Önceleri Önceleri bir Troçkist olan, sonra anarşistleşen, hayatının son evrelerinde ise anarşizmle Marksizmi sentezlemeye çalışarak Toplumsal Ekoloji felsefesini geliştiren ve bu çerçevede ideolojik bir akım olarak da Komünalizmi kuramsallaştırmaya çalışan Bookchin, PKK lideri Abdullah Öcalan ve Kürt Ulusal Özgülük Hareketi (KUÖH) sayesinde Türkiye ve Kürdistan’da epey tanınan bir yazar haline geldi. Peki, söylendiği gibi, Marksizmin temel tezlerini aşmış ve kapitalist barbarlığa güncel bir çözüm sunabilecek bir tez midir, Bookchin’in Komünalizmi?
“Marksizmin Krizi”
Bookchin’in kapitalizmin ulaştığı son evreye dair başlangıç tezi, ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişkinin ortadan kalkmadığı ancak geçmişte sahip olduğu önemini yitirdiğidir. Bunu birbirine bağlı iki tezle destekler Bookchin. Buna göre, Marks’ın iddia ettiğinin aksine teknolojinin gelişimiyle birlikte endüstriyel işçi sınıfının hacmi küçülmüş ve günümüz kültürü, toplumsal ilişkileri, üretim tarzı, tarım ve ulaşımdaki yenilikler proletaryayı küçük burjuvalara dönüştürmüştür. Artık üretim hattında fabrika işçileri değil, bilgisayarlar ve onu yöneten beyaz yakalı işçiler vardır ve bu işçilerin yaşam standartı geçmişe kıyasla ciddi oranda yükselmiştir.
Bununla bağlantılı olarak, yine “Marks’ın 19. yy. fabrika kapitalizmi eleştirilerinin görmekte yetersiz kaldığı şekilde”, kapitalizmin incelmiş teknikleri eskinin ücret artışı, çalışma koşulları vb. “klasik” sorunlarının ötesinde çevre, toplumsal cinsiyet, ulus, ırk, ve demokrasi sorunlarını işçiler için daha başat hale getirmiştir. Özetle, ücret ve sermaye arasında hem azalan ama kaybolmayan bir çelişki, hem de bu çelişkinin bulanıklaşması vardır. Yeni dönemin temel sorunu, bahse konu toplumsal sorunlar üzerine yükselen toplumsal hiyerarşi sorunudur.
Marksizmin bunları görememesinin temel nedeni “çağın değişmiş” olması değildir sadece. Bookchin’e göre bu sözde yetersizlik Marksizme içkin bir sorundur, zira Marksist fikir, toplumların ve bireylerin hareketini tüm ilişki ve yaratımlarından koparıp kaba bir ekonomizme indirger ve bu da diğer toplumsal çelişkileri görmezden gelmesine yol açar. Bookchin’in anlatısına göre;
Marksizm kültürel, psikolojik ve etik “güçler”i öyle bir açıklar ki, onlara insan iradelerinin gerisinde iş gören “yasalar” üstünde olumsal bir statü kazandırır. Karşılıklı etkileşim ve engellemeleriyle insan iradeleri, onların birbirlerini “götürmesini” sağlayarak “ekonomik faktörü” insan etkinliklerini belirlemede özgür bırakır. (Bookchin, 1996: 190)
Bookchin’e göre Marksizm, kapitalizm tahlilindeki eksiklikleri yanında politika olgusunu kavrayış açısından da sorunludur. Marks, işçilerin bürokratik ve devletçi kurumlar olmadan kendi kendilerini nasıl yönetebileceklerini gösterememiştir. Bu da devleti takıntı haline getiren bir stratejiye gömülmeye ve nihayetinde tarihteki işçi devletlerinin baskı aygıtlarına dönüşmesine yol açmıştır. Nitekim Bookchin’e göre Lenin de sosyalizmi “tüm halkın hizmetine koşulan kapitalist devlet tekeli” olarak tanımlamaktadır zaten (1996: 187).
Dolayısıyla Bookchin’e göre yapılması gereken şey, ücretli emek-sermaye çelişkisini değil, hiyerarşi sorununu merkeze alan ve devleti ele geçirmeyi/yıkmayı değil, alternatifi inşa ederek onu fiilen eritmeyi amaçlayan bir strateji geliştirmektir.
Felsefe: Toplumsal Ekoloji, Teori: Komünalizm, Pratik: Özgürlükçü Belediyecilik
Bookchin’in Toplumsal Ekoloji felsefesi diğer bir çok ekolojist yaklaşımda görülen teknoloji/üretim karşıtlığı, doğal hayata dönüş ve az tüketim ilkelerini içermez, hatta bu perspektife dair ideolojik bir savaş yürütür. Zira Bookchin’e göre “ihtiyaç” kavramı son derece dinamiktir – her bir ihtiyacın tatmini yeni ihtiyaçlar için bir tramplen görevi görür. Yani insan kendi koşullarını yaratan, geliştirebilen ve maddi koşullarına “beklenmedik sıçramalar” yaptırabilen bir türdür. Bu bir hastalık değil, varoluşumuzun hareket tarzıdır. Kapitalizmin türümüzün bu özelliğini kâr hırsı ve iktidar için kullanıyor olması bu gerçeği değiştirmez. Bu yüzden toplumsal ekoloji felsefesi yokluğa ve ilkelliğe değil, bolluğa ve teknolojiye dayalı bir ekolojik perspektif sunar.
