* Click to read in English / İngilizcesini okumak için tıklayınız
İngilizceden çeviren: Alp Altınörs
Boris Johnson parti üyelerinin üçte ikilik oyu ile Muhafazakar Parti’nin lideri olarak seçildi. Buckingham Sarayı’na giderek Kraliçe ile buluştu. Burada kendisinden hükümeti kurması resmen istendi. Her ne kadar Johnson iktidara liderlik seçimi yoluyla kolayca gelmiş olsa da ─seçim sürecinin en başından beri devrik başbakan Theresa May’in mirasçısı gibi göründü─ parlamentoda ve İngiliz kamuoyunda var olan derin bölünmeler onun “Brexit’i hayata geçirmek, ülkeyi birleştirmek ve Jeremy Corbyn’i yenilgiye uğratmak” şeklindeki üç vaadini tutmasının çok zor olacağını gösteriyor.
Boris Johnson kimdir?
Birleşik Krallık dışında yaşayan ve Boris Johnson’un her yerde var olmasına maruz kalmamış olan okurlar için, kendisi hakkında bir takdim yararlı olabilir. Yarı-aristokratik bir aileye doğmuş olan Johnson, Eton Koleji ve Oxford Üniversitesi’nde eğitim görerek gazeteci oldu, ardından ise önce aşırı-muhafazakar The Telegraph gazetesinde yardımcı editörlük, sonra ise muhafazakar dergi The Spectator’da editör oldu. 2001 yılında Henley milletvekili olarak parlamentoya seçildi. Milletvekilliği, İşçi Partili Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone’u yenerek bu koltuğa oturmasına kadar devam etti. İki dönem Londra Belediye Başkanlığı yaptıktan sonra, 2015 seçimlerinde tekrar parlamentoya girdi. 2016 yılında, AB üyeliği referandumunu önceleyen Terk Etme (Leave) kampanyasının önde gelen bir figürü oldu. Theresa May’in hükümetinde Dışişleri Bakanı olarak bulundu. Bu görevden, May’in Brexit’, ele alışını eleştirerek Temmuz 2018’de istifa etti.
Bu yıllar boyunca siyasi mizah programlarına çıkarak ve bir dizi gaf yaparak komik, hatta soytarıca bir karakter oluşturdu. Bunlardan en bilineni Londra 2012 Olimpiyatları esnasında Thames Nehri üzerinde çelik halatta asılı kalmasıydı. O, bu karikatür kişiliği, son derece gerici inançlarını maskelemek üzere kullanmaktadır. Bu görüşler, onun yaptığı çeşitli açıklamalar ve yazdığı yazılarda açığa vurduğu İngiliz imparatorluk geçmişine duyduğu özlemde ve imparatorluk özürcülüğünde, ırkçılığında, cinsiyetçiliğinde, düşmanca işçi sınıfı karşıtı tutumunda açığa vurmuştu. O kadar ki, linkteki derlemeyi yapan yazar, yazısına şöyle başlıyor: “O kadar çok gaf yapıyor ki! Acaba bunlara ‘gaf’ demekten vaz mı geçsek?”
Johnson aynı zamanda, çevresindeki siyasetçiler ve gazeteciler tarafından ileri derecede fırsatçı, ‘bilinen bir yalancı’, ve ‘herhangi bir şey hakkında derin inanca sahip olmayan, sadece kendi önemine inanan’ bir kişi olarak tanınıyor.
İngiliz Siyaseti neden Brexit üzerinden krize girdi?
Britanya egemen sınıfının şu anda yaşamakta olduğu politik krizin kökleri 2008-09 küresel ekonomik krizinde ve 2011 Avrupa ekonomik krizinde yatmaktadır. Bu krizlerin hemen ertesinde Avrupa’nın merkez güçleri, çevresel Euro-bölgesi ülkelerinde ücretleri baskılama ve yapısal uyum programı uyguladılar. Aynı zamanda, Avrupa Birliği kurumlarını bundan sonra gelişebilecek politik ve ekonomik krizlere karşı sağlamlaştırmak için bir merkezileştirme süreci başlattı.
Bu süreç, Britanya’nın daha geniş Avrupa projesiyle olan ilişkisini tartışmaya açtı. Britanya bankacılık sermayesinin Avrupa projesiyle her zaman çelişkili bir ilişkisi olmuştu ─ piyasalara erişim haklarından yararlanmak, ama Londra Şehri’nin bir uluslararası finansal merkez olarak konumunun altını oyabilecek merkezileştirme adımlarına da direnmek.
