Please click for the original text in English

1864 Kasımında iç savaş Atlantik’in öte yakasını kasıp kavururken, Karl Marx ve yoldaşları Birleşik Devletler Başkanı Abraham Lincoln’a bir mektup yolladılar. Başkan Lincoln Birinci Enternasyonal Merkez Komitesinin dikkatini çekiyordu, çünkü haydut devletler köle sahibi aristokrasinin ve doğrudan insan köleliğinin sırtında inşa edilen ekonomik düzenin egemenliğini savunmak için savaşıyorlardı. Marx ve yoldaşlarının mektubu şu şekilde sonlanıyordu:

Kuzeyin gerçek siyasal güçleri olan işçiler köleliğin kendi cumhuriyetlerini kirletmesine göz yumdukça, rızaları dışında sahip olunan ve satılan Zenciler karşısında beyaz tenli işçinin kendini satması ve sahibini seçmesini en büyük ayrıcalık olarak gördükçe emeğin gerçek özgürlüğüne kavuşamaz ve özgürleşme kavgalarında Avrupalı kardeşlerini destekleyemezlerdi; ilerlemenin önündeki bu engel iç savaşın kan deryasınca ortadan kaldırılmış oldu.

Nasıl ki Amerikan Bağımsızlık Savaşı orta sınıfın yükseliş çağını başattıysa, Amerikan Kölelik Kaşıtı Savaşının da işçi sınıfı için bunu yapacağından Avrupalı işçiler kuşku duymuyorlar. Zincire vurulmuş bir ırkı kurtarmak ve toplumsal bir dünyayı yeniden inşa etmek için verilen kavgada ülkesine önderlik etmenin, işçi sınıfının azimli evlâdı Abraham Lincoln’ın bahtına düşmüş olmasını, gelmekte olan çağın teminatı addediyorlar.

Birleşik Devletler’de 20. yüzyılda ismiyle özdeşleşecek kötü şöhretin aksine Marx, doğmakta olan emperyalist gücün büyükelçisinden samimi bir yanıt aldı. Diğer taraftan, ancak ve ancak hiçbir eleştirel tutum takınmayan 21. yüzyıl Marksistleri bu alıntıyı okuduktan sonra Marx’ın hem Lincoln’a yazdığı sırada sürmekte olan bu savaşa, hem de bu savaşın zeminini hazırlayan ABD tarihine ilişkin değerlendirmesine eleştiri getirmekten imtina edebilirlerdi.

Marx’ın, “işçi sınıfının kararlı evlâdı” Lincoln’a yazdığı romantik mektup bu yerleşimci-sömürgeci ezen ulusun tarihini hoşgörüyle ve eleştirmeksizin kabul eder, hem de Kuzey Amerika’nın ezilen “Zenci” halkının tarihinin bir dönüm noktasında kaleme alınmış olmasına rağmen. “İşçi sınıfı için yeni bir yükseliş çağı” başlatacağına dair Marx’ı umutlandıran savaş sona erdiğinde, sözde “Amerikan ulusunu” birleştirecek olan bu savaşın güney cepheleri yeni “Afro-Amerikan” ulusunun büyüyeceği topraklar olacaktı.

Okuyacağınız yazı, Birleşik Devletler’in güneyindeki ayrı bir bölgenin gelişimini ve burada yaşayan mazlum Afro-Amerikani halkın mücadelesini Marksist pencereden kısaca özetlemeye çalışacaktır, ki bu, ABD emperyalizminin dinamiklerini anlamak için çok önemli, “canavarın karnında” yazılmış bir hikâyedir.

Sözde “Amerikan halkı”: Köle sahipleri ve yerleşimci-sömürgeciler

1864 tarihli mektubuna Marx, Licoln’ı yeniden seçtikleri için “Amerikan halkını” tebrik ederek başlar. Marx’ın kastettiği “Amerikan halkı” kimdir? Bu tabir, Amerika kıtasının geri kalanının çoğu için, ne büyük hayal kırıklığıdır ki, bu kıtadaki ülkelerden yalnızca birinin, emperyalist Amerika Birleşik Devletleri’nin hâkim ulusal grubunu akıllara getiriyor. Bu grup İngilizce konuşan ve kıtadaki her bölgesel genişlemesi, beraberinde arzuladıkları topraklarda yaşayan yerli halklara karşı soykırım getiren ilk beyaz yerleşimci-sömürgeci çekirdekten gelişti. Amerika’ya zincire vurularak getirilen Afrikalıların, Marx mektubunu yazdığı zaman da binlercesi hâlâ köle olan torunları bu toplumdan yalnızca ekonomik ve sosyal açıdan uzak değil, hukuken de farklı ve tabi konumdaydı. İlk Birleşik Devletler hükûmetlerinden bu eşitsizliğe değinmeye dönük anlamlı bir inisiyatif gelmedi, bunun aksine, köle sahibi aristokrasinin “haklarını” savunmakla öyle meşguldüler ki çok sayıda Afro-Amerikan köle yeni “demokrasiye” karşı İngilizlerin safında savaştı.

“1776 Karşıdevrimi: Köle Direnişi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Kökeni” adlı tartışmalı kitabın yazarı Gerald Home gibi bazı bilim insanları, erken Birleşik Devletler önderliğinin aslında Britanya İmparatorluğundan daha gerici olduğunu ve “ayaklanma” için onları güdüleyenin köleliği savunmak olduğunu öne sürüyorlar. Açıkça anlatılmak istenen, Amerikan Bağımsızlık Savaşının sözümona “devrimcilerinin” aslında, hızla sanayileşen bir imparatorluğun içerisinde köleliğe dayalı olarak kurdukları bir düzendeki yükselişlerini korumak için savaştıklarıydı. Bu sınıf savaşımı, Home’a göre, burjuva “Amerikalılar” ile feodal İngiliz devleti arasında değil, (Birleşik Devletler’deki siyasal erki onlarca yıldır elinde bulunduran) köle sahibi aristokrasi ile (hızla sanayileşen ve feodal ilişkiler çözüldükçe, imparatorluğun savunmasında yerleşimci olarak çalışmaları için fazladan işgücünü ihraç eden) kapitalist-emperyalist Britanya İmparatorluğu arasındaydı. Marx’ın Amerikan Bağımsızlık Savaşını övdüğü ve yıllar sonra onu bir tür burjuva demokratik devrim olarak değerlendirerek, Lenin’in de aynı hatayı tekrarladığı yadsınamaz: “Amerika’yı ezen ve sömürgeci kölelik olarak tutan İngiliz haydutlarına karşı Amerikan halkının açtığı savaş” (Lenin, 1918). Fakat bu övgü, doğrusunu söylemek gerekirse bir hataydı: Birleşik Devletler’de bugün hangi solcu ciddi biçimde, Lenin’in bir asır önce okyanusun öbür ucundan yaptığı gibi, beyaz yerleşimcilerin bu kıtada sömürgeciler değil sömürgeleştirilenler, köle sahipleri değil köleleştirilenler olduğunu iddia edebilir?

Nitekim “İngiliz Kuzey Amerikasında” (bugünkü Kanada) kölelerin özgürleşmesi Birleşik Devletler’dekinden daha hızlı gerçekleşti. Hem de Birleşik Devletler ayrılıncaya kadar Kanada’daki kölelik karşıtı hareket “savaşı” kazanmamış, sorunun aciliyeti de az iken: Kanada ekonomisi Birleşik Devletlerinki gibi köle emeğine dayanmıyordu ve bu uygulama 1833’te, Amerikan İç Savaşından yirmi yıldan fazla zaman önce (ve Britanya İmparatorluğuna karşı bu sorundan kaynaklı bir savaş verilmeksizin) yasadışı ilan edildi. Bu gerçekler Home’un savını destekler gibi görünüyor.