İnsan türünü bu şekilde yaratıcı ve gelişime açık kılan şeyin temelinde ise “şehir” durur. Şehirler, sunduğu artan etkileşim ve işbirliği imkanı ile kültür oluşumu sebebiyle insanların kan bağı, cinsiyet, yaş gibi sosyobiyolojik niteliklere dayalı kapalı ilişkilerinden sıyrılmasına olanak tanır. İşte Bookchin’in Komünalizm teorisi de bu olguyu merkeze alır.
Evet, bugünkü şehirler ve onların yönetim odağı olan belediyeler burjuvazinin bir aygıtı olarak hareket eden, devletçi yapılardır. Ancak komünalistler yönetimi mahalle, köy ve şehirler bazında oluşturulmuş halk meclislerinin eline verecek bir dönüşümü gerçekleştireceklerdir. Meclisler temsiliyetin değil, her bireyin aktif katılımını öngören yapılardır. Proletaryayı içerdiği kadar, ortasınıfı da içeren bu meclislerde kişiler işçi, uzman vb. kimliğiyle değil, özgür yurttaş kimliğiyle bu meclislerin birer bileşeni olacaktır. Özgür yurttaşlar şehre dair meseleleri (Barınma, ulaşım, vergi, üretim vb.) yüz yüze görüşerek karara bağlayacaklar ve insancıl, rasyonel bir toplumu kuracaklardır. Diğer bir deyişle, asıl sorun hiyerarşi ise çözüm eşit karar hakkına dayalı halk meclisleri olacaktır. Temsiliyetin yerini delegasyona ve geri çağırma hakkına bıraktığı bu sistemde doğrudan demokrasi pratik bir karşılık bulacak, ancak verimlilikten de ödün verilmeyecektir.
Komünalizm bir “dayanışma ağları” olarak okunamaz, hatta bu yol Bookchin tarafından yetersiz ve hâkir görülür. Özgür bir ekonominin inşasında ekonomi için önemli olan yoktan alternatif üretim kanallarını yaratmak değil, halk meclislerinin gücüyle ücret, ulaşım vb. sorunlara eğilerek gerçek ekonomik etki yaratacak yerel siyasi güç üretilmesidir. Bu yolda kolluk kuvvetlerle girişilen çatışmalar ve eylemler sonuç verici bulunmaz. Halk meclisleri, giderek büyüyen gücüyle daha gerçek, iyi planlanmış ve doğrudan baskı yapmalıdır. Komünalistler bir yandan halk meclislerini inşa ederken, diğer yandan da belediye meclislerinde çoğunluğa ulaşıp karar alma mekanizmalarına doğrudan etki etmeye çalışacaklardır. İdeal strateji, yerel otorite gücüyle halk meclislerinin baskısını eşgüdümlü hale getirmektir. Bu çerçevede komünalizm, ekonomik açıdan özel mülkiyetin kaldırılmasına ve üretim araçlarının ulusallaştırılmasına karşıdır. Alternatifi ise belediyeleştirmektir. Bu sayede üretim araçları halk meclisleri denetimine girebilecektir.
Özgürleşmiş belediyeler daha sonra konfederasyon yapısıyla birbirlerine bağlanacaktır. Söz konusu konfederasyonlar nihayetinde devlete meydan okuyacak ve temsili demokrasiye dayalı baskı rejimi bertaraf edilecektir. Peki, tüm bunlar olurken burjuvazi ve iktidar aracı olan devlet güçleri öyle durup bakacak mıdır? Elbette ki hayır. Bookchin bu noktada asla romantik bir pasifist değildir. Gerekirse, ki gerekecektir, özgürleşmiş şehirler ve belediyeler devletin saldırılarına karşı radikalleşebilen yapılar olmalıdır. Aksi halde tavizler düzene dahil olmayı beraberinde getirecektir.
Bunun olabilmesi için adanmış komünalistlerden ve liderlerden oluşan bir öncü örgüte ihtiyaç vardır. Bu örgüt kitleleri eğitir, bilinçlendirir ve meclisleri onlarla birlikte organize eder. Ancak otoriter bir eğilim oluşmaması için liderin gücünü sınırlayıp denetleyecek biçimsel yapılar da kurulmalıdır. Aslolan, güçler ayrılığını hassas ve net bir şekilde tesis etmektir.
Proletaryaya Ne Oldu?
Bookchin’in teorisini üzerine bina ettiği temel tespitlerin hayli tartışmalı olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Öncelikle, üretim tarzının değiştiği, proletaryanın küçük burjuvalaştığı ve teknolojik gelişimlerin sınıfı artık üretim sürecinin fiziksel tabanından koparıp “yöneticileştirdiği” ve daha müreffeh kıldığı tespitine bakılırsa Bookchin’in sınıf diye önüne koyduğu şeyin ileri kapitalist ülke işçileri olduğu, bu işçilerin de tarihin belli bir dönemindeki durumlarının dikkate alındığı açık.
