hakları geriledi. Tek çocuk politikası kadın-erkek arasındaki demografik dengeyi bozdu ve kadın nüfusunu geriletti. ÇKP’nin tüm kademelerinde yolsuzluk, rüşvet, zimmetine para geçirme aldı başını gitti.
2008’de küresel kapitalist bunalım ABD’de başlayıp dünyaya yayıldığında Çin bu krizden fazla etkilenmedi ve hızla büyümeye devam etti. Böylece dünya ekonomisinde ABD, Britanya, AB ve Japonya aleyhine, Çin, Hindistan, G. Kore gibi sanayi ülkeleri lehine bir güç kayması meydana geldi. Bu dönemde Çin ilk kez ekonomik büyüklükte ABD’yi de geçebileceğinin sinyallerini vermeye başladı.
2008 bunalımı tüm dünyada kapitalizmin sorgulanmasını beraberinde getirdi. ABD’de mali sermayenin merkezi Wall Street’i işgal eden göstericiler bu sorgulamanın simgesiydi. Çin de bu anti-kapitalist rüzgardan bağışık değildi. 2009 sonrasında Çin’de de “Yeni Sol”un etkisi giderek yayılmaya başladı. Minqi Li’nin aktarımına göre “ilerici entelektüeller, radikalleşmiş öğrenciler, özelleştirme karşıtı mücadelelerde tecrübe kazanmış eylemci işçiler, sosyalizme sadakatlerini sürdürmüş eski Komünist parti kadroları ve Kültür Devrimi’nin eski isyancıları, daha büyük bir sol toplumsal hareketle birleştiler. Yeni Çin Solunun büyük kısmı Mao Zedong’un ‘devrimi proletarya diktatörlüğü altında sürdürme’ teorisini kabul ediyordu ve Çin’in ‘reform ve açıklık’ politikasını ‘kapitalist restorasyon’ olarak görüyordu. Bu anlamıyla Çin’in yeni solunun büyük kısmı kendini ‘Maocu’ olarak görüyordu.” (Li, 2017: 50)
2010 ve 2011’de yüzlerce kentte yapılan kitlesel Mao Zedong anmaları “antikapitalist kitlesel eylemlere dönüştü” (a.g.e.). Bu sosyal ve siyasal ortam içinde, Chongqing kentinin Parti Sekreteri ve ÇKP Politbüro üyesi Bo Xilai, kentte sosyalist bir alternatif ortaya koydu. Çin sosyal medyasında hızla popülerleşen Bo Xilai, ÇKP’nin sol kanadının lideri oldu. Bo, Chongqing’de mafyanın egemenliğini halkın kitlesel seferberliği ile kırarak Mao döneminin bu yöntemine yeniden yaşamsallık kazandırdı. “Kızıl şarkıları” ve “kızıl kültürü” teşvik etti. Kamu yatırımlarına ağırlık veren ve halkın barınma sorunlarını çözen Chongqing kenti, Bo Xilai yönetiminde hem en yüksek büyümeyi sağlamış hem de gelir eşitsizliğini azaltmıştı.
Bo Xilai, Amerikan medyasının ve Çinli gerici medyanın boy hedefi oldu. Onlara göre Bo Xilai, Chongqing modeli ile Kültür Devrimi’ni diriltmeye çalışıyordu. Geniş halk kitleleri ve ÇKP içinde neoliberal modele alternatif arayan kanat ise Bo Xilai’ın Chongqing modelinden ilham alıyordu.
Ancak 14 Mart 2012’de Başbakan Wen Jiabao bir basın toplantısında Chongqing Modeli’ni açıktan eleştirerek bu modelin, partinin 1978’de belirlenen temel hattına aykırı olduğunu belirtti. Ertesi gün Bo Xilai, Chongqing Parti Sekreterliği’nden uzaklaştırıldı. 10 Nisan’da “eşinin bir İngiliz iş adamının öldürülmesiyle bağlantılı olduğu” iddiasıyla Politbüro’dan ve merkez Komitesi’nden çıkartılan Bo Xilai, nihayet 28 Eylül’de ise “yolsuzluk ve rüşvet” suçlamalarıyla ÇKP’den atılarak mahkemeye verildi. Bo Xilai mahkemede tüm suçlamaları reddedip güçlü bir savunma yaptı. Buna rağmen bir aylık hızlı bir mahkemeyle ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Neoliberal kanat kazanmıştı. Ama artık eskisi gibi yönetemezlerdi.