Ancak Birleşik Devletler’in, İngilizlerin 1776’da getirdiği kapitalist gelişmeyi o veya bu şekilde dışlayarak, daha erken tarihlerdekilere yakın bir köle toplumu olarak doğmadığını da anlamalıyız. Britanya İmparatorluğu Birleşik Devletler’i kapitalist şartlarda geliştiriyordu ve köle emeği de bunun içinde hem muhafaza ediliyor, hem de yavaşça ortadan kaldırılıyordu. Bu ekonomik ilişkiler erken dönem Birleşik Devletler’de aynen kalıyor, köle ekonomisi de kırılgan bir uzlaşıyla içerisinde bulunduğu, gelişen kapitalist pazarı yansıtıyordu:

“Bu nedenle, üretim asıl olarak dolaysız kişisel ve yerel ihtiyaçları gidermeye yönelik kaldığı sürece, Amerikan Birliği’nin güney eyaletlerinde, zenci emeği ataerkilliğe benzer niteliğini korumuştu. Ne var ki, pamuk ihracı anılan eyatler için hayati önemde bir iş haline geldiği ölçüde, zencinin haddinden fazla çalıştırılması, hayatının bazı yerlerde yedi iş yılında tüketilmesi, hesaplı ve hesapçı bir systemin unsuru oldu. Artık, ondan belli bir miktarda faydalı ürün üretmesini beklemek söz konusu değildi. Söz konusu olan, şimdi, artık değerin kendisini elde etmekti.” (Marx, 2011: 233)

Tarımsal köle ekonomileri, devletçe sağlanan yasal korumalar ne olursa olsun, kapitalist dünya düzeninde ortadan kaldırılıyor, köle sahipleri de kapitalist şartlarda rekabet ediyorlardı. Bu, Birleşik Devletler’in kuzeyli sanayi kapitalistlerine büyük ekonomik ve dolayısıyla politik güç bahşetti. Erken dönem Birleşik Devletler’de kölelik gerçekten büyük bir ekonomik güç iken, rekabetçi kalmak ve Avrupalı emperyalist güçlerin ekonomik egemenliği altına girmemek için ülke, her şeyden önce capitalist bir zeminde gelişmeliydi. Birleşik Devletler’in yaptığı buydu ve Avrupa’nın diğer doymak bilmez emperyalist güçleriyle toprak ve kaynaklar için rekabet etmekte, kıtayı ve gelecek yıllarda dünyayı önüne katmak suretiyle başarılı da oldu.

Güneyin eski “pamuk kuşağında” kölelik baskın olmayı sürdürürken, sanayi sermayesinin gelişmesi büyük oranda Birleşik Devletler’in kuzeyinde gerçekleşiyordu. Yeni yerleşimci-sömürgeci kapitalistler ile köle sahibi aristokrasi de ayrıca Birleşik Devler içerisinde kaynaklar ve kârlar için birbirleriyle rekabet halindeydi. Bu ekonomik rekabet, Birleşik Devletler emperyalizmi batıya yayıldıkça, ele geçirilen toprakların kuzeyin sanayi kapitalizmine mi yardım edeceği yoksa güneyin tarımsal köle ekonomisine mi katılacağı sorununda kendini gösterdi.

Gerçek şu ki bu ekonomik rekabetin hızla yayılan emperyalist devletle bağlantılı olması onu kaçınılmaz bir politik çelişki kılıyordu. Birleşik Devletler’deki kölelik karşıtı sosyal hareket bunu, insan emeğinin sömürü araçlarını modernize etmesi için güneyi siyaseten baskılamak için kullandı. Göneyli köle sahibi aristokrasi, tarihin akış yönünün kendilerine karşı döndüğünü görerek, Birleşik Devletler’in “Kurucu Babaları” ile aynı seçimi yapmaya zorlandı. Değişen dünyaya boyun eğme ya da ayrılma yoluyla bu değişimi erteleme.

Birleşik Devletler’in kurucuları gibi güneyli “asiler” de kendi “bağımsızlık” ilanlarını “demokrasi,” sömürücülerin ve ezenlerin demokrasisi talebiyle donattlılar: “Devletlerin hakları” bunun daha adem-i merkeziyetçi bir hükûmet meselesi olduğuna işaret ediyordu, tıpkı “temsiliyetsiz vergilendirmenin” ekonomik yaşamları, “beyaz olmayan” insanlardan oluşan daha geniş nüfusların soykırıma uğratılmasına ve köleleştirmesine dayalı olan beyaz yerleşimci-sömürgecilere kendilerine eşitlik ve özerklik savunucuları payesi biçmelerine imkân tanıması gibi. Ancak Sanayi Devrimi bütün dünyayı değiştirmekteydi ve köle sahipleri demokrat olduklarına artık kendilerinden başka kimseyi inandıramazlardı.

Bu noktaya kadar, ekonomik gelişmelerine paralel olarak İngilizce konuşan Avrupalı yerleşimci-sömürgeci toplum ortak, bağımsız bir sosyal ve kültürel gelişmeye maruz kalmıştı. Bu “Yankee” halk artık sadece Kuzey Amerika’daki bir İngiliz (ya da en azından baskın olarak İngiliz) beyaz yerleşimciler toplumu değildi. İngiltere’deki İngilizlerce başka bir ulus olarak algılandılar (Marx’ın yazdıkları da dâhil, dönemin belgelerinde de “Amerikalılar” olarak adlandırıldılar). Fakat sırf bu nedenden ötürü kendilerini denetledikleri her şeyin sahipleri olarak taçlandırmaları, ele geçirdikleri topraklardaki tek halkın kendileri olduğu anlamına gelmiyordu.

Marx kölelik sorununu gözardı etmedi: O Birleşik Devletler hükûmetinin bu nüfusu, köleliğin çelişkilerini çözerek ve onları kapitalizmin çelişkilerinin neden olacağı mücadelelere hazırlayarak kapitalist moderniteye taşıyacağını umuyordu. Onun beklentisi, bir üretim biçimi olarak köleliğe ve bunun getirdiği sosyal bozulmalara karşı savaşında Lincoln’un içten olmasıydı.

Bu beklenti, Marx’ın kendi yöntemi kullanılarak kolayca açıklanabilecek nedenlerden ötürü boşa çıktı: Lincoln’un siyasî tavrı insanlığın özgürleşmesini savunan ne “Siyah”, ne de “Beyaz” kölelik karşıtları tarafından desteklendi. Aksine, kuzey sermayesinin genç emperyalist gücü tarafından desteklendi. Kölelik Birleşik Devletler’in hakim sınıfları için ancak sermayenin çıkarlarına hizmet etmediği sürece bir bozukluktu. Bu “köleliğe karşı savaşın” ertesinde, kâr hırsının hizmetine sunulmuş çağdışı üretim biçimlerinin en yozlaşmış yanlarını içine sindirmekte ezenlerin ve sömürenlerin ölçüsüz azimliliğini, kapitalizmin sonsuz kabiliyetini görmekteyiz.

Yeniden yapılanma ve ihanet

Sonunda güneyin köle sahibi aristokrasisine karşı savaşın askerî ve siyasî önderi haline gelmesine rağmen Lincoln, savaştan kaçınmak için, köle sahipleriyle uzlaşmayı denemek de dahil mümkün olan her şeyi yaptı. Hakim sınıflar ne kuzeydeki kölelik karşıtı barışçıl harekete destek sundu, ne de güneydeki, aralarında Afro-Amerikan kahraman Nat Turner’ın önderlik ettiği, iki gün süren meşhur ayaklanmanın da olduğu haklı köle isyanlarını savundu. İç Savaş’tan kısa bir süre önce kölelik karşıtı beyaz John Brown, Harper’s Ferry’de bir köle isyanı başlatmaya kalkıştığı için Kuzey Hükümeti tarafından idam edilmişti. Bütün bunlar olurken, Kuzey de Güney de köleliğin politikadaki rolünün farkındaydı: Kuzey eyaletleri köleliğe ve buna kendi bölgelerinden sağlanan her türlü desteğe karşılardı – tıpkı federal hükümetin köleliğin yeni ele geçirilen topraklara yayılmasına karşı olduğu gibi. Lincoln 1860’ta seçildiğinde, yukarıda bahsi geçen önlemlere desteğinden ötürü güney eyaletleri tarafından kışkırtıcı biçimde kölelik karşıtı görülüyordu. Ancak Birleşik Devletler’den ayrıldıklarını ilan ettikleri zaman bile Lincoln’un tek endişesi işgale başvurmadan, barışçıl yollarla güneyin kontrolünü yeniden sağlamak, bu esnada da köleliği kaldırmamaktı. 1861’de güneydeki Fort Sumter ileri karakoluna saldırarak Kuzey’i savaşa zorlayan Güney oldu.

Amerikan İç Savaşı hiddetlenirken iki tarafın da tutumlarının sertleştiği görülüyordu. Lincoln yeniden seçilmiş, partisinin içindeki ve dışındaki kölelik karşıtlarının etkisi artmıştı. Nitekim yukarıda bahsi geçen 1864 tarihli mektubunda Marx da buna dikkat çekiyordu:

“İlk seçilişinizin temkinli parolası Köle Gücü’ne direniş ise yeniden seçilişinizin muzaffer savaş çığlığı da Köleliğe Ölüm’dür.”