Evet, ileri kapitalist ülkelerde fabrika işçilerinin sayısı oransal olarak azalırken hizmet ve bilgi sektöründe çalışanları sayısı artmıştır. Bu ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin daha erken başlamasından kaynaklı olarak, kârdan daha fazla pay alabilen ve görece müreffeh bir hayat süren bir işçi sınıfının geliştiği de söylenebilir. Ayrıca özellikle savaş sonrası Sovyet Bloku tehdidi karşısında sınıfı kırmak için bu ülkelerin bırjuvazilerinin kendi işçilerinin maddi yaşam koşullarını ve sosyal haklarını belirli bir seviyeye çekme politikası güttüğünü de unutmamak gerekir. Tüm bunlar emek-sermaye çelişkisinin bulanıklaşmasına belli oranda hizmet etmiştir.
Ancak bu sırada kârlar üzerinde artan baskı, fiziksel üretimi ucuz işgücü cennetlerine kaydırmış, diğer bir deyişle merkez ülkelerdeki sömürü çevre ülkelere ihraç edilmiş, emperyalist küreselleşme neticesinde merkez ülke proletaryası belli bir maddi refaha ulaşırken, bir çok ülke en ağır koşullarda proleterleştirilmiştir. Federicci’nin söylediği gibi,
… muazzam teknolojik atılımın bedeli, sürecin diğer ucunda sömürünün olağanüstü boyutlarda artması oldu. Bilgisayar işçisi ile, Kongo’da hayatta kalabilmek için elleriyle koltan çıkaran işçi arasında dolaysız bir bağ var: bitmek bilmeyen yapısal uyum süreçleriyle, halkının topraklarının ve doğal kaynaklarının durmadan yağmalanması sonucunda kaynakları gasp edilmiş, fakirleştirilmiş Kongolu işçi arasında. (Federicci, 2014)
Ayrıca ileri kapitalist ülke proletaryasının bu göreli avantajının çok uzun sürdüğü de söylenemez. SSCB’nin kapitalist restorasyonu akabinde kapitalizmin kriz döngülerinin ağırlaşmasıyla beraber ileri kapitalist ülkelerde insanları minimumda yaşayabilmek için dahi borçlandıran, emeği esnekleştirip güvencesizleştiren yasalar yürürlüğe konmaya başlanmış, yani çevre ülkelerin en ağır şekilde proleterleşmesini merkez ülke proletaryasının prekaryalaşması takip etmiştir. Üstelik bu ülkelerde ücret ve kâr arasındaki çelişkinin o kadar bulanık olduğu da söylenemez. ABD’den Fransa’ya, İtalya’dan Yunanistan’a bir çok merkez ülkede uzun ve çatışmalı işçi grevleri ve eylemleri tertiplenmeye başlamış, sınıfa karşı sınıf düşüncesi gündemde kalmıştır. Bunların dışında burjuvazinin “gelişmekte olan ülkeler” diye etiketlediği Türkiye, Brezilya gibi ülkelerin proletaryası ise hem ileri kapitalist ülkelerin prekarya düzenini hem de yeni sömürge ülkelerin vahşi sömürü düzenini aynı anda yaşamaktadır.
Tüm bunlar ışığında Bookchin’in proletaryanın nesnel koşullar itibariyle küçük burjuvalaştığı ve üretim tarzının değiştiği yönündeki tezinin doğru olmadığını ya da en azından sosyalist politikanın ana hattını değiştirecek nitelikte bir tez olmadığını söyleyebiliriz. Bu tanımlama hatası büyük ölçüde Ellen Meiksins Wood’un doğru bir şekilde tespit ettiği gibi “sınıfı sömürü ilişkileri açısından değil de, daha çok teknik çalışma süreci açısından tanımlama eğiliminden” kaynaklanıyor (Wood, 2011: 39). Böyle bakınca da işçi sınıfının sömürü karşısındaki biçimsel değişimlerini “sınıfın küçülmesi/küçük burjuvalaşması” olarak okumak doğal oluyor.
Marksizmin Krizi mi, İç Savaşlar Toplumu mu?