Bu yıllarda Muhafazakar Parti içerisindeki, Thatcher döneminin aşırı liberal politikalarına dönüşü özleyen AB karşıtları güç kazandı. Dönemin Başbakanı David Cameron (Muhafazakar Parti’nin AB yanlısı bir üyesi) 2015 yılında bir Avrupa Birliği referandumu düzenlemeyi önerdi. Referandumdan AB’de kalma yönünde bir kararın çıkacağını, böylece partisi içindeki muhalefetin de sakinleşeceğini ve Avrupa Birliği üyeliği sorununun en azından bir kuşak boyunca çözümleneceği umuyordu. Britanya nüfusu AB’yi terk etme yönünde %52’ye %48 oy kullanınca, bu taktik boşa çıktı. Cameron istifa etti, yerine ılımlı bir AB’de kalma yanlısı olan Theresa May (bu işi layığıyla başarabilecek güvenilir bir devamcı olarak görülerek) Başbakan yapıldı. (Georgiou, 2017, pp. 91-93)
May’in Başbakanlığı daha başından problemlerle karşılaştı. Parlamentodaki milletvekillerinin çoğunluğu referandumda AB’de kalmaktan yana kampanya yapmışlardı. Parlamentodaki çoğunluğunu sağlamlaştırmak ve Brexit müzakerelerinde yolu düzlemek amacıyla May 2016 yılında erken genel seçimler için çağrı yaptı, ama seçimlerde ‘demokratik sosyalist’ Jeremy Corbyn liderliğindeki yükselen İşçi Partisi karşısında zemin kaybetti. Parlamentodaki sınırlı çoğunluğunu da kaybetti, Demokratik Birlikçi Parti (DUP) ile koalisyona girmek durumunda kaldı ─ ki bu parti İrlanda’nın kuzeyindeki Kraliyet yanlısı toplulukları temsil ediyordu ve Britanya’nın işgal ettiği Kuzey İrlanda üzerindeki kontrolünü en ufak biçimde gevşetmesine karşıydı. DUP’un politikaları aşırı toplumsal muhafazakarlık, evanjelik protestanlık ve protestan üstünlüğü üzerinde yükseliyor. Bu partinin Ulster Gönüllü Kuvveti adlı paramiliter kraliyet yanlısı oluşum ile bağları mevcut.
May, partisinin yeni şartlardan cesaretlenen AB karşıtı kanadı, parlamenter çoğunluk için yaslandığı kraliyet yanlısı İrlandalılar ve hala çoğunluğu AB’de kalma yanlısı olan parlamento arasında sıkışıp kaldı. Brexit anlaşmasını Avam Kamarası’ndan geçirmeyi üç kere denedi ve başarısız oldu. Ona kalan tek seçenek; Britanya’nın AB’den ayrılacağı tarih için (31 Ekim 2019’a kadar) ek süre almak ve Başbakanlıktan istifa etmekti. O da 7 Haziran’da öyle yaptı.
Kısa bir liderlik yarışından sonra, Boris Johnson ─AB’den Ayrılma kampanyasının en önde gelen isimlerinden birisi ve May’in ‘yumuşak’ (Birleşik Kralllık’ın resmen AB’den ayrılmış olacağı, ancak AB ile yakın resmi bağları sürdüreceği) Brexit anlaşması yapma girişimlerine direnmiş birisi olarak Muhafazakar Partinin başına geçti. Şimdi ileri derecede bölünmüş bir partinin başında bulunuyor, üyelerden ‘Sert’ bir Brexit için yetki almış durumda; bu versiyonda Britanya, Avrupa Tek Pazarı üyeliğinin gerektirdiği ‘4 özgürlüğün’ tümünü ─yani insanların, sermayenin, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımını─ reddedecek ve herhangi bir AB yasasının İngiliz yasalarının üstünde olmasını kabul etmeyecek.
Boris ve Brexit için Sırada Ne Var?
İlkin ve öncelikle, Johnson’un Brexit’i hayata geçirmesi beklenecektir ─ ya Avrupa Birliği ile yeniden müzakere edilmiş ve parlamento tarafından onaylanacak bir anlaşma yoluyla ya da ‘anlaşmasız’ senaryo yoluyla Britanya Avrupa Birliğini, Avrupa Tek Pazarına erişim imkanı sağlayan bir ticaret anlaşması yapmaksızın terk edecek. Johnson’ın 2016 AB’den Ayrılma kampanyasından bu yana AB’yi ne pahasına olursa olsun terk etmeyi yüksek sesle ve tutarlı biçimde savunuyor, dahası, bu başlıkta daha uzlaşmacı olan adaylara rağmen seçildi. O zamandan bu yana da Birleşik Krallık’ın AB’yi 31 Ekim’de ‘Anlaşmalı ya da anlaşmasız’ mutlaka terk edeceğini söylüyor. Böylesi bir tercih, 2016’daki Brexit referandumundan bu yana İngiliz muhafazakarları girdabına çeken derin krizi ortaya koymaktadır.
