Türk Lirası’nın Amerikan Doları karşısında 2018 başından beri %25’in üzerinde değer kaybetmiş olması, özellikle de son günlerde TL’nin durdurulamayan çöküşü, ekonomiyi sıkıştıran basıncın ana göstergesi. ‘Dışarıdan düğmeye basıldığına’ inananlar ve ufku para piyasalarının gündelik performansından öteye geçmeyenler bir yana, hemen herkes yıllardır bahsedilen ekonomik çöküşün yaklaştığının farkında.
Krizi yorumlamak için sorulan sorular, üretilecek cevaba dair de işaretler taşıyor. Birçok yorumcu ve siyasetçi, gidişattan hükümetin yanlış politikalarını sorumlu tutuyor ve özellikle de Merkez Bankası’nın bağımsızlığına gölge düşmesinin, politik baskı nedeniyle faiz arttırılamamasının altını çiziyor.
Bu yazıda merkez bankasının (ve para politikasının) bir kurum olarak özerk, kararlarında politikacılardan bağımsız olması gerektiğine dair görüşü ele alacağız. Günümüz iktisat teorisi ve küresel piyasaları, bu altın kuralı ‘sorgulanması bile teklif edilemez’ bir amentü olarak önümüze koyuyor. Peki gerçekten ‘doğru’ olduğu tecrübeyle sabit, bilimsel olarak kanıtlanmış bir kuralla mı karşı karşıyayız?
Merkez Bankası Bağımsızlığı Ne Demek?
Merkez bankalarının görev ve yetkileri yasayla belirleniyor. Çoğu diğer ülkedeki banka gibi, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın da “temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler.” (TCMB Kanunu, Madde 4)
Fiyat istikrarıyla kastedilen enflasyonla mücadele; yani fiyatlar genel düzeyindeki artışın kontrol altında tutulması. Buna uygun olarak günümüzde birçok merkez bankası, enflasyon hedeflemesi olarak tabir edilen amaç ve araç çerçevesini benimsiyor. Önceden bir enflasyon hedefi belirliyor, bunu kamuoyuna açıklıyor ve yıl sonunda bu hedefe varılması için uygun politika araçlarıyla piyasaya müdahale ediyor. Böylelikle ulusal piyasalar daha öngörülebilir bir niteliğe bürünüyor ve yatırımcı için cazibe kazanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) her yıl %5’lik bir enflasyon hedefi belirleyip, yine her yıl bu hedeften ciddi bir sapmayla uzaklaşarak güvenilirlik konusunda istikrarlı bir şekilde sınıfta kalıyor. Yerli ve yabancı yatırımcıyı tedirgin eden bu belirsizlik, birçok yorumcuya göre Türkiye ekonomisinin en önemli sorunlarından birisi. Ancak mesele tam da, yatırımcının ihtiyaçlarının ekonominin ihtiyaçlarıyla özdeşleştirildiği, ve bunların iktisat politikasının vecibesi olarak tanımlandığı bu noktada başlıyor.
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda tam istihdam ve hızlı büyümeyi yakalayan sosyalist blok karşısında merkez kapitalist ülkeler, mali politika ve para politikası araçlarını istihdamı arttırma, büyümeyi destekleme ve konjonktürel dalgalanmaları bastırma amacıyla seferber etmişti. Refah devleti başlığında özetlenebilecek unsurlarla birlikte bu iktisat politikası, 1970’lerin sonuna gelindiğinde duvara çarptı. Giderek artan istihdam oranı, emeği işsizlikle terbiye etme olanağını kapitalist sınıfın elinden almıştı. Yükselen reel ücretler ve toplam gelir, talepte bir artışı beraberinde getirmiş, kâr hadlerinde gerçekleşen düşüş ise yatırım ve arz üzerinde bir baskı oluşturmuştu. Arz ve talepte zıt yönlerde gerçekleşen bu hareket enflasyona, yatırımlardaki azalma ise ekonomide bir durgunluğa sebep olmuş, stagflasyon olarak adlandırılan durum ortaya çıkmıştı.