“Bulanıklaşma” tezinin ikinci öncülü, kapitalizmin gelişimiyle beraber insanların sınıfsal sorunlardan ziyade diğer toplumsal sorunlara daha fazla angaje olduğu yönündeydi. Bookchin’e göre bu durum, insan gerçekliğinin ve çelişkilerinin çok yönlü doğasına işaret ediyordu. Oysa Marksizm, insan gerçeğini kültürü ve etiği yaratan iradeden, bilinçli eylemden soyutlamış, onu kaba bir ekonomi düzlemine oturtmuştu. Marksizmin, toplumları hareket ettiren temel gücün üretici güçler ve üretim ilişkilerinin çelişkisi olduğunu söyleyen tezinin dar bir ekonomizm ile karikatürize edilişinin kimbilir kaçıncı örneği bu…
Marks’ın tarihsel materyalizmi, insanların “öncelikle” kendi geçim araçlarını üretmek ve geliştirmek durumunda oldukları; bunları üretirken bir yandan da kendi maddi yaşamlarını da üretikleri; dolayısıyla ne olduklarının ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüştüğü tespitine dayanır. Sonuçta belli bir tarza göre üretici faaliyetlerde bulunanlar belirli tarzda siyasal ilişkiler içerisine girerler (Marks, Engels, 2002: 19). Sınıfları ve sınıflar savaşının karakterini belirleyen şey de budur. Ancak buradan Marksizm’in, görünürdeki tek çelişki biçimini işçi-işveren arasındaki ücret olarak gördüğü asla söylenemez. Bilakis, bu düşünce Marksistlerin savunduğu değil, ilk elden mücadele ettikleri, ekonomizm denen görüştür. 19. yy. sonları, 20. yy. başlarında Rusya Sosyal Demokratları arasındaki bu oportünist akımın temsilcileri, siyasi mücadelenin liberal burjuvaziye bırakılmasını, sosyalizmin ücret ve çalışma şartları mücadelesine odaklanmasını ve Partinin görevin gelişmelerin kendiliğinden doğasını izlemesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Devrimci iradeyi yok sayan ve devrimi ekonominin kendiliğinde gelişimine bırakan bu düşünceye karşı en büyük savaşımı, Bookchin’in insan iradesini ve ekonomi dışındaki etkileri tanımamakla suçladığı Marksistler, özelde de Lenin vermiştir: “Modern işçi sınıfı hareketinin ne büyük ölçüde geliştiğini ve dallandığını kavrayan bir kimse, bu görevi yerine getirmek için nasıl bir siyasal deneyime gerek olduğunu anlayacaktır.” (Lenin, 2003: 29)
Marksizm’de emek ile sermaye arasındaki çelişki, fabrikadaki ücret ve sosyal haklar mücadelesi basitliğinde indirgenemez. Ayrıca üstyapı diye adlandırabileceğimiz kültür, kimlik, siyaset gibi kurumların sınıf mücadelesi tarafından belirleniyor oluşu da bu kurumların illüzyon, uydurma veya önemsiz olarak görüldüğü anlamına gelmez. Marksist teoriye göre üstyapı kurumlarındaki tahakküm biçimleri, sınıf mücadelesinin farklı ölçeklerdeki örgütlenme biçimleridir ve buz gibi gerçektirler, yani gerçek görünümlerdir. Marksizmin öne sürdüğü tez, bu gerçek tahakküm ilişkilerini hareket ettiren ana ilkenin sınıf çelişkisi olduğudur – bu mücadele alanlarını önemsememek değil! Kaldı ki Marksistler tarihleri boyunca faşizmden cinsiyetçiliğe ve şovenizme kadar sayısız tahakküm biçimi ile aktif olarak mücadele etmişlerdir. Özetle, Marksist fikir, sınıf mücadelesinin, bu gerçek görünümleri reddedip mücadeleyi ücret ve kâr arasındaki çelişkiye sıkıştırarak değil, her bir gerçek görünümü devrimci bir şekilde dönüştürürken, bu görünümlerin temel belirleyeninin emek ile sermaye arasındaki mücadele olduğunu göstererek yürütülmesi gerektiğini bize öğretir.
Örneğin kapitalist barbarlık, ataerki ve faşizm gibi egemenlik biçimleri aracılığıyla yarattığı iç savaşlar silsilesiyle sınıfı yönetilebilir kılar, böler, sınıf çelişkisini örter. Bir Kürt, bir Türkten farklı olarak kimliğini gerçekten yaşayamaz ve yaşadığı için ezilir ve hatta katledilir, soykırıma uğrar. Bu yönüyle bir Kürt, bir Kürt olarak ezilmektedir ve elbette ki Kürt olmaktan kaynaklı hak ve özgürlükleri için mücadele etmek durumundadır. Bu noktada Kürt halkını faşizme karşı mücadeleden vazgeçirip “sınıfa çağırmak” gayet maddi olan bir baskıyı yok saymak anlamına gelecektir. Nihayetinde “sınıf” diye çağırılan yerin Türkleştirilmiş bir sınıf olduğu açıktır. Her kimliğin bir sınıfı, her sınıfın bir kimliği vardır. Ancak tüm bunlardan Kürt olmanın, işçi sınıfına mensup olmakla ontolojik olarak eşdeğer olduğunu söylemek doğru olmayacaktır, çünkü bu faşist baskının altında yatan dinamik, sermayenin ve onun aygıtı olan ulus-devletin bir sınıf olarak maddi çıkarlarıdır – “Türklüğün yüceltilmesi” değil. Ezen ulusun egemen sınıfı ancak bu sayede yeraltı ve yerüstü kaynakları talan edilebilir, ucuz işgücü sağlanabilir ve en önemlisi de Türkiye-Kürdistan işçilerinin sınıfsal birliği engellenebilir.