Xi Jinping Dönemi: “Yüksek Profilli” Bir Çin
Xi Jinping, Kasım 2012’de ÇKP Başkanı olduğunda Çin’deki siyasi tablo böyleydi. Xi bir yandan neoliberal kapitalist ekonomi politikalarına bağlılığını ilan ederken diğer yandan da partideki sol kanadın ve halk muhalefetinin taleplerini de soğurmak durumundaydı. Bu amaçla yolsuzluk karşıtı kampanyasını başlattı. Yolsuzluk suçlamalarıyla, aralarında üst düzey partililerin de bulunduğu pek çok isim hapse yollandı. Yolsuzluk tasfiyeleri bir yandan partideki yozlaşmaya işaret ediyor ve neşter vuruyordu, diğer yandan ise Xi’nin olası veya fiili siyasi rakiplerini tasfiye ediyordu. Xi Jinping döneminin ilk 5 yılında ÇKP’nin iç güvenlik birimi, yılda ortalama 12 bin üyeyi sorgulayarak, mahkemelere sevk etti. Bu rakam, önceki dönemin iki katına denk geliyordu. Bunların arasında 200 kadar üst düzey ÇKP’li ve Halk Kurtuluş Ordusu’ndan 12 general de vardı. Yargılananların yaklaşık dörtte üçü suçlu bulundu. Çin’de zimmete geçirilen veya suistimal edilen fonların değeri, 2014’te 3,8 milyar Yuan’dan, 2018’de 1 milyar Yuan’a düştü (veriler The Economist’ten). Xi’nin yolsuzluk operasyonları bu yönüyle toplumdan destek gördü.
Xi Jiping göreve geldiğinde, ‘Sovyet partisi neden yenildi?’ sorusu etrafında ÇKP içinde bir tartışma başlattı. Soru oldukça maksatlıydı. Xi, SSCB’nin ya da Sovyet sosyalizminin değil, Bolşevik Parti’nin neden yenildiğini soruyordu. Zira ilkini ikincisinin sonucu olarak görüyordu. Yolsuzluk karşıtı kampanya Xi’nin bu soruya ilk pratik yanıtı oldu. İkincisi ise, Deng Xiaoping döneminden bu yana partinin ve hükümetin işlevleri arasındaki nispi ayrılmaya son vermek olacaktı. “Parti-hükümeti, silahlı kuvvetler, toplum ve akademi, doğu, batı, güney, kuzey ve merkez; parti her şeye liderlik eder” diyordu Xi. Liderlik edebilmek içinse “ideal ve inanç” gerekirdi.
Xi soruyordu: Sovyet partisi sadece 2 milyon üye ile Hitler’i yendi, ama 20 milyon üye ile iktidarı kaybetti. Neden? “Çünkü idealleri ve inançları buharlaşmıştı.” Xi, sosyalizm tarihine yönelik “tarihsel nihilizm” eğilimini de sıkça eleştiriyor ve Mao dönemine daha öz eleştirel yaklaşıyordu. Kültür Devrimi’nin mahkûm edilmesi ise halen devam ediyor. Xi Jinping, önceleri Jiang ve Hu’dan farklılaşan bu söylemleriyle bir yandan işlerin temeldeki yürütülme tarzına dokunmaksızın ÇKP’nin sol kanadının ve “Maoist Yeni Solun” toplumda kabul gören kimi eleştirilerini de kısmen kapsamayı başarmış görünüyor.