Parlamentodaki Muhafazakar Parti grubu, anlaşmasız Brexit konusunda ciddi biçimde bölünmüş durumdadır, Boris’in Başbakanlığının arefesinde üst düzey istifalar yaşanmıştır, 30’u aşkın muhafazakar milletvekili, eğer gerekirse Ekim ayında, Johnson’un da göz kırptığı Anlaşmasız Brexit’i bloke etmekle tehdit etmişlerdir. Johnson, Brexit’i zorlamaktaki kararlılığını AB’den Ayrılma kampanyasının unsurlarını ─ ayrılma kampanyasının başını çeken ve yakın zamanda, kampanya sırasında yalan haber yaymakla ilgili olarak Parlamentonun ilgili komitesinin davetine uymayarak parlamentoya saygısızlıkta bulunan Dominic Cummings dahil.
Avrupa Birliği, Johnson’ın anlaşmasız Brexit’in daha sancısız olacağına, zira daha şimdiden AB ile yapılan pek çok yan anlaşma bulunduğuna dair açıklamalarını, Johnson Başbakan seçildikten kısa süre sonra, ‘tamamen zırva’ olarak niteledi.
Ne var ki, Muhafazakar Parti’nin üyeleri, Avrupa Birliği’nden ayrılmaya başka herhangi bir konunun hilafına belirgin bir bağlılık sergiliyor. Bu partinin üyelerinin çoğunluğu, yapılan bir ankette, Britanya’nın AB’den ayrılmasını güvence altına alacaksa, ekonominin ciddi hasar görmesine, Kuzey İrlanda’nın veya İskoçya’nın ayrılmasına, hatta kendi partilerinin yok olmasına razı olduklarını belirtmişler. İşte Boris Johnson’u Başbakan yapan oylamada kitleler halinde oy veren üyeler bunlardır.
Britanya muhafazakarlığının bu krizi ne de tuhaf ─Muhafazakar ve Birlikçi partilerin üyeleri çok uzun bir zamandır savundukları birliği (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda’nın, Birleşik Kralllık’ı oluşturan birliğini) AB’den ayrılmak uğruna feda etmeye hazır olduklarını görüyoruz.
Bu yeni muhafazakar politikanın arkasındaki itici güç, onun sınıfsal ve ulusal temelidir ─ Muhafazakar Parti’nin sayısı 200 binden az olan üyelerinin yarıdan fazlası 55 yaşın üstündedir, orta veya üst sınıf mensubudur ve İngiltere’nin güneyinde yaşamaktadırlar. Daha önceden muhafazakarlar, İrlanda’nın kuzeyinin, İskoçya’nın ve Galler’in vahşi (ve çoğu kez kârlı) boyun eğdirilmesini sağlayan birliği korumakta bir çıkar görürlerken, şimdi ise, aşırı bir dar görüşlülük hasıl oldu ve bu üyeler, vergileri emen bölgeler olarak gördükleri bu uluslar ile İngiltere arasındaki politik birliği korumakta fazla bir çıkar görmüyorlar.
Bu ise, tersinden, hem İskoçya hem de Galler’de bağımsızlığa olan desteğin büyümesine yol açıyor. Sunday Times’ta yayımlanan güncel bir anket, Johnson Başbakan olursa, İskoçların çoğunluğunun birliği terk etmekten, yani bağımsızlıktan yana olmasıyla sonuçlanacağını gösteriyordu. “Boris Johnson, İskoç bağımsızlığının ebesi olabilir” diyordu gazete.
Birleşik Krallığın birliğini korumaya gösterilen bu vurdumduymazlığın bir diğer göstergesi ise Boris’in İrlanda sınırı sorununa gösterdiği yaklaşım oldu. Son liderlik oylaması öncesinde yaptığı bir seçim konuşmasında Johnson, ‘İrlanda Garantisi’ ─İrlanda Cumhuriyeti ile işgal altındaki Kuzey İrlanda arasında katı bir sınırı önlemek için Kuzey İrlanda’nın Avrupa gümrük birliğinin içinde kalmasını öngören bir mekanizma─ konusunda, kesinlikle uzlaşmayacağını ve güvencenin kaldırılmasını istediğini belirtti. Bu onun hükümetine, tıpkı May hükümetine verdikleri gibi destek verecek olan parlamentodaki 10 Ulster Birlikçi milletvekiline bir rüşvet gibi görünmektedir. Birlikçiler, İrlanda’nın tümü ile İrlanda denizi arasında bir gümrük duvarının dikilmesi anlamına gelecek bu tür bir düzenlemeyi, kuzey İrlanda’nın anakara Britanya’dan kabul edilemez biçimde ayrılması olarak görüyorlar. Ne var ki, katı bir İrlanda sınırı da Hayırlı Cuma Anlaşmasını ihlal edebilir, dahası, hem güney hem de kuzey İrlanda’da radikal cumhuriyetçiliğin yükselmekte olduğu bağlam içerisinde, işgalin kendisini 1997’den beri kuzeyde muhafaza etmesini sağlayan kırılgan barışa ciddi bir tehdit oluşturabilir.