İşte Bookchin’in yaptığı şey, iç savaşlar toplumunu oluşturulan her bir tahakküm ilişkisini “hiyerarşi sorunu” adı altında muğlak bir şekilde kavramsallaştırıp, bu muğlaklığı da yegane çelişki olarak ilan etmektir. Bunun sonucunda da idealizme kayılarak tüm sınıf, hak ve özgürlük mücadelelerinin sebepleri, talepleri ve hedefleri ontolojik olarak eş seviyeye konulmaktadır. Böylelikle Bookchin, kaba bir işçiciliğin ekonomizme büktüğü sosyalizm çubuğunu, kapitalist hegemonyanın izole ettiği mücadeleleri yüzeysel olarak yan yana koyarak liberalizme büker. Nasıl ki ekonomizm çizgisi sınıfa yönelik saldırıların farklı formlarda yürütüldüğüne gözünü kapayıp, sözde sınıfı savunmak adına ezilenlerin güncel ve yakıcı taleplerini yok sayıyorsa, Bookchin de sınıf savaşının belirleyiciliğini göz ardı ederek, başta kendisinin eleştirmiş olduğu sınıflar arası çelişkinin bulanıklaştırılması saldırısına hizmet etmiş olmaktadır.
Marksizmin Devletle Derdi
Bookchin’in Marksizmin stratejisine dayalı eleştirisinin merkezinde proletarya devriminin doğrudan demokratik yapılar kuramadığı, aksine ceberrut ve bürokratik bir devletin tesis edildiği yer alıyor. Buna göre 1) Devrimden sonra demokratik bir yaşamın inşası üzerine üretilen belli ilkeler olmadığından ve 2) İşçilerin de önceden böyle bir deneyimleri bulunmadığından dolayı devrim sonrası yıkılan devletin bürokratik yapısına geri dönülmek durumunda kalınıyor.
Komünist toplumun sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız ve devletsiz bir toplum olacağı, böylece insanların kendi gelişimlerinin koşullarını kolektif bir temelde kendilerinin yöneteceği tezi tüm Marksist teorinin ana omurgasını oluşturan tezdir. Bunu Bookchin de çok iyi bilmektedir, zira bu temel bilgiye Marksizm’e Giriş kitaplarının ilk sayfasından dahi ulaşılabilir. Sorun, Bookchin’in sosyalist strateji ile komünist hedefi birbirine karıştırmasından kaynaklanır.
Marksist-Leninist stratejiye göre komünizmin ilk aşaması kapitalist devleti yıkmak, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek ve proletarya diktatörlüğünü, yani işçi devletini tesis etmektir. Proletarya diktatörlüğüne duyulan ihtiyaç, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin nesnel zorlukları sebebiyledir. Zira,
Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınını –köylülük, küçük-burjuvazi, yarı-proletarya– sosyalist ekonominin kurulması işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezi bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi vardır. (Lenin, 2014: 35)
Aksi halde devletsizlik ideali daha inşa edilmeden ya kapitalistler tarafından ezilecek ya da işçiler tarafından işletilemeyip çökecektir. Yani halk üzerinde bir zor aygıtı olan devlet, sosyalist devrim koşullarını sağlamak adına artık mülksüzleştirenler üzerinde bir zor aygıtına dönüşecektir. Buradaki “güvensizlik”, çokça manipüle edildiği gibi “cahil işçilere” karşı geliştirilen bir duyguyu değil, henüz toplumsallaşamamış üretimin/yönetimin özgürleşmeyi sağlayamayacağını ortaya koyan hakikati imler.
Kaldı ki söz konusu proletarya diktatörlüğü de burjuva devletini işçilerin eline verildiği değil, tam tersine, devlet olarak devletin ortadan kaldırıldığı, burjuva devlete dair bilinen ne varsa yıkıldığı, bir devlet olacaktır:
İşçiler, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra, eski bürokratik aygıtı parçalayacak, temellerine dek yıkacak, onda taş üstünde taş bırakmayacak ve onu işçi ve görevlileri kapsayan yeni bir aygıtla değiştireceklerdir. Bu işçi ve görevlilerin bürokrat durumuna gelmelerini engellemek için, Marx ve Engels tarafından enine boyuna incelenmiş olan önlemler hemen alınacaktır:
1) Her işe seçimle gelme, ama her an görevden alınabilme
2) İşçinin aldığından yüksek olmayan bir ücret
3) Herkesin denetim ve gözetim işlerini yapabilmesi, yani herkesin bir zaman için bürokrat durumuna gelmesi ve bu yüzden kimsenin bürokrat olmaması için gerekli önlemlerin alınması. (2014: 131)
O halde sormak gerekiyor; başlangıçta dahi bürokrasinin tamamen yıkılmasını, fahiş ücretlerin ve seçilmişlerin ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasını ve devlet aygıtının bir “sovyetler sovyeti” (meclisler meclisi) olarak tasarlanmasını öngören bu ilkeler ortadayken, Marksistlerin “demokratik bir yaşamın inşasına dair ilkelerinin olmadığı” tespiti ne kadar doğrudur?
Yine soralım, Bookchin’in halk meclisleri ve federasyon önerisi bundan farklı olarak ne tip bir doğrudan demokrasi ile işleyecektir? Bırakın şehri, bir mahalleyi bile aşan meclis yapılanmaları delegasyon sistemi ile yürümek zorunda kalmayacak mıdır? Delegasyonun temsilden farkı da zaten seçim ve geri çağırma hakkı değil midir? Madem öyle, ciltler dolusu külliyatla tartışılmış ve çokça da uygulanmaya çalışılmış bu devrimci pratikler neden bu kadar görmezden gelinmektedir?