Kapitalist üretim, sermaye birkiminin sınırlarına çarptığında, hakim sınıfların tepkisi sert oldu: 1970’lerden itibaren iktisat kuramı ve politikası makas değiştirdi. Yeni statükoya göre devlet, piyasadaki etkin tutumuna son vermeli, istihdam yaratmaktan vazgeçmeliydi. Piyasanın alanının kamu sektörü aleyhine genişletilmesi iddiaya göre verimliliği arttıracaktı. Ancak gerçekte hedeflenen, işsizlik oranlarının tekrardan (sermaye açısından) sağlıklı düzeye yükselmesiydi – ki bu hedefe hızlıca varıldı. Öte yandan devletin sağlık, eğitim, konut gibi sektörlerden el çekmesiyle birlikte sermaye için yeni ve kârlı yatırım alanları açıldı. Elbette madalyonun öbür yüzü emekçilerin hızla mülksüzleştirilmesi, yaşam standardını yükseltmek bir yana, muhafaza etmek isteyen hanehalkının dahi bir borç batağına sürüklenmesi oldu.
Savaş sonrası dönemde istihdam ve büyümeyi destekleme amacını izleyen para politikası özelinde de benzer bir değişim yaşandı: Enflasyonla mücadele, yani fiyat istikrarı, para politikasının tartışılmaz en önemli hedefi olarak kutsandı. Bu doğrultuda görevi yasa yoluyla fiyat istikrarının tesis edilmesi olarak tanımlanan merkez bankalarına bir anda ‘bağımsız’ sıfatı yakıştırıldı.
Enflasyonun bir anda bütün kötülüklerin kaynağı olarak tanımlanmasının ve para politikasının odağına yerleştirilmesinin sebebi elbette yalnızca 1920’lerde Almanya’da yaşanan hiperenflasyonun iktisadi ve politik sonuçları değildi. Öncelikle, para politikası ve istihdam arasındaki bağlantı kesilmeli, böylece işsizliğin artması ve ücretlerin baskılanması sağlanmalıydı. İkinci olarak, tırmanan enflasyon 1970’lerde kamu güvencesindeki emekçileri değil, sabit ya da değişken bir nominal gelir sağlayan finansal varlıkları (menkul kıymetleri) elinde bulunduran ayrıcalıklı sınıfları tehdit ediyordu. Üçüncüsü, kâr hadlerinde yaşanan düşüş karşısında finansal yatırımlara kaymak cazip olabilirdi. Ancak bunun için reel faiz oranlarının yüksek olması, yani nominal faiz oranlarının yüksek ve/ya enflasyonun düşük olması gerekiyordu.
Para politikası işte bu bağlamda, tamamen sınıfsal güdülerle demokratik siyasi kontrol alanından çıkarılarak, sermaye sınıfının çıkarlarına uygun olarak yeniden tanımlandı. Gözetmeleri gereken açık sınıfsal çıkar yasayla belirlenen merkez bankalarına, şeffaflık – iletişim – yönetişim gibi yaldızlı kavramların arşa yükseldiği günümüzde ‘bağımsız’ ya da ‘özerk’ sıfatının iliştirilmesi elbette çağın bir gereği. Gerçekte Merkez Bankası bağımsızlığı, Merkez Bankalarının hükümet denetiminden çıkartılarak doğrudan uluslararası sermayeye bağlanması anlamındadır. Böylece hükümetlerin oy kaygısıyla verebileceği “popülist tavizler” engellenmiştir. Hiç kuşkusuz burada AKP/Saray iktidarı gibi yolsuzluk ve ahbap çavuş ekonomisini hedefleyen müdahaleler de, halkçı-demokratik müdahaleler de bir kalemde engellenmiştir.
Buradan Nereye?
Türkiye ekonomisi uçuruma doğru hızla yuvarlanırken krizden kimin sorumlu olduğuna ve çıkış yollarına dair görüşler kritik bir sınıfsal ayrım içeriyor.
‘Kurumlar erozyonunun durdurulması ve geri çevrilmesi’, OHAL’in kaldırılması ve ‘normale dönülmesi’, merkez bankasının sarayın güdümünden çıkması ve özerkliğini tekrar kazanması, bir an evvel faiz arttırılarak ekonomiye nefes aldırılması şu günlerde sıkça duyduğumuz çözüm önerileri arasında. Demokratik bir talep olan OHAL’in kaldırılmasını bir yana ayırırsak, saydığımız diğer öneriler bırakın yetersiz kalmayı, sol bir programın parçası olarak dile bile getirilemez. Zira böyle bir çerçeve olsa olsa tipik bir IMF programına giden taşları döşer.