Bir yandan da Xi Jinping’in ÇKP içerisindeki konumu ve itibarı, seleflerini aştı. ÇKP Xi Jinping’i “parti önderliğinin çekirdeği” ilan ederek Mao Zedong ve Deng Xiaoping ile aynı seviyeye yerleştirdi. İsmini parti tüzüğüne geçirerek, “Xi Jinping Düşüncesini” öğrenmeyi tüm üyeleri için bir görev olarak ilan etti. Nihayet, parti başkanının iki dönem seçilebilmesi kuralını tüzükten kaldırarak Xi’ye ömür boyu başkanlığın yolunu açtı.
Dış politikada ÇKP, Xi döneminde, Deng döneminden bu yana süren, ‘düşük profilli’ kalma, potansiyellerini sergilememe çizgisinden, ‘yüksek profilli’ bir çizgiye doğru geçiş yaptı. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ABD’nin uluslararası örgütlerde boşalttığı alanları Çin hızla doldurdu. Davos’ta Xi Jinping, küreselleşmenin hamisi olarak konuştu. Çin bu dönemde ‘Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ ile tarihi İpek Yolu’nu canlandırmaya girişerek, kendi dünya politikasını oluşturdu. Bu proje aynı zamanda Çin kapitalizminin Pasifik sahilindeki merkezlerde yaşadığı tıkanmayı, üretimi Chengdu, Urumçi gibi orta ve batı şehirlerine kaydırarak aşma amacı taşıyor. Bu merkezlerle Avrupa arasında kurulacak hızlı tren hatlarıyla dünya ticaretine Çin mallarının akışı hızlanacak. Tabii ki, rotanın hangi ülkelerden geçeceği Çin’in tercihlerine bağlı olacak.
Bu dönemde dünyada patent üretiminde ilk sıraya yerleşen Çin, devlet kapitalizminin sağladığı rekabet avantajlarıyla yapay zeka, robot teknolojisi gibi alanlarda epey ilerledi. ABD’nin Trump döneminde Çin’e karşı ilan ettiği ticaret ve teknoloji savaşları tam da bu ilerlemeyi kırmaya yönelikti. 5G altyapısının yayılması, Huawei ve diğer Çin ürünü mobil telefonların yayılması, Amerikan teknolojik üstünlüğünü tehdit edecek bir düzeye ulaşmış bulunuyor. Hruşçov’un bu hedefi ilan ettiği 1956 yılından 65 yıl sonra, ÇHC, “ABD’ye ekonomik bakımdan yetişip onu geçme” hedefine en çok yaklaşan “piyasa sosyalizmi” ülkesi olabilir.
Aynı dönemde ÇKP’nin “Çin karakterli sosyalizmi” dünya soluna zerk etmeye yönelik faaliyetleri de hız kazandı. Gerçi ÇKP’nin Türkiye’deki temsilciliğini (her kesimden halkın nefretini kazanmış) Doğu Perinçek ve Vatan Partisi yaptığı için biz bu propaganda faaliyetlerinin etkisini pek hissetmiyoruz. Ancak (pandemi dönemi hariç) hemen her yıl Çin’de yapılan pek çok “sosyalist” konferansta ÇKP, dünyaca tanınmış pek çok aydını misafir ediyor. ABD’de ve Avrupa’da bu faaliyetlerin etkileri daha çok hissediliyor. Domenico Losurda gibi devrimci soldan gelen aydınlar dahi Çin’in sosyalist olduğuna ikna olmuş görünüyor (bkz. Kaynakça).
Ayrıca ABD ile karşı karşıya gelişlerin kapsamlılaşması Çin’deki Maoist “Yeni Solu” da Xi Jinping yönetimine karşı hayırhah bir tutum almaya itmiş görünüyor. Ancak tarihe not düşmek bakımından yine de sormak durumundayız: Bütün faaliyet tarzının kapitalist olduğu ya da başka bir deyişle kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu bir ekonomi nasıl sosyalist olarak tanımlanabilir? Üretim ilişkileri işçi sınıfından artık değerin koparılıp alınmasına dayanan bir ekonomi nasıl sosyalist sayılabilir? Merkez Komitesi’nde dahi kapitalistlere yer veren bir parti (ÇKP) nasıl komünist sayılabilir? İçerdiği çok sayıda milyarderle bir “halk kongresinden” çok “Lordlar kamarasını” andıran Çin Ulusal Halk Kongresi’ni nasıl sosyalist bir organ sayabiliriz?