Bu noktada Bookchin’in hangi propaganda araçlarından etkilendiğini anlamak için şu “alıntıları” göz önüne sermekte fayda var: “Sosyalist ülkeler ve hareketler savundukları ‘başarıları’ açısından değil, ‘çarpık biçimleri’ açısından ‘sosyalist’tirler. Gerçekten de, ‘çarpık biçimleri’ başanları’ndan daha büyük önem kazanmıştır” (Bookchin, 1996: 188). Burjuvazinin propagandalarından uzak ve ne kadar da nesnel bir değerlendirme, öyle değil mi? Bookchin’in bu sözleri kapitalist tahakküm koşullarında sarf ettiğini düşünürsek, kapitalizmin reel sosyalizmden daha iyi bir sistem olduğu sonucunu çıkarmamız ayıp mı olur acaba?
İroniyi bir yana bırakalım ve sözümüzü söyleyelim: eğer SSCB’nin neden 1950’lerden sonra kapitalist restorasyona uğrayıp bürokratik bir devlete dönüştüğü üzerine konuşulmak isteniyorsa, ki enine boyuna konuşulmalıdır, soruna “Marksizmin zaten böyle bir niyeti yoktu”, “ilkeleri yoktu” veya “yapısı gereği mümkün değildi” diyerek toptancı ve apaçık yanlış bir cevap bulmak yerine, dönemin nesnel ve öznel koşulları kapsamında bir tartışma yürütmek hem daha etik, hem de daha sağlıklı olacaktır.
O halde eleştiri namına geriye “kitlelerin devrim öncesinde doğrudan demokrasi okulundan geçmemiş olması”, devrimin bu sebeple başarısız olduğu tezi kalıyor. Anlaşılıyor ki Bookchin doğrudan demokratik yapıların inşasının üretim ve baskı araçlarının proletaryanın eline geçtiği devrim şartlarından ziyade, kapitalizmin saldırıları altında daha kolay olacağını düşünüyor. Bu inşanın merkezine de kılcal damarlarına kadar kapitalist inşanın gerçekleştiği şehri ve şehirde inşa edilecek halk meclislerine dayalı özyönetim pratiklerini, “özgürlükçü belediyeleri” koyuyor.
Emperyalist Küreselleşme Çağında Kente Sıkışmak
Demokratik devrim yolunda kitleleri demokrasi okulundan geçirip dayanışma pratiklerini arttırmalarını sağlama ve kolektif bir bilinç ve eylem yaratma noktasında meclisler inşa etmenin ve yerel yönetim iktidarlarında mevzi kazanmanın sosyalist devrim stratejisindeki yeri ve hatta zorunluluğu yadsınamaz, şüphesiz. Örneğin, KCK’nin Kürdistan’daki toplumsal yapılanmasının ilerici bir karakter taşımadığını kim iddia edebilir? Evet, demokratik yerel yönetimler ve halk meclisleri belli oranda kamulaştırmaya gidebilirler ve böylece daha eşitlikçi bir yaşamı örebilirler. Ancak kapitalist hegemonya altında bunun sınırları ve sunduğu imkanlar sanıldığından çok daha dardır.
Hayatımızın maddi koşullarının üretimi büyük oranda burjuvazinin elinde olduğu; kapitalist üretimin merkezsizleştiği ve tamamıyla toplumsallaşıp tüm ulusa ve hatta tüm dünya sathına yayıldığı ve bu işleyişin de devlet ve yasalar tarafından zor ile korunduğu ortadadır. Şehir de, üretim ilişkileri açısından, Bookchin’in başvurmayı çok sevdiği o tarihi örneklerdeki gibi, her şeyin merkezi olan izole bir odak değil, emperyalist küreselleşme tarafından parçalanmış coğrafi toplaşma alanıdır artık. Diğer bir deyişle sermayenin ve onun düzeninin koruyucusu olan burjuva devletin pratikleri ve hegemonyası, şehirleri yatay kesmektedir. Tek bir şehirde üretilen ürün ve hizmetlerin fizksel olarak hangi şehirlerin üretimine bağlı olduğunu düşünürsek bunun ne demek olduğu çok daha iyi anlaşılır. Buradan çıkan ilk sonuç, kapitalist hegemonyanın artık şehir ölçeğini çok aştığı ve dolayısıyla kapitalist birikimin şehirlerde izole edilip yenilmesinin mümkün olamayacağıdır. Örneğin her bir üretim faktörünün tedariği ayrı şehirlerden yapılan bir fabrikanın sadece o anda orada bulunan üretim araçlarını “belediyeleştirmek”, üretimi komünalleştirmek olmayacaktır. Hammadde, bakım-onarım, finansman (ve hatta işçi tabanı) tedariki şehrin dışından gelmek zorunda olduğu müddetçe üretim sürecinin bütünlüğü sağlanamayacaktır. Bu sorun bir şekilde aşılsa bile, kurulan demokratik halk işletmeleri -eğer sınırlarını kapatmayacaklarsa- ölçek ekonomisinin kanunlarından (çok ve ucuza al, çok ve ucuza sat) dolayı diğer kapitalist şirketlerle hiçbir şekilde rekabet edemeyecek ve kısa süre içerisinde kapitalist mantığa teslim olmak durumunda kalacaktır. Burjuvaziyi dışlayıp kendi içine kapalı bir komünallik oluşturmak ise, ki Bookchin zaten bunu iddia etmiyor, tüm kaynakların burjuvaziye ait olduğu bir çağda hiç bir işe yaramayacaktır.