Lincoln’ın düşmanı sözde “Amerika Konfedere Devletleri” idi. Kendi kendini ilan etmiş bu devletin ekonomisi tamamen köleleştirilmiş Afro-Amerikan emeğine dayalıydı. Afro-Amerikan halk, özgürlüklerine doğru işleyen saati tersine çevirmeyi isteyen hakim sınıfların sahip oldukları her şeyi kanları, terleri ve gözyaşlarıyla yaratmıştı. Marx’ın Hegel’den alıntı girişimini yeniden yorumlarsak, köle sahibi aristokrasi öncülüğünde doğan yeni cumhuriyetin trajedisinden, söz konusu ekonomik zemin neredeyse tümüyle yıkılmışken güneyde bu düzeni korumaya çalışma komedisine kadar, tarih tekerrür ediyordu. Birleşik Devletler, bu “asi devletleri” ezmekle ve köleleri özgürleştirmekle ruhunu kurtarmış, günahını bağışlatmış, tövbe etmiş olur gibi görünüyordu. Atlantik’in her iki yakasındaki kölelik karşıtlarının Birlik’in zaferi karşısında gösterdiği coşku Marx’ın da coşkusunun kaynağı olmalı.

Gelgelelim, Amerikan İç Savaşı’nın sonucu Avrupa’daki 1848 Devrimleri’nin akıbetini trajik biçimde andırıyordu. Kanlı ve uzun süren bir seferin ardından Lincoln önderliğindeki Birleşik Devletler ordusu Güney’i geri aldı. Başında Lincoln’un bulunduğu Cumhuriyetçi Parti, “Radikal Cumhuriyetçi” hizip uygun adlandırmasıyla, yerleşimci-sömürgeci Yankee ulusunun Robespierre’leri olmaya özenen çok sayıda radikali barındırıyordu. Güney’deki köle sahibi aristokrasinin tamamen yok edilmesini istemeleri bakımından düşünceleri radikaldi: Köle sahiplerine tazminat ödenmemesi, onlar ya da siyasî temsilcileri için politik haklarının geri verilmemesi, Siyahlar ve Beyazlar arasında gerçek demokratik eşitlik. Birleşik Devletler’in güneyinde örgütleniyor ve hem köle sahibi aristokrasi hem de kuzey sermayesindeki temsilcilerinin muhalefetine karşın, radikal yeniden yapılanma programlarıyla dikkat çekiyorlardı. Radikal Cumhuriyetçileri daha da cesaretlendirecek suikastine kadar Lincoln köle sahipleriyle ve ılımlılarla uzlaşmak için her türlü girişimde bulundu. Güneyde eski kölelerle yan yana çalışmaları, beyaz üstünlüğünün korunmasına adanmış ve muhafazakâr Demokrat Parti ile ittifak halindeki karşıdevrimci terörist bir örgüt olan KKK (Ku-Klux-Klan) ile şiddetli çatışmalara yol açtı.

Fakat kuzey sermayesi Radikal Cumhuriyetçilere arka çıkmayacak, böylece burjuva devrimi de tamamına erdilemeyecekti: güneyli aristokrasi kuzeyli sermayeye ekonomik ve politik bağımlılığını kabul ettiği sürece Radikal Cumhuriyetçileri ya da Afro-Amerikanları korumak için Kuzey müdahil olmayacaktı.

Demokrat Parti ile KKK işbirliğinde Birleşik Devletler’in güneyi, yani Afro-Amerika yeni bir düzenin içine sokuldu. Bu düzen eski köle sahibi aristokrasinin politik egemenliğini sürdürmek için tasarlandı ve ırkçı ideoloji marifetiyle aşağı tabaka beyazlar da suç ortaklarına dönüştürüldü. Beyazlarla Siyahların özgürce yakınlaşmasını suç kılan “Jim Crow” yasaları yürürlüğe konuldu. Demokratik bir cumhuriyete ait olma eşiğine kadar gelmiş olan Afro-Amerikan halk, gece KKK terörünün, gündüz ise yasal ayrımcılığın gölge düzenine terk edildi. Afro-Amerikanların beyazlarla evlenmeleri yasaklandı (“ırksal” aidiyeti tartışmalı kimseler, eğer beyaz olmadığı bilinen bir ataya sahiplerse beyaz-olmayan olarak görülecekleri “düşük soy kuralına” tâbi olacaklardı), ayrı ve kalitesiz okullara gönderildiler, kamusal hizmetlerden mahrum edildiler, ve seçim hileleri, mahalle sınırlarının siyahları azınlıkta bırakacak şekilde sürekli yeniden tanımlanması, ırkçı hükümler ve KKK tehditleriyle oyları baskı altına alındığından yasal yollarla itiraz etme konusunda güçsüz bırakıldılar. Toplumla bütünleşmesi engellenen Afro-Amerikan halk, birçok alanda sayısal olarak baskın hale geldiği, siyasal olarak yerleşimci-sömürgeci ve ırkçı düzenin hüküm sürdüğü güneyde kendi paralel toplumunu oluşturdu.

Radikal kanadı yenilen ve güneydeki üsleri yok edilen Cumhuriyetçi Parti neredeyse Demokrat Parti’den ayırt edilemeyecek hala gelinceye kadar sağa kaydı. Böylece Cumhuriyetçi Parti, 20. yüzyıla girilirken KKK terörü ve güneydeki beyaz üstünlüğünün yeni dostu olarak Demokrat Parti’nin sağına yerleşti. Artık Konfederasyon bayrakları sallayanlardan oy toplayan bu partinin iktidara ilk kez sözde Konfederasyon’u yıkmak üzere gelmiş olması nadiren sözü edilen ironik bir gerçek halini aldı.

Birleşik Devletler’in burjuva tarih kitaplarını okuyanlar İç Savaşın, köle sahiplerinin demokratik düzene ihaneti olarak sunulduğunu görürler.

Savaştan bir asırdan fazla zaman geçtikten sonra güneye yolculuk edenlerse tümüyle farklı bir hikâye ile karşılaşırlar: Birleşik Devletler’den ayrılışın bayrağını dalgalandıranlar, ezilen Afro-Amerikanlara karşı ekonomik egemenliği ve politik şiddetiyle emperyalist Birleşik Devletler’in korumasının tadını çıkaranlardır. Bahsedilen Konfederasyon bayrağı, onlarca yıldan beri olduğu gibi, özel mülklerde ve KKK toplantılarında ABD bayrağının yanında dalgalandırılır. Bu ikiz semboller güneyde ABD’yi asıl ilgilendirenin asla Afro-Amerikanların kurtuluşu olmadığını, aksine beyazların, kıtayı fetheden ve yayıldığı her yerde yerli halkları soykırıma uğratanlarla aynı beyazların ekonomik üstünlüğünü öngördüğünü gösteriyor.

ABD emperyalizminin, yerleşimci-sömürgeci üstünlükçü zihiyetinde ve güneyde Konfederasyon sempatizanlarının savunduğu sosyal ilişkilerde kendini sergilediği bu son örnekle, sözde Konfederasyon ordusunun kuzeyli sermayenin gözünde ne kadar “hain” olduğu önemini yitiriyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi ABD emperyalizminin ezilen halkların (ister ABD’deki yerliler isterse de Kürdistan’daki Kürtler olsun) haklarından anladığı, sadece ekonomik çıkarlarına ne ölçüde yarar getirecekleridir, bundan fazlası değil.

Bu makale muhtemelen, hem Afro-Amerika’nın hem de sömürgeci-yerleşimci “Yankee” Amerika’ya yer açmak için katledilen ve yurtlarından edilen yerli halkların tarihinin hakkını veremez. Ama şunu da belirtmeliyim ki Avrupalı yerleşimciler, yerli halklarla çatışarak ve şiddetin en vahşisi aracılığıyla onlara boyun eğdirerek batıya ve daha batıya ilerlerken, kölelerin torunları ise kaderlerini güneydeki topraklara ve politik, ekonomik, kısacası sosyal olarak onlara boyun eğdirmesi için tasarlanan ırkçı terör sorununa bağlı halde buldular.

Marksizm ve Afro-Amerikan ulusal sorunu

20. yüzyılın başına gelindiğinde “Jim Crow” yasaları yürürlüğe girdiğinden beri ABD’nin güneyinde yasal ya da ideolojik olarak çok az şey değişmişti.

Devlet, tarihin akışını durdurmak için elinden geleni yaptı. Ancak sınıf savaşımıyla yönlendirilen tarih durmaksızın devinir ve Afro-Amerika da istisna değildi.

Güneydeki ekonomik ve demografik değişimler, yoksulların iş için boğazlaşacakları kentlere çekilecekleri anlamına geliyordu. “Jim Crow” yasalarıyla güneyde siyah ve beyaz işçiler ayrıştırıldı ve beyaz yoksulları işbirliğine ya da en azından sessiz kalmaya teşvik etmek için özelde Afro-Amerikanlara karşı olduğu kadar sosyalist hareketin bu işçileri birleştirme girişimlerine karşı da KKK terörü yönlendirildi. Afro-Amerikanlar, mülteci kampı gettolarda yaşayıp, işgücünün alt tabakası olacakları kuzeye kaçmaya başladılar.