AKP rant ekonomisini sürdürmek, oligarşik bir grubu zenginleştirmek, inşaat sektörünü güçlendirmek için Merkez Bankası’na müdahale ediyor. Bu politikaları hiç kuşkusuz sosyalistler de eleştiriyor. Ama ekonomiye soldan yapılacak herhangi bir müdahale de, Merkez Bankası para politikalarına, yeniden üretken bir ekonomi kurmak görüş açısından müdahale edilmesini gerektirecektir. Örneğin HDP de 7 Haziran seçim bildirgesinde; “Para politikalarımızın önceliği, istihdam artışını hedefleyen emekten yana bir ekonominin inşası olacak.” demişti.
Türkiye ekonomisinin geçirdiği son büyük kriz olan 2000-2001 krizinin ardından (yine sosyal demokratların çağrısıyla) Kemal Derviş ve IMF imdada yetişmiş, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı adı verilen bir reçeteyle bir yandan krizin faturası emekçilerin üstüne boca edilirken, diğer yandan da neoliberalizmin sağlam kazıklarla kök salması sağlanmıştır. Programın üç temel unsuru, yani i) kemer sıkma politikaları ve mali disiplin, ii) fiyat istikrarını gözeten, daraltıcı para politikası uygulayacak bağımsız (!) merkez bankasına alan açılması, iii) kritik özelleştirmeler, kamu istihdamının ve harcamalarının azaltılması, finans piyasalarının küresel standartlara uygun olarak yeniden düzenlenmesi gibi unsurları içeren yapısal uyum reformları 1980’lerden itibaren merkez ülkelerde ortaya çıkan makas değişikliğinin Türkiye’de de yerleşmesini temsil eder.
Geride kalan on yedi yılda bu program – ki evet, uygulayıcısı neredeyse yalnızca AKP iktidarı olmuştur – Türkiye’de emekçi kitlelere esnekleştirme kisvesi altında güvencesizlik getirdi; en hızlı büyüme yıllarında dahi milyonları işsizliğe mahkum etti; onları sağlık – eğitim – temel tüketim ihtiyaçlarını dahi karşılamak için borç batağına sürükledi. Verimlilik getireceği vaat edilen piyasanın alanı hızla genişlerken çalışma saatleri uzadı, ‘esnekleştirilen’ çalışma koşullarında sermaye bir vampir gibi emeğin kanını emdi, her yıl yaklaşık 1500-2000 emekçi iş cinayetlerine kurban edildi.
Üstelik bu on yedi yılın sonunda birikim modeli tekrar tıkanma noktasına geldi. Ve şimdi, yaklaşan krizin gölgesi üzerimize çökerken merkez bankasının bağımsızlığı prizmasını kullananlar bir kez daha statükoyu kurtarma, emek karşıtı bir geçişle restorasyon planları yapıyor.
Oysa bu döngüyü kırmanın yolu çok açık: mali politika ve para politikasını giderek demokratik kontrol ve denetlenebilirlikten kaçıran, dayattığı teknoktratik iktisat politikasının sınıfsal içeriğini ‘yönetişim’, ‘şeffaflık’ gibi allı pullu etiketlerle örtbas eden sermaye düzenine dur demek ve üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyeti kurmak.
Hakim sınıflar arasındaki çatlak derinleşirken sermaye, restorasyon planını yedekte hazır tutuyor. Selin Sayek Bökevari bir 2018 model IMF programı, emekçilere ne demokrasi, ne de refah vaat ediyor. 2000-2001’de denize düşünce yılana sarılmıştık. O sürecin bizi bugün getirdiği nokta ortadayken, karar mekanizmalarının üretenlerin eline geçmesini savunan, karşı-mülksüzleştirmeyi, kamulaştırmayı merkez alan bir hamle, yaklaşan çifte seçimler ve sonrasındaki ekonomik çöküş koşullarında hiç olmadığı kadar gerçekçi bir alternatif olarak karşımıza çıkıyor. Bu alternatifi ciddiye alabilecek olan tek siyasi iradenin de burjuvazinin iki kanadını temsil eden “Millet” ve “Cumhur” ittifakları değil ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olduğu açık.
KAYNAKLAR
TCMB (Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası), Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Kanunu, http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/4b4d0592-f3e1-46d2-9814-11e0ad94ab7c/TCMB_Kanun.pdf?MOD=AJPERES&CVID=
TCMB (Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası), Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/26640b7b-9641-4c35-99ec-cd10a9d4e51b/program.pdf?MOD=AJPERES&CACHEID=ROOTWORKSPACE-26640b7b-9641-4c35-99ec-cd10a9d4e51b-m3fB7oF
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, İş Cinayeti Raporları, http://www.guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=category&id=149&Itemid=236