İkinci olarak, üretim araçlarına, temel hammadde kaynaklarına ve ulaşım hatlarına gerçek anlamda, yani kitleleri özgürleştirecek şekilde dokunmaya çalışan her yerel yönetim kararı, kısa süre içerisinde merkezi yönetim tarafından ekonomik, hukuki ve askeri yolla geçersiz kılınacaktır. Bookchin baskı aygıtlarının söz konusu saldırılarına karşı komünalistlerin radikalleşebileceğini, komünalist mücadelenin devrimci zoru kategorik olarak reddetmediğini söylüyor. Ancak şehir odaklı mücadeleler, her ne kadar silahlı bir savunma biçimini de alsalar (ve hatta mevzi savaşında belirli kazanımlar dahi elde etseler), yerelle sınırlandıkları müddetçe merkezin gücü karşısında savunmasız durumda kalacaklardır. Paris, Fatsa ve Kürdistan deneyimlerinin anlattığı şey de budur: eğer merkezî kapitalist iktidarı tek seferde ezemezseniz, o merkez kısa sürede dönüp en acılı şekilde sizi ezecektir. Önce ulus, daha sonra dünya devrimi fikri kendine yeterlilik ve fiziksel hegemonya ölçeği açısından çağımız için anlaşılabilir bir strateji olsa da, önce şehir, sonra ulus devrimi fikri bu sebeplerden dolayı gerçekçi bir mücadele stratejisi olmayacaktır. Peki, tüm bunları biliyor olmasına rağmen Bookchin’i bu yanlışı yapmaya iten şey nedir?
Evrimin Son Aşaması Olarak İdealizm?
Bookchin’in komünalizminde halk meclislerinin inşası ve belediyelerin ele geçirilmesi sonucunda komünalist dönüşümün yaşanabileceği tezindeki merkezi kavram “rasyonel birey”dir. Bookchin’e göre insan türünün aklı, kaynaklardan azami ve sürdürülebilir bir şekilde faydalanabilecek seviyeye ulaştığında, kendisi için doğru olanı görebilecek ve hiyerarşileri yıkıp, etik bir yaşamı inşa edebilecektir. Bu, kendiliğindenci bir çizgi değildir elbette – yine de bir önderliğe ve disiplinli bir örgüt yapısına sahip olan komünalist bir öncü örgütün iradesine ihtiyaç duyar. Bu örgüt, yeni hiyerarşilere izin vermeyen yapısı, etkili propagandası ve düzenli eğitimleriyle giderek büyür ve dönüşüm için statükoyu zorlamaya başlar.
Öncü örgütün bilinçlendirme çalışmaları Marksist-Leninist strateji için de hayatidir ancak tek başına yeterli değildir. Devrim için nesnel-sınıfsal çelişkilerin yeteri kadar keskinleşmiş olması, egemen sınıfın aşılamayacak bir üretim/yönetim krizi içerisinde bulunması da gerekir. Bookchin’de ise aksine devrim (ya da dönüşüm), üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin bir fonksiyonu olarak görülmez. Belirleyici olan, insan aklının evrimsel düzeyidir. Bu da Bookchin’in insanı maddi yaşam koşulları temelinden koparıp idealist bir düzleme yerleştirmesine yol açar.
Bu açıdan Bookchin ütopyacı sosyalistlerle ve burjuva liberallerle aynı temeli paylaşır. Bookchin’in ütopyacı sosyalistlerden ve burjuva liberallerinden belki de tek farkı, bu soyut ve “özgürleşmiş” aklı evrimsel bir sürecin sonuna koymasıdır. Ancak ne kadar evrimsel, doğalcı ve “diyalektik” olursa olsun, onda dünyayı belirleyen şey hala bilinçtir. Bir yönüyle, insan türünün idealizmi işletecek kadar evrimleştiğini savunur Bookchin.
Bu temel hata kendisini halk meclislerine atfedilen aşırı önemde kendini gösterir. Buna göre, rasyonel yurttaşların halk meclislerindeki eşit oy hakkı, nihayetinde eşit siyasi etkiyi de beraberinde getirecektir. Yani demokrasinin işlemesinin koşulu sınıfın, statünün ve sömürünün ortadan kaldırılması değil, öncelikle üyelerin siyasal alanda eşit, eğitimli, bilinçli ve rasyonel olup olmamasıdır. Buna göre kredi kartı borcu sebebiyle her ay maaşının yarısını bankaya veren bir işçi ile açılım paketlerinden nemalanma hayali kuran bir esnaf ve hatta bir KOBİ sahibi eğer mâkul düşünürlerse ortak refahlarını arttıracak şekilde, yani kolektivizm temelinde hareket edebilirler.