ABD’de komünist hareket güçlenip, emek ve Afro-Amerikan sorunları iç içe geçtikçe Birleşik Devletler’deki Marksistler Afro-Amerikan deneyimini teorileştirmeye başladılar. Bu tarihe aşina ABD Marksistleri, Afro-Amerikanların Marksist-Leninist tanımlamaya göre bir ulus oldukları tezini ortaya atan Afro-Amerikan bir Marksist ve CPUSA (ABD Komünist Partisi) üyesi Harry Haywood’dan bahsetmememi haklı olarak yadırgayacaklardır.

Onun tezi, çokça kötülenen Browder döneminde oportünistçe hasıraltı edildı ve asla günyüzüne çıkarılmadı. Çin-Sovyet ayrılığı başgösterdiğinde Haywood, Sovyet revizyonizmine (ve Browdercılar da denen ABD’li hizmetkârlarına) eleştirilerini Birleşik Devletler’deki ulusal sorunun öncelikliliği ile evlendiren iki eğilimden daha geniş tabanlı olanının baş figürü haline geldi. Harry Haywood’un “Yeni Komünist Hareketi,” kendilerini Haywood ile Mao’ya bağlılıklarıyla ortaya koyan, çoğu bugüne dek varlığını koruyan Özgürlük Yolu Sosyalist Örgütü’nde (FRSO) bir araya gelen, ABD çapındaki çokuluslu komünist unsurlar eğiliminin başlangıcı oldu ki, ulusal sorunu kendi ifadeleriyle şu şekilde temel almaktadırlar:

Birleşik Devletler’deki ulusal baskı beyazların üstünlüğüne dayalı bir ulusal baskıdır. Bu, beyazların üstünlüğüne dayalı sistem Avrupa’nın üstünlüğü fikirlerini ve diğer ırkçı ideolojileri yaymakta ve Birleşik Devletler’deki beyazların maddî çıkarlarını ezilen uluslarınkinden nispeten üstün tutmasına izin vermektedir. Birleşik Devletler’deki sosyalistler ve devrimciler, emperyalizmi devirmek ve sosyalizmi kurmak için işçi sınıfı ile ezilen ulus hareketleri arasındaki stratejik ittifak oluşturmak amacıyla kendi kaderini tayin hakkını savunmalıdırlar. Ezilen ulusların talepleri tüm proleteryanın talepleri olmalı ve kendi sınıf stratejimizin merkezine konmalıdır. Böyle bir stratejik ittifak oluşturmanın önündeki ana engel, sosyalist devrimin zaferi için üstesinden gelinmesi gereken beyaz şovenizmidir. (FRSO, 2004)

Daha dar ve “Mao Zedung Düşüncesinin” bir varyantına bağlı kalmak yerine daha tutucu biçimde Marksist-Leninist olan diğeri ise “Orak-Çekiç” eğilimi adı verilen, bir bakıma kendisini yalnızca ulusal sorun üzerine CPUSA ile şiddetli polemiklerin içerisinde bulmakla kalmayıp, Galler ve İskoçya’ya dair hatalı metodları üzerine Britanya’daki Maoistlerle de Atlantik-aşırı polemiklere giren Homer Chase’in başını çektiği eğilimdi:

Yayınlarınızı ve mektubunuzu okuduktan sonra anladık ki MLOB (Britanya Marksist-Leninist Örgütü) ulusal demokratik devrimin neyle ilgili olduğunu anlamıyor. Çin, Siyah Kuşak, Galler ve İskoçya üzerine görüşlerinizi okuduktan sonra varılan sonuç budur.

J. V. Stalin ulusal sorun konusunda büyük bir Marksist-Leninist teorisyendi. Bu, onun ya da Lenin’in bir dönemde yazdıkları her şeyin mekanik olarak bir başka döneme de uygulanabileceği anlamına gelmez. Stalin’in tezlerinin özü onun, Britanya Adalarında İrlanda haricinde ulusal sorunun çözüleceğine ilişkin ifadesiyle çelişir. Stalin’in yaşamını ve eserini savunan Marksist-Leninistler bugün İskoç ve Gellerin İngiliz emperyalizmini devirme çabalarını destekleyeceklerdir.

ABD’deki Afro-Amerikan sorununa dair ciddi bir Marksist-Leninist görüş belirtmiyorsunuz. Proleter olmayan Afro-Amerikanlar ile ABD emperyalizmi arasındaki çelişkiyi, Laski ve sizin yaptığınız gibi inkâr etmek anlamsızdır. Siz ve Laski genel olarak ulusal demokratik devrimleri savunduğunuzu iddia ediyorsunuz, fakat spesifik olarak yalnızca proleterlerin önderlik ettiği sosyalist devrimlerin desteklenmesi gerektiğinde ısrar ediyorsunuz. Mevcut nesnel durum sosyalist devrimlere elverişli olmadığından bu sizi adım adım devrime karşı duran ve stratejik olarak karşı-devrime hizmet eden bir konuma yerleştirir. Elbette ki işçi sınıfı önünde sonunda kır yoksullarıyla birleşecek, ezilen uluslar da ulusal demokratik devrimlere önderlik edecektir. H&S’in (Orak-Çekiç’in) bütün ülkelerdeki özgürlük mücadelelerine karşı çıkan sözde Marksistleri teşhir etmesinin nedeni tam da budur. (Chase, 1970)

Bu eğilim sonunda bugünün Emeğin Devrimci Örgütü (ROL-USA) haline geldi ve ABD içinde FRSO’dan küçük kalmakla birlikte dışarıda daha geniş bağlantıları vardır. İki eğilim de birçok konuda CPUSA’dan kendilerini ayırdı ve ayırmaya da devam ediyor. CPUSA “beyaz” solun şovenist unsurlarının peşine takılırken, ROL ve FRSO ezilen uluslar için halk cephesi faaliyetine kaynak aktararak neredeyse her zaman ulusal sorun konusunu gündeme taşıyorlar.

Tarihsel ihanetinden dolayı CPUSA’yı, ABD emperyalizmine karşı ABD “içinde” verdikleri mücadele bu emperyalist gücün yumuşak karnını teşkil eden Afro-Amerikan halkı da dâhil ezilen uluslara karşı şovenizmin kaynağı olarak öylece resmetmek çok kolay olurdu. Fakat CPUSA Birleşik Devletler’deki “beyaz” sol şovenizminin nedeni değil, belirtisiydi. Tarihsel olarak Yankee proletaryasının içeride ve dışarıdaki ezilen ulusların aşırı sömürüsü üzerinden elde edilen kaynaklara daha geniş erişim karşılığında satın alınmış olması gerçeğinden hareketle bu şovenizmin kaynağının maddî kökleri olduğu söylenebilir: İngilizcede “lot” diye bir sözcük vardır, asıl itibariyle talih ya da kader anlamındadır, ancak nasibinize düşen bir şeyi ifade eder hale gelmiştir. Amerikan İngilizcesi’nde bu sözcük belli büyüklüktek bir toprak parçasını ifade etmeye başlamıştır, çünkü “beyaz” yerleşimciler etkin biçimde, “beyaz ırk” tarafından yine onun için fethedilmiş (20. yüzyıla dek Amerikan devletinin açık ve pişmanlıksız resmî retoriğinde olduğu gibi) kıtanın yerli halklarından gasp edildiği kuşkusuz olan toprağa (elbette sınfsal geri planlarına bakılarak değişen kalitedeki toprağa) yerleştiriliyorlardı. Bu eğilim ulusal çizgiler üzerindeki sınıfsal farklılığı korumaya, II. Dünya Savaşı’ndan dönen askerler uygun fiyatlı ev sahipliği planlarıyla karşılanırken 20. yy’da bile devam etmişti… beyaz oldukları sürece.

1936’da Siyah yarıcılar örgütünü feshederken CPUSA’nın bahanesi Afro-Amerikanların “Amerikan” (yani Yankee) uyrukluğunu “kucaklamış” ya da “seçmiş” olmalarıydı, böylece savaş bütün “ırklardan” işçilerin birleşik sınıf mücadelesini kolaylaştıracak olan eşit demokratik haklar uğrunda verilecekti.1 CPUSA’nın, Afro-Amerikan demokratik hakları ve mücadelesi için gerekli olan reformist bir hedef olarak yurttaş hakları kampanyası yürütmesi tabii ki elzemdi. Peki ama Afro-Amerikanların beyaz erkek ve kadın sınıf kardeşleriyle sözümona paylaştıkları “Amerikan” kimliğindeki kucaklaşma neredeydi? Güneyde “Jim Crow” adı altında Afro-Amerikanların henüz beyaz Amerikalılarla tek bir ulusal kimlik içerisinde bütünleşmeyi “seçmelerine” dahi izin verilmiyordu, zira ayrımcılık yasalarını çiğneyen ve “ırksal” çizgileri aşarak ana-baba olanların çocukları da beyaz değil Siyah olurdu ve Siyah ebeveynleri gibi onlar da aynı şekilde beyaz toplumdan dışlanırdı!