Devletin ve ÇKP’nin özel kapitalist sektör üzerindeki yadsınamaz ağırlığı ise, kapitalist kâr temeli üzerinden yükselen bir ekonomide sosyalizmin değil, tekelci devlet kapitalizminin ifadesi olabilir ancak. Bismarck Almanyası örneğinden de tanıdığımız üzere, emperyalist kapitalist sistem içinde yükselen güçlerin tekelci devlet kapitalizmine evrilmesi, tarihin bir istisnası değildir.
Ancak diğer yandan ÇHC, kendi tarihinden tümüyle kopuşmamaması, sosyalist bilinç halen kitlelerde yaygın olması, Radikal Dönem’in anılarının halen kitlelerde taze olması, kimi merkezi planlama unsurlarının korunması, üretim ateşinin güçlü olması ve benzeri boyutlarla Batı kapitalizmi ülkelerinden ayrılmaktadır. Pandemi döneminde Çin’in kazandığı zafer, bu özgünlüklerle bağlantılıdır.
Xi Jinping yönetimindeki Çin bir yandan da Güney Çin Denizi’ndeki adalar üzerinde hakimiyet mücadelesi vermektedir. Bu adalar, uluslararası ticaret yolları üzerinde olmalarının yanı sıra sunacakları münhasır ekonomik bölge sahalarıyla denizlerdeki doğalgaz, vb. kimi kaynaklara erişim imkânı vaat etmektedir. Çin’in artan oranda askeri güçle müdahalesi, aynı adalar üzerinde hak iddia eden Vietnam, Filipinler, Endonezya gibi ülkeleri de ABD, Britanya gibi ülkeleri bölgeye ‘davet etmeye’ sevk etmiştir.
Xi yönetiminin yüzleştiği bir diğer meydan okuma, Hong Kong’la ilgilidir. ÇKP’nin resmen faaliyette olmadığı özerk statüdeki bu bölgede Çin yönetimi denetimini arttırmaya çalışmaktadır. Liberal kapitalizm yanlısı, Batıcı bir kitle hareketi ise buna karşı koymaktadır. Çin ceza hukukunun adım adım Hong Kong’da da etkin kılınması ile Hong Kong’un özerkliği seyreltilmesi, “bir ülke iki sistem” ilkesinin altı boşalmaktadır. Pekin yönetimi Hong Kong’da başarı elde ettikçe, bu başarılar bu kez Tayvan’da tam ters sonuçlar vererek bağımsızlık hareketini güçlendirmektedir. Hong Kong’da yaşanan süreç, ÇHC’nin Tayvan’la “bir ülke iki sistem” ilkesi altında birleşme önerisinin de zeminini zayıflatmaktadır. ABD’nin Tayvan’ı askeri himayesi sürdükçe Tayvan’ın askeri yöntemle anakara Çin’le birleştirilmesi de mümkün gözükmemektedir.
Çin’e yönelik bir diğer meydan okuma ise, Japonya’nın giderek artan silahlanması ve ABD’nin teşvikiyle yeniden bir militarist güç haline gelme yönelimleridir. Hindistan’la Cemmu ve Keşmir’in paylaşımı uğruna giriştiği silahlı çatışma, bu güçlü ülkeyi de tamamen Çin’e karşı döndürmüştür. Oysa Shanghai İşbirliği Örgütü’nde ve BRICS inisiyatifinde bir arada olan Çin ve Hindistan’ın 2008 sonrası dünyada Asya’ya birlikte yön verebilecekleri konuşuluyordu.
Yine ABD’de Biden’ın yönetime gelmesiyle birlikte Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi projelerini engellemeye yönelik baskılar artmış, bu yönde ilk iptaller Avusturalya’dan gelmiştir. ABD “Quad” ya da “Dörtlü” dediği bir ittifak içinde, Hindistan, Japonya, Avustralya, ile birlikte bir nevi, “Hint-Pasifik NATO’sunu” kurmanın arayışındadır.