Ham bir hayaldir bu! Hem eşitliği sömürü ilişkileri gerçeğinden koparıp soyut bir eşitlik algısına dayandıran, hem de zihinlerin evrimini koşulların evriminden koparan bir ütopyacılıktır… Öncelikle, kapitalizmin aşırı üretime dayalı kriz döngülerini, krizin patlak vereceği noktaları, bu noktaların karmaşık ve çok katmanlı ekonomik, siyasi ve kültürel biçimlerini hesaba katıp ona göre konumlanmayan bir mücadele, açıktır ki ihtiyaç duyduğu toplumsal sıkışmayı bulamayacak, gücünü odaklayamayacaktır.
Ayrıca işçi sınıfını küçük ve hatta orta burjuvazi ile yedekleme değil, eşitleme ilişkisine oturtma gayretinin eksikliğini de göstermek gerekiyor. İşçi sınıfının önderliğinde, yani sınıf temelinde birleşmeyen, sosyalist mücadele hedefinden ve planlamasından yoksun olan “bilinçli yurttaşlar”, her ne kadar doğru yolun komünde olduğunu görseler de, ezilenlerin epey farklı sömürü derecelerine sahip bölükleri (işçiler, köylüler, küçük burjuvazi vb.) olarak kısa süre içerisinde aralarındaki dar çıkar ilişkilerine geri dönmek durumunda kalacaklar ve meclis, eşitlikçi işlevini yitirerek kapitalizmin iç savaş saldırılarına açık hale gelecektir. Özetle, hayatı belirleyecek olan şey, sadece yurttaşların zihinlerinde neyin nasıl olması gerektiğine yönelik doğru bir projeksiyon değil, tarihin verili dönemindeki sınıf çelişkisinin ve örgütlülüğünün verili durumu olacaktır.
İç Savaşlar Toplumunda Sosyalist Mücadele
Özetlemek gerekirse,
“Sınıf çelişkileri bulanıklaşmıştır” tespitinden, çelişkiyi örten ayrışmalarla aktif bir mücadeleyi değil, çelişkinin fiili reddini çıkaran;
SSCB’nin kapitalist restorasyonunu ve bürokratikleşmesini tarihsel koşullara değil, sınıflar savaşı tezinin kendisine bağlayan;
Kapitalizmin ayrıştırdığı ve ezdiği kimlikleri ontolojik olarak sınıfla bir kılan;
Ve şehri izole bir merkez olarak görüp, küreselleşmiş emperyalizm ve onun ulus-devlet aygıtları ile savaşımı yerel (öz)yönetim mevzisi mücadelesine hapseden Bookchin, temel sosyalist stratejiye alternatif bir proje sunamamaktadır.
Halk meclislerine dayalı, doğrudan demokratik yapıların inşası; bu yapıların ekonomik, sosyal ve kültürel ağlar oluşturması ve yerel yönetim organlarının kazanılması sosyalist mücadele stratejisinin vazgeçilmez bir parçası olabilir. Bu yönde atılacak her adım, Marksistlerin değil burun kıvırmak, ilk elden yürütücüsü olmalarını gerektiren adımlardır. Ancak kapitalist barbarlığı yok etmenin yolu, istesek de, istemesek de, 1) Sermayenin aşırı üretimden kaynaklı kriz döngüsüne girmesinden ve bu krizin dünya-tarihsel analizinin her yönüyle doğru okunabilmesinden ve 2) Merkezi iktidarı devirip üretim araçlarına, toprağa ve baskı aygıtlarına el koyacak zora dayalı bir kalkışmanın örgütlenmesinden, yani burjuvazinin direncini bir daha doğrulmamak üzere ezmekten ve yok etmekten geçecektir. Aksi halde, merkezin ezilmediği her durumda yerel kazanımlar tehdit altında olacak ve büyük ihtimalle ezilecektir.
Böyle bir kalkışma da, kapitalizmin yarattığı iç savaşlar toplumundaki ezilen kimlik ve mücadeleleri ilk elden sahiplenen, tüm ezilenleri Marksist temelde ortaklaştırmaya çalışan işçi sınıfının ve onun öncü örgütünün sosyalizm mücadelesi ile mümkün olacaktır – sınıfsal konumlarından bağımsız “rasyonel” yurttaşlardan oluşan halk meclislerinin büyüyerek devleti peyder pey sivil hayatın dışına itmesiyle değil.
Kaynaklar
Bookchin, M. (1996) Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları
_________ (2015) The Next Revolution: Popular Assemblies and The Promise of Direct Democracy, E-book, Verso
Federrici, S. (2014) “Proletaryadan Kognitaryaya, İşçi Sınıfından Çokluğa: Gayri Maddi Emek Kuramının Yanılgıları”, skopbülten, http://www.e-skop.com/skopbulten/proletaryadan-kognitaryaya-isci-sinifindan-cokluga-gayri-maddi-emek-kuraminin-yanilgilari/1914
Lenin, V. I. (2014) Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları
_______ (2003) Ne Yapmalı, Eriş Yayınları
Marks, K., Engels F. (2002) Alman İdeolojisi, Sol Yayınları
Wood, E. M. (2011) Sınıftan Kaçış: Yeni “Hakiki” Sosyalizm, Yordam Yayınları