20 yüzyılın ortalarında eşit yurttaş hakları lafta kazanıldıktan sonra bile kimse ekonomik ve siyasî alanlarda Afro-Amerikanların Amerikan toplumunun gerçekten eşit üyeleri olduklarını iddia edemez. Hatta hiçbir yerde yasalar önünde, istisnaî durumunu CPUSA’nın inkâr ettiği ve (Afro-Amerikanların bıkmadan oy verdikleri) Demokrat Parti’nin esasen Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolü ile ciddi biçimde çekişmeyi reddettiği Siyah Güney Kuşağı’nda olduklarından daha az eşit değiller. Nitekim “Marksistlerden” liberallere “beyaz” sol da bu mücadelenin coğrafî anlamını, tarihsel kökenlerini ve ulusal çıkarımlarını gözardı ediyor. Bunun yerine, (çok önemli olmakla birlikte) “ırkçılıkla mücadeleye” indirgenemeyecek olan İngiliz egemenliği altındaki İrlandalıların ya da Türkiye’deki Kürt sorununun muadili bir sorun ABD’de bu indirgemeciliğe maruz kalıyor.

“Irk” ve ulus

Afro-Amerikanların bir ulus olmadıkları düşüncesi, Amerikan yasalarına göre Afro-Amerikanların ayrı bir “ırksal” grup olarak tanınmalarıyla desteklenir. Polis kayıtları, nüfus sayımları, devlet istatistikleri ve her türlü devlet bürokrasisi Amerikan vatandaşlarını sıklıkla “ırka” göre sınıflandırır. Afro-Amerikan halkının “ırksal açıdan” ABD’nin çoğunluğundan ayrı olabilecekleri, ancak ayrı bir ulus olmadıkları CPUSA’in argümanıydı. Stalin “ırk” ile ulusun iki ayrı kavram olduğunu gayet açık belirtir. Amerikan anti-revizyonistleri ulus yerine “ırkı” koydukları için hatalılar mı?

“Irk” ulus değildir, fakat büyük bir “karışık” (mestizo/a) nüfusun “Meksikalılar” olarak bilinegeldiği komşu Meksika gibi kıta Amerikasının diğer ülkelerine kıyasla ABD’de ırkçılığa, başka yeni gelenler (ama özellikle “beyaz” Avrupalı kökenliler) ezen Avro-Amerikalı Yankee ulusu içinde asimile edilirken, Birleşik Devletler’e yeni gelen Sahra-altı Afrika kökenlilerin genellikle Siyah Güney Kuşağı’nın kölelerinin torunlarına kadar giden bir sosyal formasyona sürüklendikleri, yurttaşları bölmekte yoğun bir rol biçildi. Bu ikisi sürekli temas halindedirler, ancak birleşmemişlerdir. Ayrı birer tarih anlayışı geliştirmişlerdir. “Beyaz” Amerikalılar, kendi atalarının bugünle o gün arasında bir zaman “göçmenler” ya da yerleşimciler olarak geldikleri, hemen büyük ölçüde eşit yurttaş kabul edildikleri, George Washington’a dayanan demokratik bir tarih hayal ederler. Afro-Amerikanlarsa atalarının özgün Afrikalı kültürünün onlardan söküp alındığını, dillerinin ve tarihlerinin çalındığını ve sonrasında da İç Savaş’a kadar hukuken eşit insan bile olmadıklarını bilirler ki bundan sonra onları anayurtlarından koparıp kuzeydeki mülteci kampı “gettolarına” süren KKK terörüyle geçen onlarca yılı hatırlayacaklardır.

Güneyde olduğu gibi kuzeyde de Afro-Amerikanlar, ana dili İngilizce olan herkesin bir İskoç’un İngilizcesi’ni Bostonlu’nunkinden ayırt edeceği kadar çabuk “Beyaz Amerikalı” İngilizcesi’nden ayırt edebileceği farklı bir İngilizce konuşurlar. New York’taki bir Afro-Amerikanın Atlanta’daki kuzeninden farklı konuşmasındaki gibi lehçe farklılaşmaları Birleşik Devletler’in bütün büyük kentlerinde vardır, fakat beyaz yurttaşlarının konuşmasıyla asla karıştırılamaz.

Afro-Amerikanların, kölelikten fiilen kurtuluşlarını (“özgür yurttaş” olarak yeni statülerine ilişkin haberlerin “Konfederasyon” yönetiminin en uzak karakolu Texas’a ulaşmasını) kutladıkları Juneteenth (19 Temmuz, June+nineteenth) gibi kendi ulusal bayramları ve (kendi tabirleriyle) “Lift Every Voice and Sing” adlı kendi ulusal marşları vardır.

Yabancılar dahi Afro-Amerikanların, dünyanın en zengin ve en etkileyicilerinden biri olan, kendilerine özgü sanatsal kültürleri olduğunun tümüyle farkındadırlar. Afro-Amerikan sanatçılar olmasaydı ne blues, ne jazz, ne R&B, ne rock’n roll, ne de hip hop olurdu. Afro-Amerikanlar arasında şiir, şarkı ve öykü kültürü öylesine gelişkindir ki tüm dünyadan insanlar, ister kârlılığı ister yakınlık duymaları nedeniyle onlara öykünme arayışındadırlar. Hepsi de insanlarının kendilerine özgü hikâyelerini, acılarını, utkularını, özgür olmaları instenmeyip esaret altında tutulan çalınmış bir nüfus olarak var kalabilme yeteneklerini anlatan kendi romancıları, film yapımcıları vardır.

“Ulus” sözcüğü sürekli olarak ve açıktan Afro-Amerikanlar için kullanılmasa da Afro-Amerikan, milliyetçi bir gururla “benim halkım” ya da “bizim halkımız” ifadesini kullandığında beyaz ya da Siyah her ABD vatandaşı, kastedilenin tüm ABD vatandaşları olmadığını anlar.

Açıkçası, ulusal sorunla ilgilenen içtenlikli Marksist-Leninistler için Afro Amerikalı insanlar, 1970’te Homer Chase’in vurguladığı gibi, İngilizler karşısında İskoçların olduğundan daha az ulus değildir. Bu ise beraberinde şu soruyu getiriyor: Kurtuluşları neden bu kadar gecikti?

Afro-Amerika neden özgür değil?

Sebebin bir parçası elbette ABD emperyalizmidir. Baştan kabul edilmelidir ki ABD gibi kudretli bir emperyalist güç, toprak, işgücü ve kaynaklar bakımından onları tehdit edebilecek büyük nüfusun, tanınmış haklarını öylece almalarına kolay kolay izin vermeyecektir. Tam da ABD emperyalizminin yumuşak karnı olmasından ötürü Afro-Amerikan mücadelesi dünyadaki en zorlardan biri olmuştur ve olmaya da devam ediyor.

Aynı zamanda ezen Yankee ulusu içerisindeki sosyalist hareketin de hatasıdır. Her ezen ulusa ezilenden nefret etmesi öğretildiği gibi, “beyaz” işçilere de Afro-Amerikanlara güvenmemeleri, onlardan korkmaları ve nefret etmeleri öğretildi. Hatta ve yazık ki kimi zaman özellikle en yoksul beyazlar, Afro-Amerikanlar da dâhil ezilenler üzerindeki cılız üstünlük duygusunun en ateşli savunucularıdır. Sosyalistler için, hareketin içindeki ve işçiler arasındaki şovenizmi gidermek ve Afro-Amerikanlar gibi ezilen halklar açısından ortak kurtuluş için gerçek bir dayanışma hareketi yaratmak en başta gelen görevdir.

Ama Afro-Amerikan halkını, beyaz Amerika ve onun yönetici sınıfı ile proletaryasının, iyi ya da kötü niyetle kendi sosyal dinamikleri içinde zaptedecekleri bir nesneymiş gibi görmemeli. Yüzyıllarca ihanete uğramış ve tuzağa düşürülmüşlerse de Afro-Amerikan halkın kendisi bir öznedir, kendi tarihlerini kendileri yeniden şekillendirebilirler. ABD “demokrasisi” tarafından defalarca yüzüstü bırakılmalarının ardından Afro-Amerikanlar kendi ulusal kahramanlarını, kendi önderlerini de yetiştirdiler. Yazının geri kalanı bunlardan özellikle seçilmiş birkaçını kısaca tanıtmaya ayrılacaktır ki Abstarkt okurlarının ilgisi çekeceğinden eminim. Burada ihmal edilen birçokları için daha bilgili okuyuculardan af diliyorum. Aşağıdaki isimleri Afro-Amerikan mücadelesinin genel tarihini anlamada odak noktası teşkil ettikleri için seçtim, yoksa yer verdiğim yaşamlarının mütevazı özetlerinde bu tarihin tamamı sığdırılabileceği için değil.