Xi Jinping, ÇKP’nin 100. Yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada Çin’i sömürgecilik dönemindeki gibi ezmeye kalkışacakların “çarpacağı çelik duvarla kafataslarının yarılacağını” ilan ederek, askeri biçimler dahil, bu rekabeti tüm boyutlarıyla karşılayacaklarını tescil etmiş oldu. Bu tür “milliyetçi” söylemler Çin toplumunda ÇKP’ye destek kazandıran en önemli unsurlardan birisi. Diğer yandan, Xi’nin giderek sertleşen tonu, Çin’in önceki on yılların aksine, 2020’li yıllarda ekonomik yayılmasına pek çok engelle karşılaşacağının bir ifadesi.
Ancak, ortada iki hasım ekonomik sistem bulunmadığı ve Çin’in uluslararası kapitalizmin vazgeçilmez bir temel direği olduğu koşullarda “Yeni Soğuk Savaş” beklentileri abartılı kaçıyor. Nihayetinde mesele, emperyalist-kapitalist sistem içinde bir yeniden paylaşım rekabeti çerçevesinde kalacaktır. Bu rekabette Çin’in en temel müttefiki Rusya Federasyonu’dur. Ancak 1960’taki Çin-Sovyet kopuşmasından bu yana hem Çin hem de Rusya’nın ekonomik ilişkileri Batı Bloğu’na yoğunlaştığı için, bu iki ülkenin ekonomik entegrasyon düzeyi çok sınırlıdır (örneğin ABD-Avrupa entegrasyonuyla kıyas dahi kabul etmez). Ancak bu iki devletin ekonomik-politik bir blok oluşturmasıyla ABD-Avrupa-Japonya bloğuna karşı etkin bir rekabet yürütmesi mümkün olabilecektir.
Sonuç olarak, 1921’de 50 üyeyle yola çıkan Çin Komünist Partisi, yukarıda sıraladığımız dönemlerden geçerek, kendi tarihi içinde kendisini defalarca yadsıyıp başka bir partiye dönüşerek, bugün dünyanın en kalabalık ve en güçlü siyasi partisi konumuna yerleşmiştir. ÇKP’nin yüz yıllık tarihinin topluca bir okumasının yapılması, Çin’in son yüzyılını anlamak ve geleceğini kestirmek bakımından kilit önemdedir. Bu tarihi okurken, ÇKP’yi anlamaksızın modern Çin’i anlamak ne denli olanaksızsa, adeta genlerine işleyen “Çinliliğini” anlamadan ÇKP’yi anlamak da o denli imkansızdır.
Kaynakça
- Charles Bettelheim (1977) Çin’de Kültür Devrimi ve Endüstriyel Örgütlenme, Yücel Yayınları
- Domenico Losurda (2019) Tarihten Kaçış, Yordam Kitap
- Edgar Snow (2015) Çin Üzerinde Kızıl Yıldız, Yordam Kitap
- Enver Hoca (-) Emperyalizm ve Devrim, Evrensel yayınları
- Han Suyin (1993) Sabah Tufanı, Berfin Yayınları
- Harry G. Gelber (2001) Çin ve Dünya, YKY Yayınları
- Henry Kissinger (2004) Diplomasi, iş Bankası Yayınları
- Mao Zedong (2010) Sovyet İktisadının Eleştirisi, Akademi Yayın
- Mao Zedong (2000) Seçme Yazılar I-IV, Kaynak Yayınları
- Minqi Li (2017) Çin ve 21. Yüzyıl Krizi, Yazılama Yayınları
- Muhsin Yorulmaz ve John Lawrence (2018) “Çin-Sovyet Ayrılığı ve Sınıf Mücadelesinde Çin’in Rolü”, Abstrakt Dergi: http://abstraktdergi.net/cin-sovyet-ayriligi-ve-sinif-mucadelesinde-cinin-rolu/
- The Economist (2021), ÇKP’nin 100. Yılı Özel Dosyası
- Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik ve Dokuz Yorum, Inter Yayınları (1988).
- Zhun Xu (2018) From Commune to Capitalism, Monthly Review Press