Birliğin dağılmasının da ötesinde, Boris’in imparatorluk nostaljisine ve Muhafazakar Parti tabanındaki İngiliz dar görüşlülüğüne başvurmasının temeli, onun işçi düşmanı politikalarında yatıyor. AB’den Ayrılma kampanyasının arkasındaki itici güç, Britanya’yı düşük vergili, yasal düzenlemelerin az olduğu bir finans merkezi ─Avrupa kıyılarının açığında bir Singapur─ haline getirme isteğiydi. Boris’in Jeremy Corbyn’i yenilgiye uğratmayı, başbakanlığının en önemli üç hedefinden birisi olarak koyması, sadece politik bir hasmı yenmek tutkusundan ileri gelmiyor, ‘kızıl dişli, kızıl pençeli’ sosyalizmi yenme, onunla birlikte de AB karşıtı sağın Thatcher dönemindeki gibi bir düşük ücretli özelleştirilmiş ekonomiyi tamamlama amacına karşı koyan her türlü direnişi ezme isteği var burada.
Boris Johnson, İngiliz siyasetini girdabına çeken politik krize doğal bir yanıttır. Seçim aritmetiği, uzlaşmaz bir AB ve Brexit-yanlısı sağın yükselen güçleri arasında sıkışmış bir halde, Johnson, bir sağ popülizm dalgasının başını çekerek, bunun karşısındaki her türlü muhalefeti ezmek istiyor.
Parlamentodaki sallantılı çoğunluğuna ve kimi kendi milletvekillerinin anlaşmasız Brexit hamlelerine başkaldırma yönlü adımlarına bakılırsa, ya bu sonbaharda ya da gelecek ilkbaharda bir erken seçim çağrısı yapması olasıdır. Parti tabanının bileşimi, ona sağdan kafa tutan, Nigel Farrage liderliğindeki Brexit Partisi, Corbynci sosyal demokrasinin tehdidi, bugüne kadar kendisinin yürüttüğü aynı sağ kanat intikamcı AB karşıtı kampanyanın bu kez kendisini hedefleyecek olması düşünüldüğünde işi kolay görünmüyor. Bu sürecin sonucu; Johnson’ın liderlik seçimi kampanyasında ilan ettiği üzere anlaşmasız bir Brexit’i, bütün yıkıcı politik, sosyal, ekonomik sonuçlarını göze alarak dayatması ya da (kimi yorumcuların umduğu gibi) Londra Belediye başkanı iken yaptığı gibi faydacı tarafını göstererek bundan vazgeçmesi belirleyecek. Onu iktidarda tutan güçlere (parlamentoda DUP ve partisi içinde yükselen sağ kanat) baktığımızda, ilk ihtimalin daha yüksek olduğunu görüyoruz.
Bunu tehlikeli bir senaryo izleyebilir. Bu tehlike sadece cesaretlenmiş bir aşırı sağdan değil, tarihinde çeşitli defalar kitlelere yönelik şiddete başvurmuş bir devletten (en bilinen örnekleri Kuzey İrlanda’da ve madenciler grevinde yaşandı) kaynaklanacaktır. Bu şiddet, Britanya kapitalizminin krizi ve sağın bunu çözme yönündeki girişimlerinden kaynaklanan ve patlama aşamasına gelmiş bulunan toplumsal gerilimleri kontrol altında tutmak, işçi sınıfı ve ezilenlerin direnişlerini bastırmak için kullanılacaktır.
Gerekli olan, sadece Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin seçimlerde savunulması değil (ki bu parti kısmen kendi içindeki, neoliberal merkez pozisyonuna dönmeyi savunan asiler tarafından kösteklenmektedir) ama geniş ve militan bir mücadele ile sadece kendimizi savunmanın ötesine geçip, geleneksel parlamenter sosyalizmin sınırlarını aşarak, Britanya egemen sınıfının bu kronik krizinden yararlanmaktır.
Kaynakça
Georgiou, Christakis. (2017). “British Capitalism and European Unification, from Ottawa to the Brexit Referendum”. Historical Materialism. 25. 90-129.