Frederick Douglass

Bir Afro-Amerikan devletadamı olan Frederick Douglass köleliğin kaldırılması davasını Birleşik Devletler’de “üst siyaset” seviyesine taşıma girişiminde kilit bir isimdi. Köle olarak doğan Douglass, sahibinin eşi tarafından eğitildi, ki okuryazarlık kölelerin elinde tehlikeli bir silah olarak görüldüğünden bu nadir görülen bir şeydi. Bu algının, yaşamını kurtuluş davasına adayacak ve retoriği Birleşik Devletler’in egemen ideolojisinin çekirdeğine çarpan ateşli bir hatip olarak tanınacak olan Douglass örneğinde hayli yerinde olduğu ortaya çıkacaktı. Birleşik Devletlerin, köleliği İngiliz sanayileşmesine karşı savunmak için kurulmuş bir toplum olduğu iddialarına ilişkin, Britanya ve İrlanda’da kendi yaşadığı dönem hakkındaki şu sözleri hâlâ geçerlidir:

Demokratik bir hükûmet yerine monarşik bir hükûmetçe yönetiliyorum. Işıltılı, mavi Amerika göğü yerine Emerald Adası’nın [İrlanda] yumuşak, gri sisiyle örtülüyüm. Nefes alıyorum ve işte! Mal [köle] bir insana dönüşüyor. Benim eşit insanlığımı sorgulayacak, kölesi olduğumu iddia edecek ya da bana hakaret edecek biri var mı diye boş yere etrafıma bakınıyorum. Bir taksi çeviriyorum—beyazların yanında oturuyorum—otele varıyorum—aynı kapıdan giriyorum—aynı salona alınıyorum—aynı masada yiyorum—ve hiç kimse rahatsız olmuyor… Kendimi her seferinde beyaz insanlara gösterilen nezaket ve hürmet bana da gösterilirken buluyorum. Kiliseye gittiğimde ise kalkık burunlar ve bana “Burada zenci istemiyoruz!” diyen alaycı dudaklarla karşılaşmıyorum. (Douglass, 2003)

Birleşik Devletler’in İngiliz İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmasının kutlandığı en önemli Amerikan “ulusal” bayramı 4 Temmuz’da Douglass, günün anlamı üzerine bir konuşma yapması için davet edilmiş ve ikinci tekil ağızı ustaca kullanarak, bir parçası olduğunu söyleyemeyeceği ulusun “özgürlüğü” altında kendi halkının acı çekmesinin ayrı tarihine dikkat çekmişti:

Yurttaşlar; sizin ulusal, gürültülü neşenizin üzerinde milyonların dokunaklı feryadını duyuyorum! Dün ağır ve acı verici olan zincirleri bugün onlara ulaşan yıldönümü bağırışları sayesinde daha da tahammül edilemez hale geldi. Eğer unutursam, hakkınca anımsayamazsam bugün eğer o kanayan acılı çocukları “sağ elim hünerini unutsun, dilim damağıma yapışsın!” Onları onutmak, uğradıkları gadri şakaya vurmak ve zamane anlayışıyla uyum içinde olmak ihanettir, en utanılacak en akla ziyanından ve beni Tanrı’nın ve dünyanın önünde lekeler. O halde benim konum, yurttaşlar, AMERİKAN KÖLELİĞİ olacak. Bugünü ve onun tutulan özelliklerini bu kölenin durduğu yerden göreceğim. Bu Amerikalı köleyle özdeşleşmiş halde burada durup, çektiklerini ben çekmişim gibi, bu ulusun karakteri ve idaresinin bana hiç bu 4 Temmuz’da olduğundan daha karanlık görünmediğini tüm kalbimle ilan etmekte tereddüt etmiyorum. İster geçmişin beyanlarına isterse de bugünün açıklamalarına bakalım, bu ulusun idaresi aynı derecede çirkin ve iğrenç görünüyor. Amerika geçmişte vefasızdı, bugün vefasız ve gelecekte de vefasız olacağını kat’i şekilde taahhüt ediyor. Bu vesileyle Tanrı ve bu ezilmiş kanayan köleyle birlikte öfkeli insanlık adına, zincirlenmiş özgürlük adına, ayaklar altında çiğnenen anayasa ve Kutsal Kitap adına, köleliği—Amerika’nın bu büyük suçu ve utancınını sürdürmeye hizmet eden her şeyi, bütün gücümle vurgulayarak sorgulamaya ve suçlamaya cüret ediyorum! “Uzlaşmaycağım; bağışlamayacağım”; kullanabileceğim en sert dili kullanacağım ve muhakemesi önyargılarla körleşmemiş olan ya da özünde, dürüst ve adil olacağını ikrar etmeyen bir köle sahibi olmayan benden tek bir söz bile yakasını kurtaramaz.

[…]

Amerikalı bir köle için sizin 4 Temmuz’unuz ne ifade eder? Cevap vereyim: Bu büyük adaletsizlik ve zulmün kurbanının hep o olduğunu kendisine yılın bütün diğer günlerinden daha fazla gösteren bir gün. Ona göre sizin kutlamanız bir gözboyama; atıp tuttuğunuz özgürlük uğursuz bir kimlik; ulusal haşmetiniz kendini beğenmişlik; sevinç nidalarınız boş ve kalpsiz; tiranları kınayışınız küstahlığın dikâlâsı, özgürlük ve eşitlik haykırışlarınız kof alay; dinsel gösteriş ve vakarla dolu dualarınız ilahileriniz, vaazlarınız, şükürleriniz ona göre sadece lafebeliği, kandırmaca, gözbağı, küfür ve ikiyüzlülük—yabani bir milleti bile utandıracak suçları örten ince bir tül. Tam da bu anda, dünya üzerinde, korkunç ve kanlı eylemlerden Birleşik Devletler halkından daha suçlu bir ulus yoktur. Nereye isterseniz gidin, nereye isterseniz bakın, eski dünyanın bütün monarşilerini ve despotluklarını dolaşın, Güney Amerika’ya gidip her suçu ortaya çıkarın en sonuncusunu da bulduğunuzda elinizdekileri bu ulusun her günkü uygulamarının yanına koyun ve siz de bana katılacaksınız ki iğrenç barbarlık ve utanmaz ikiyüzlülükte Amerika rakipsizdir.

Her 4 Temmuz’da Birleşik Devletler’in ilericileri, ABD “demokrasisinin” dünü ve bugününün sert bir vesikası olarak bu ikinci paragrafı Facebook’ta paylaşırlar. Frederick Douglass’ın İngilizceyi mükemmel kullanışı yalnızca kendi halkı için değil, ABD emperyalizminin ikiyüzlülüğünün tüm kurbanları için de kurulu düzenin en sert eleştirisinin bir anıtı gibi durmaktadır.

Harriet Tubman

Harriet Tubman da Frederick Douglass gibi köle olarak doğmuş, kölelik karşıtı Afro-Amerikan bir kadındı. Halkının özgürlüğü için sadece düşünme beyan etmenin ötesinde, o, ABD İç Savaşı’nın sürdüğü ve öncesindeki en karanlık yıllarda eylemsel olarak da etkindi. Sonrasında Birleşik Devletler hükûmetince idam edileceği Harper’s Ferry baskını için Afro-Amerikan savaşçılar toplamasına kendisine yardım etmesinden dolayı ona “General Tubman” kod adını veren beyaz radikal kölelik karşıtı John Brown’la tanıştı. Brown’un ölümünden sonra onu “yaşayan 100 adamın yapacağından daha fazlasını ölürken yapan” bir kahraman olarak selamlayıp, af dilemedi.

Köleliğin kaldırılmasından önce kölelerin güneyden kaçışlarına yardım eden bir ağ olan Underground Railroad’un liderlerindendi ki burada, Yahudilerin pagan Mısır krallarının esaretinden kurtuluşu hikâyesine atıfla “Musa” kod adını alacaktı. İç Savaş sürerken cepheye de gitmiş, “Konfederasyona” karşı savaşan birlik askerlerinin tedavilerinde hemşire olarak çalışmıştı. Savaş sırasında Birleşik Devletler hükûmeti adına sağlık hizmeti vermesine ve Afro-Amerikan bir kadın olarak yaptığı işin özellikle sembolik önemine karşın kendisine emekli aylığı bağlanmadı ve ömrünün geri kalanını, başarıldığını kendisinin göremeyeceği, kadınların oy hakkı kazanmaları davasına adayarak yoksulluk içinde öldü.

Malcolm X

Malcolm Little adıyla doğan Malcolm X, hapiste ABD’de Afro-Amerikan milliyetçiliğini İslam’la harmanlayan anortodoks bir politik-dinsel cemaat olan Nation of Islam’a katılmasının ardından soyadını terk etti. Bu cemaat, çoğu Afro-Amerikanın onları döven, kadınlarına tecavüz eden, ailelerini parçalayan, aşağılayarak ölesiye çalıştıran ve aslî kültürlerini, dillerini ve tarihlerini gasp eden köle sahiplerinin verdiği soyadlarını taşıdıklarına dikkat çekiyordu. Nation of Islam Afro-Amerikanlara, ezenlerinin onlara dayattığı Avrupalı Hıristiyan mirasına karşı İslamî Afrikalı bir mirası tanıtmayı amaçlıyordu.

Cemaat hapishane yardımları ve Afro-Amerikan toplulukları içerisinde eksikliği duyulan sosyal girişimler yoluyla müritler kazandı. Yıllarca bir suçlu olarak hayatta kalan Malcolm X hapiste sözlük okumaya, kendi kendini eğitmeye ve yeni sevmeye başladığı okuryazarlığı davası uğruna kullanmaya başladı. O kadar başarılıydı ki örgütün basamaklarında yükselerek, medyanın nazarında cemaatin lideri Elijah Muhammed’den daha ünlü oldu.

Nihayetinde keskin fikirleri ve eleştirel dünya görüşü eski liderliğiyle yollarını ayırmasına neden oldu: Nation of Islam, cemaatlerinin huzuru için ihtiyaç duyulan araziyi satın almak için ABD emperyalizmiyle eninde sonunda bir çeşit uzlaşmaya gitmeyi amaçlarken, Malcolm X tartışmalı dünya politikası üzerine fikir belirtmekten geri duramıyor, “tünemek için eve gelen tavuklar” diyerek Kennedy suikastını küçümsemesi dolayısıyla liderliğiyle zıt gidiyordu; kastettiği şuydu: Amerikan emperyalizminin tüm dünyada ve içeride uyguladığı şiddet, bekleneceği gibi, kendisine yine şiddet olarak dönüyordu. Öte yandan, Elijah Muhammed’in, örgütün sekreterlerinden cinsel olarak faydalanmak için konumunu kullanmasını da eleştirmeye başlamıştı.

Cemaatle ayrışmayı sürdürecek, Mekke’ye gidecek ve Sünnî İslam’a geçecekti. Bugün kendini Sünnî olarak Afro-Amerikanlar sayıcı az olsa da toplumsal bilinirliği ve önemi olan, çoğunlukla Malcolm X’in liderliğini benimseyenlerden oluşan bir grubu teşkil etmektedir. Ortodoks İslam’a geçişinin, temeldeki fikirlerinin gücünü azaltmadı: Siyah milliyetçiliğini va’zetmeye devam etti, velev ki yalnızca ABD’deki ırk ilişkileri hakkında konuşmak yerine daha incelikli bir tarzda, Afro-Amerikan mücadelesini Vietnam ya da Filistin gibi diğer anti-emperyalist mücadelelerin yanına koyarak. “Gereken her yolla” özsavunma ve kurtuluş vaazları vermeyi de sürdürdü.

Sona yaklaşırken, aralarında daha önce öldürülen ılımlı NAACP’nin (Siyahi İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Birlik) lideri Medgar Evers’in de olduğu, döneminin diğer Afro-Amerikan liderleri gibi kendisinin de öldürüleceğinden emindi. Malcolm X 21 Şubat 1965’te New York’ta yapacağı bir konuşma öncesinde vuruldu. Suikastçılar eski örgütüyle bağlantılı görünüyordu, fakat uzun süre ABD hükûmetinin parmağı olduğundan kuşkulanıldı.

Malcolm X bugüne dek ulusal tarihlerinde Afro-Amerikan direnişi ve özyönetiminin en güçlü sembollerinden biri olarak hatırlanacak, ardından gelen neredeyse bütün Afro-Amerikan mücadelecilere de ilham vermeye devam edecekti.

Assata Shakur

Malcolm X ve Martin Luther King Jr. suikastlerinden sonra gelen Afro-Amerikan mücadelesindeki eğilimlerin en ünlülerinden biri Özsavunma İçin Kara Panter Partisi’dir. Mao Zedung ve dünyanın her yanındaki anti-kolonyal mücadelelerden esinlenen Kara Panter Partisi, hem Afro-Amerikan toplumu içerisindeki kapalı örgütlenmesi hem de bu toplum içinde grubu son derece popüler hale getiren ve FBI’ın onları belirgin tehdit olarak görmesine neden olan, çocuklara ücretsiz kahvaltı verme vb. faaliyetleri dolayısıyla diğer Mao yanlısı eğilmlerden ayrılıyordu. Bir sızma, suikast ve siyasî entrika kampanyası grubun önderliğini yok etti.

Assata Shakur Kara Panterler’de örgütlenmişti, fakat maço önderlikten duyduğu düşkırıklığı ve daha gelişkin teorik standartları onun Siyah Kurtuluş Ordusu yan örgütüne kaymasına neden oldu. (Shakur, 1999: 221-4)

Daha militan olan Siyah Kurtuluş Ordusu yeraltı gerilla eylemleri ve devletle çatışmalara karıştı. Shakur’a grupta etkin iken şahsen birçok suç isnat edildi, sonunda da kendisinin kesin olarak inkâr ettiği, bir polisin öldürülmesi iddiasıyla hapse yollandı.

Eski BLA (Siyah Kurtuluş Ordusu) gerillaları 1979 yılında onu hapishaneden kaçırdı, 1984’te de, 1960ların başındaki Robert F. Williams’a kadar giden Afro-Amerikan siyasî tutsaklarla dayanışma geleneğini devam ettirerek kendisine sığınma hakkı tanıyan Küba’ya kaçtı. Kendisini bir “20. yüzyıl köle kaçkını” olarak adlandıran Shakur Küba’da deneyimleri hakkında yazmaya ve konuşmaya devam ediyor.

Adları anılan diğerlerinin aksine Shakur bugün hayattadır ve onun masumiyeti ile mücadelesi Afro-Amerikan radikaller ve bilhassa da kadınlar arasında sıkça dile getirilir. Halkının mücadelesinin bir sembolü olduğundan, Trump, Küba ile ilişkilerin iyileştirilmesi için “polis katili Joanne Chesimard’ın iadesini” (Shakur’un dediğine göre bu kendisinin “köle adı”) şart koşarak onu özellikle karalamayı ihmal etmedi (Tanenbaum 2017).

Sonuç: Mücadeleye devam mı?

“Ulus içinde ulus” gerçekliğini gömmek için yapılan tüm o denemelere Afro-Amerikan halkının mücadelesi ulusal niteliğini koruyor: Anavatanlarına seyahat edenler hemen farklı bir ülkede oldukları hissiyle karşılaşır, Afro-Amerikanlar ayrı bir halk olup, ortak yazgıları da çokuluslu bir devlette ulusal mücadelenin çelişkilerine bağlıdır.

Bu ezilen insanlar için mücadelenin sürdüleceği araçlar hangileridir? Belirgin biçimde milliyetçi çeşitli örgütler bulunmakta. Özellikle belirmek gerekirse Yeni Afrika Cumhuriyeti, Halkın Yeni Afrikalı Örgütü ve Maclolm X Taban Hareketi… Çeşitli halk cephesi mücadeleleri de yer alıyor. Belki en kaydadeğer olanı Jackson, Mississippi’deki Jackson Dayanışması, ki bu, ikili iktidar projesinin bir parçası olarak bu Afro-Amerikan kentinde ekonomik kooperatifler kurmayı amaçlamaktadır. Örgütleyicisi Kali Akuno sıklıkla Jackson’da yapmakta olduğu şeyin, Afro-Amerikan bölgesi genelindeki kooperatif ekonomileri etrafında halk iktidarının inşa edilebileceği “Jackson-Kush Planı” adlı daha geniş bir projenin parçası olduğundan söz ediyor. Elbette başka örnekler de sıralanabilir, sözgelimi Siyahların Hayatı Değerlidir, Ulusal Siyah Birleşik Cephesi ya da Birleşik Devletler boyunca kurulan çeşitli yeni-Kara Panter kolektifleri. Beri yandan kesişme noktaları şudur:

Afro-Amerikanlar ABD emperyalizmiyle mücadeleye karşı yerleşik bir ilgiye sahipler. Dayanışmanın hayatta kalma demek olduğunu onlara öğreten tarihsel deneyimleri sayesinde güçlü bir bilinç taşıyan geniş bir nüfusları var. Peki dayanışma için yüzlerine kime dönmeliler? CPUSA öyle yapınca uluslararası komünist hareket de büyük oranda onları ulusal mücadelelerinde yalnız bıraktı. Ne Çin ne Arnavutluk ne de Küba Afro-Amerikanlara yönelik ulusal baskının gerçek büyüklüğünü dünya çapında teşhir etmek için yeteri kadar cesur oldular.

Yıllardır Birleşik Devletler’deki beyaz işçi sınıfı hareketi sendika örgütlenmesinde Afro-Amerikan emeğine ve sayısına yaslanırken, Afro-Amerika’nın aşırı “radikal” taleplerini rahatlıkla görmezden geldi. Afro-Amerikanlar şiddetle, kaynaklara tamamen eşit olmayan erişimle ve siyasal adaletsizlikle ABD’nin her yanında yüzleşmeye devam ederken mücadeleleri sadece “dışarıda” değil, “içeride” de uluslararası dayanışma eksikliği tarafından zayıflatılıyor.

Afro-Amerikanlar haklarını talep ederek kuzeyde ve güneyde sokaklara dökülecekler. Tıpkı kapitalist-emperyalist dünya düzeni tarafından adaletten mahrum bırakılan her grubun inanılmaz eşitsizliklere karşın mücadeleyi sürdürmeyi başardığı gibi onların da mücadelesi sürecek. Ancak zafere ulaşamadılar ve burada sorumluluk bize ait. Nasıl ki bütün emekçi insanlığın mücadelesi tek ve ortaksa, Afro-Amerikanların mücadelesi de bizim mücadelemiz. Onları görmezden gelerek, yalnız bırakarak bu mücadeleyi bölüyor, “dünyanın bütün işçileri ve ezlien halkları, birleşin!” çağrımıza ihanet ediyoruz.

Önerilen filmler:

– Malcolm X (1992)

– The Birth of a Nation (2016)

*** Bu yazının Güney’deki örgütlü direnişin tarihine odaklanan ikinci bölümü önümüzdeki aylarda yayınlanacak.

Kaynaklar:

Chase, H. (1970) “Centrist” Revisionism in the United States: A letter from Homer Chase, of “Hammer & Steel Newsletter”, https://www.marxists.org/history/erol/1960-1970/mlob-chase.htm, erişim 18 Temmuz, 2018

Douglass, F. (2003) My Bondage and My Freedom: Part I – Life as a Slave; Part II – Life as a Freeman, New York: Random House

Douglass, F. (2012) ‘What to the Slave Is the Fourth of July?’, https://www.thenation.com/article/what-slave-fourth-july-frederick-douglass/, erişim, 18 Temmuz 2018

FRSO (2004) National Oppression, National Liberation and Socialist Revolution, http://frso.org/main-documents/statement-on-national-oppression-national-liberation-and-socialist-revolution/, erişim, 18 Temmuz 2018

Haley, A. ve X, M. (1965) The Autobiography of Malcolm X: As Told to Alex Haley, Leyden: Aeonian Press

Haywood, H. (1976) The Negro Nation, Chapter VII of the book Negro Liberation, https://www.marxists.org/archive/haywood/negro-liberation/ch07.htm, erişim, 18 Temmuz 2018

Horne, G. (2014) The Counter-Revolution of 1776: Slave Resistance and the Origins of the United States of America, New York: NYU Press

Lenin, V.I. (2018) Letter to American Workers, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1918/aug/20.htm, erişim, 21 Eylül 2018

Marx K. (1864) Address of the International Working Men’s Association to Abraham Lincoln, President of the United States of America, https://www.marxists.org/archive/marx/iwma/documents/1864/lincoln-letter.htm, erişim, 18 Temmuz 2018

Marx, K. (2011) Kapital. Ekonomi Politiğin Eleştirisi. I. Cilt: Sermayenin Üretim Süreci. İstanbul: Yordam.

Shakur, A. (1999) Assata: An Autobiography. Chicago: Lawrence Hill Books

Tanenbaum, M. (2017) “Trump demands return of New Jersey ‘cop killer’ exiled in Cuba”, https://www.phillyvoice.com/trump-calls-return-new-jersey-cop-killer-exiled-cuba/, erişim, 18 Temmuz 2018

Workers Advocate (1985) On the history of the CPUSA and the CI on the Right to Self-Determination, https://www.communistvoice.org/WAS8511CPUSA-BNQ.html, erişim, 19 Temmuz 2018

Dipnotlar

1 “Örgütün kurucu toplantısında açılış konuşmacısı, sosyal demokratlığı ve siyahlara ihanetiyle adı çıkmış A. Philip Randolph’tan başkası değildi. Aynı yıl içerisinde Yarıcılar Sendikası tasfiye edildi ve ona olan üyelikler Tarım İşçileri Sendikası ile Alabama Çiftçiler Sendikası’na üyeliğe dönüştürüldü ki bu ikincisi ırkçı ve Coughlinci güçlerden güçlü biçimde etkilenmiş ve Jim Crow temelinde örgütlenmişti. 30lu yıllar biterken Parti torisyenleri Roosevelt’in politikalarının, yarıcıların ve kiracı çiftçilerin şartlarını nasıl iyileştirdiği ve Jim Crow’un nasıl da gerilediği ve sonunda yok olacağı üzerine makaleler ve kitaplar yazıyorlardı. Aslında Roosevelt’in politikaları arazi sahiplerine yardım etmeye yönelikti ve siyah yarıcılarla kiracı çiftçilere neredeyse hiç yardım ulaşmıyordu.” (Workers Advocate 1985)

i Yazı boyunca “Afro-Amerikan” ve “Afro-Amerika” terimlerini sıklıkla kullanıyorum. Zaman zaman akdemi dışı sosyal söylemlerde karşılaşılsa da, iki terim de günümüzde bir nebze akademiktir. Bu terim aynı zamanda Malcolm X’in ölmeden önce kullanmayı tercih ettiği son terimdir.

Yazı boyunca “Afrikalı Amerikalı” tabirinden bürokrasiyle iliniyeti yüzünden kaçınıldı, zira Amerikan devleti bu terminolojiyi “Afrikalı Amerikalı” kimliğiyle örneğin Türk Amerikalılar arasındaki benzerliğe işaret etmek için kullanıyor. Bu, kıyas kabul etmez: Türk asıllı göçmen ABD vatandaşları iki ulusal kimlik arasında, sıklıkla tercihe bağlı göçten doğan gerginlik durumunda bulunuyorlar. Tüm Afro-Amerikanlar ise göç yüzünden değil, iradeleri dışında Kuzey Amerika’ya getirilen, köle ticareti ve bağıl şiddet aracılığıyla aslî kültürleri gasp edildikten sonra ulusal kimlikleri Kuzey Amerika’da biçimlenen kölelerin torunları olarak varlar.

“Siyah” tabiri sıklıkla Afro-Amerikanların yanısıra Yankeelerce de kullanılır. “Zenci” bugün için oldukça modası geçmiş ve aşağılayıcı tınlayabilen bir tabirdir, fakat (Afro-Amerikanlar, Yenkeeler ve yabancılarca da yazılan) tarihsel belgelerde bu çağrışımı vermeksizin sıkça karşılaşılır.

Söz konusu bölgeden, konuşurken neredeyse hiç “Afro-Amerika” olarak bahsedilmez. Afro-Amerikanlar da dâhil çoğu ABD vatandaşı söz konusu bölgeden, neredeyse şaşmaksızın “Güney” ya da “Derin Güney” olarak bahseder. Anayurtlarının dışında bulunan Afro-Amerikanlar arasındaki daha romantik bir tabir ise “aşağı memleket” tabiridir ki genellikle sıfat olarak kullanılır (geleneksel Afro-Amerikan mutfağından bahisle “aşağı memleket yemeği”). Harry Haywood (ve bazı ABD komisyonları) “Siyah Kuşak” adlandırmasını uygun buldu. Yeni yeni geniş kabul görüyorsa da en son “Yeni Afrika” tabiri önerilmiştir. ABD ideolojisiyle nihai bir kırılma ve kendi kaderlerini tayin hakkının savunusu olarak da anlaşılabilecek “Yeni Afrikayı” kullananlar arasında Afro-Amerikanlar da bulunur, ki bunlar “Yeni Afrikalı” olarak da görülebilirler.